Geçmiş hesaplaşmaları, gelecek kaygıları derken, kafamızdaki gürültüyü susturmak bazen epey zor oluyor. Bedenimiz, düşüncelerimiz, bağlarımız, yaşamlarımız ve etrafımızdaki her şey devamlı değişiyor; iyi kötü her şey geçiyor. Kimi zaman bununla baş edemiyoruz. Müzik eğitimine 10 yaşındayken Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda başlayan, lisans ve yüksek lisansını İstanbul’da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde tamamlayan piyanist ve besteci Deniz Erden, pandemiyi takip eden Berlin’e taşınma sürecinde bu yorucu ruh hâline başka bir açıdan bakmayı keşfetmiş. Sorularını şimdiye yönelttiğinde kavuştuğu rahatlıkla; son beş senede ufkunu açmış, kalbine girmiş pek çok ânı müzik diline tercüme ettiği ilk kısaçaları Anicca, artık huzurlarınızda.

Dinleyenlerinden gelen güzel sözlerin teşvikiyle bestecilik hevesi tazelenmiş, EP’nin yayımlanmasının ardından etrafına örülen “şefkat alanı”nda kendini iyi hisseden bir Deniz karşıladı beni. Anicca’daki parçaları birer birer didiklerken; müzisyen yaşamı, göç, meditasyon, İstanbul, deniz ve dahası hakkında da konuştuk.


Dream of Fuchs

Anicca, 1934’te Atatürk’ün davetiyle Nazi Almanya’sından Türkiye’ye gelip; İstanbul Üniversitesi, Robert Koleji ve Boğaziçi Üniversitesi’nde yıllarca ders vermiş Alman edebiyatı profesörü, şair, müzisyen ve ressam Traugott Fuchs’a atıfla açılıyor. Merak edenler buradan kendisiyle tanışabilir. Yaşamı, idealler uğruna yaptığı bir göçle tamamen değişmiş, bu ülkeye pek çok değer kazandırmış bir öğretmen Fuchs ancak Türkiye’nin ona vedası epey yakışıksız olmuş. Sen onunla ne şekilde tanıştın? Onun kişiliği, seninkinin tersine olan göç öyküsü ya da sanatçı yönüyle nasıl bağ kurdun? Fuchs’un hayallerinde ne duydun?

Benim Berlin’e taşınma sürecim pek kolay olmadı; vizem çıkmadı ama ev tuttum, turist vizesiyle çok git gel yaptım. Hem Berlin’de hem de İstanbul’da yer alan Orient-Institut’ta müzikolog bir arkadaşım çalışıyor. Tam o dönemde bana, Fuchs ile ilgili bir belgesel çekileceğini ve bunun için müzik yapılmasının istendiğini söyledi. Sonra yönetmenle iletişime geçtim. Birkaç temada parça yaptım fakat enstitü buna bütçe ayırmak istemediğine karar verdi. Bütün filmi de izleme şansım olmamıştı ama yönetmen, Fuchs’un hayatı hakkında bilgiler vermişti. Araştırdığımda hem kişiliğindne hem resimlerinden çok etkilenmiştim.

Benim açımdan ise burada tam tersi bir hikâye var; ben Berlin’e gidiyorum, o İstanbul’a gidiyor. Sanki onun zihninin içinde gibi düşünmeye çalıştığım için parçanın adı “Dream of Fuchs” oldu. Onun da bu albümde olmasını çok istedim. Yaptığım kayda hem müzikal dil olarak hem de öyküsü aracılığıyla uyum sağlıyordu.


Day in the Forest

“Day in the Forest”ta tekrarlar içinde dönüşen, devinen müzikal akış beni ne olursa olsun hep devam etmek, devam edecek bir yol bulmakla ilgili düşündürdü biraz; daha ziyade bu konuyla ilgili rahatlattı, iyi hissettirdi. 

Evet, bunu söyleyenler var. Bu parça korona döneminde gözlerimi bilinçli kapayıp içe döndüğüm, meditasyona başladığım ilk zamanları temsil ediyor. Bir nevi kendi içsel ormanımın keşfi olduğu için bu ismi taşıyor.

Karantinanın ilk günleri çok umutsuz, kaygılıydı. Bu dönemde evde yoga ve meditasyon pratiği yapmaya başladım. Birkaç gün sonra bir anda koltukta otururken bu melodi geldi. Ailemle paylaştım; hepsi çok huzurlu, dingin, iyi buldular. O şevkle parçanın devamını da ilerleyen günlerde tamamladım.

Bu parçayı, gözlerini ilk defa bilinçli olarak kapatıp içe döndüğün zamanın izi olarak tarif etmişsin. O “ilk” deneyimi hatırlıyor musun?

İlk seferinde tuhaf ve büyülü gelmişti. Kendimi sorguluyordum, “Acaba doğru yapıyor muyum?” diye. Yavaş yavaş alıştım. Mükemmeliyetçi bir tarafım var. Kendimi çok yargıladığımı fark ettim. İç dünyamı farketmemi ve tanımamı sağladı. Kendimi yargılayan sesi duyuyordum; fakat pratik yaptıkça zamanla, onun da üzerinde olan bir şeyin varlığını fark ettim. Sonra rahatladım. “Hmmm tamam; zaten bunları izlemek ve bunlara izin vermek mesele.” dedim. Söylemesi kolay tabii ama bunu gerçekten yaşadığım bir an oldu ve sonra çok daha farklı bir meditasyon pratiğine geçmeye başladım. Meditasyon hızla akan bir dünyanın içinde; hem yaşamla olan ilişkimde hem de müzikle olan ilişkimde beni çok değiştirdi.

Meditasyon; etraftaki sesler, bedenin ritmi, sesi ve gündelik hayatın müziği üzerinden, bir müzisyen olarak sana nasıl pencereler açtı?

Daha serbest, daha içimden gelerek müzik yapmamı sağladı. Neoklasik besteleri; özellikle konservatuvar eğitiminin, daha didaktik, belirli teknik yapıların içinden bir sıyrılma yolu olarak görmüştüm. Bu beni çok rahatlatıyordu. Meditasyon; kendi müzikal dilimi oluşturmam için nelerden ilham aldığımı, bir sanatçı olarak neleri yansıtmak istediğimi keşfetmemi sağladı. Hem yoga hem meditasyon hem derslerde araştırdığımız Budizm felsefesi, hepsi bir akışın içinde buraya ulaştı aslında. Bu EP bir proje gibi değil; kendiliğinden bir araya gelen, gerçekten ben olan bir şey oldu. 


Body

Beden başlı başına bir mekân; kendine ait sınırları var. Bir iç ve dış tanımlıyor bu hâliyle. Ama bazen bu sınırların çözündüğü bir şey yaşarız. “Body”yi “kalbin kesintisiz ritminin yarattığı içsel yankının ve farkındalığımızı şimdiki âna getirdiğimizde bağlandığımız sonsuz kaynağın bir simgesi” olarak bestelemişsin. Fuchs’u araştırırken tüm bunlarla konuşan bir dörtlüğüne rastladım:

“Beden bir kabuktan ibarettir
Bu kabuğu kırmalı
Ve bu kırılgan kılıftan
Ruhun göz kamaştırıcı çiçeğini serbest bırakmalısın” diye yazmış.

Yani bu hâl, yaratıcılığı da tetikliyor. Sen ne düşünüyorsun bu tür bir açıklıkla ilgili? Oraya ulaşmak için bilinçli olarak yaptığın şeyler var mı?

Çok güzelmiş. Beden aslında hep şimdide; biz bunun farkında değiliz. Zihnimiz ise sürekli ya geçmişte ya gelecekte, hep bir şeyler düşünüyor. Meditasyon illa bağdaş kurup, bir yere oturup yapmamız gereken bir şey değil. Bir bilinçli nefes aldığımızda bile, anında kendimize bağlanabiliyoruz. Tüm bu anları fark edebilmek, aşmak için, bedene dönebilmek için beynimizi eğitmemiz gerekiyor. 



Bana sonsuz ihtimalleri hatırlatan şey hareket oluyor. Dans etmeyi seviyorum; bedenimizle kurduğumuz bağlantıyı geliştiren, doğaçlama temelli bir pratiği kastediyorum. Bir de Qigong yapıyorum. O da beni açan, temizleyen bir şeymiş gibi; özellikle üreteceğim zaman iyi geliyor. Bazen her şey çok fazlaymış, çok zihinsel bir hâle gelmişiz gibi hissederiz ya; bunların, öyle zamanlarda beni şimdiye getirmek için güzel araçlar olduğunu düşünüyorum. “Body” de o şimdinin peşine düşen bir parça.


Is It Real?

“Is It Real”, benim için alışılmadık bir karşılaşma tasviri. Zira bende, senin büyülü diye tabir ettiğin karşılaşmalar çoğunlukla çarpışma etkisi yaratır. Burada ise usulca meydana gelen bir tepkime hissi var. Hem eğer paylaşmak istersen, sana “Bu gerçek mi?” diye sorduran şeyi hem de onu müzikal dile nasıl tercüme ettiğini merak ediyorum.

Bazı karşılaşmaların haberci niteliğinde ve sanki bir plana ait olduğunu düşünüyorum. Dingin ve akışkan bir bilinmezlikle, birkaç gün sonra yaptığım bir emprovizasyon olarak oluştu bu parça. Stüdyoda aynı şekilde kaydettim. Bana bir hediye gibi geldi.


Anicca

Anicca, var olan her şeyin değişime tabi, hâliyle geçici olduğunu söyleyen bir Budist öğretisi. EP’nin çatısını ona teslim ediyorsun. Neler buldun onda?

Önceleri tanıştığım bir kavram ama zihnimin gerisinde duruyordu. Taşınma sürecinde bahsettiğim gidip gelmeler, İstanbul’daki öğrencilerimi bırakmak, Berlin’de çok tanıdığımın olmaması büyük bir belirsizlik yaratmıştı hayatımda. Bu parçayı aslında İstanbul’dayken bestelemiştim. Ve diğer malzemeleri topladığımda, elimde kendiliğinden oluşmuş bir hikâye kaldı. Onu da en iyi ifade eden kavram Anicca’ydı. 

Benim buradaki en büyük merakım, şimdiki ânı arayışım. Tabii ki bu her zaman olmuyor ama içinde olduğum değişimin ortasında, o süreksizliğin anlamını aramakla ilgilendim. Anicca kavramını öğrendiğim anda çok rahatladım. Çünkü buna direnmenin bana ne kadar ızdırap verdiğini fark ettim; sürekli gelecekte ne olacağını düşünmek, planlamaya çalışmak, mükemmeliyetçiliğin ne kadar yorucu olduğunu gördüm. Bir şeyleri bırakmamı ve hafiflememi sağladı.

Sırası gelmişken, hayatındaki en radikal değişim olan kendi göç hikâyenden de konuşalım mı biraz? Aidiyet hissine ne oldu o esnada?

Pandemi itibarıyla mesleğimi sürdürmemi sağlayan koşullar giderek zorlaşmaya başladı; bu beni çok bunaltmıştı. Eşimle birlikte Almanya’ya gitmeye karar verdik; benim ilk adımım müzikal bir bağlantıyla olmadı ama şimdi burada bir stüdyom var, öğrencilerim var. Artık daha çok performansla hayatımı kazanmak istiyorum; akademik alana da hâlâ meraklıyım. Bence dünyanın neresine gidersen git, en başta çok yalnız hissediyorsun. Çok özlediğim şeyler oldu ki Berlin, Türkiye kültürüne çok daha yakın bir şehir. Zaman geçtikçe aidiyet hissetmeye başladım. Ben gittiğim yerlere uyum sağlamakta hiç zorlanmayan biriyim, hemen oralıymış gibi olurum. Yine de zorlandığım bir dönem oldu. Stüdyom ve piyanomun yerleşmesiyle birlikte düzenim oturdu. Geçenlerde İstanbul’da bir ay kaldım; döndüğümde ilk defa Berlin daha yakın hissettirdi. Biraz benim yapım da buna yatkın dediğim gibi ama bence zihin olduğu yeri hızla sahiplenmek istiyor. Bir yandan da klişe ama o özlem hiç bitmiyor. Türkiye’nin kültürü müzikal olarak da çok derin. Kaynağımı oradan almak burada bana iyi hissettiriyor.

Kendine ait bir stüdyon olması ne güzel. Bilhassa müzisyenlerin merak edeceği düşüncesiyle soruyorum: Orayı kendi imkânlarınla mı kurdun yoksa işin içinde bir devlet desteği mi var?

Burası KulturRaum’a ait bir bina. Devlet, büyük ve kullanılmayan binaları müzisyenler, dansçılar, tiyatrocular için bir çalışma mekânına dönüştürmüş. Bir gün evimde piyano çalışırken, komşum duvara vurmaya başladı; 20 yıldır piyano çalıyorum, bunu hayatımda ilk defa yaşadım ve biraz içime kapandım. Araştırdığımda, stüdyo kiralama bütçelerinin çok yüksek olduğunu gördüm; sonra burayı buldum. Burası prova almak için bir alan, 7 / 24 açık, bir sürü müzisyenle bir arada olma şansı veriyor. Tabii belirli şartları sağlamak gerekiyor başvuru için: Profesyonel müzisyen olmak, aktif olarak konser vermek, üretimde bulunmak gibi.

İstanbul – Berlin arasında bir durak daha var: Japonya. Orayla bağlantılar ne zaman ve nasıl kuruldu? Yakın gelecekte yeni bir ziyaretin olacak mı?

Bu yıl Kasım ayında üçüncü kez gideceğim. Bu etkinlik Türkiye – Japonya diplomatik dostluğunun 100. yılı vesilesiyle düzenleniyor. Geçen sene Nagoya’daki konserimde Başkonsolos Damla Gümüşkaya’yla tanışmıştım; kendisi beni bu sene konser vermem için yeniden davet etti. Programda klasik repertuvardan Liszt ve Debussy’nin eserlerinin yanı sıra, Türk ve Japon çağdaş ve modern bestecilerden Takemitsu, Kobayashi, Saygun ve Uçarsu’nun eserleri yer alacak. 


2018’den beri odağımı Türk ve Japon bestecilere çevirdim. Japonya’daki bestecilerle birebir çalışmak hem onların müziğine ve kültürlerine bakış açıları hakkında ufkumu açarken, kendi içimde besteciliğe olan yaklaşımımı ve merakımı da değiştirdiğini gözlemliyorum. Çoğunlukla bestecilerle birebir çalışıp, onların eserlerini seslendiriyorum.

Son zamanlarda bizim ekolümüzdeki müzisyenler, Türk bestecilerin eserlerini dünyanın birçok yerinde çalıyorlar; bunu değerli buluyorum, ve onların daha çok tanınmaları gerektiğini düşünüyorum. Atatürk’ün müzik devrimiyle yurt dışında okuyup geri dönen ve bizim okulumuz, MSGSÜ’nün de ekolünü oluşturan çok değerli besteciler var. Belki de yabancı piyanistlerin zorlanacağı ritmik yapılara biz çok daha kolay adapte olabiliyoruz. Zihinsel olarak da teknik olarak da yakın buluyorum onları.

Bu sene ayrıca, piyanist ve besteci olarak Hiroşima Elisabeth Müzik Üniversitesi’nin daveti üzerine bir ders – konser daha vereceğim. Ders kısmında Türkiye’nin modernleşme sürecinde müziğin değişimi, Türk besteciler ve kendi sanat pratiğim hakkında konuşacağım. Konser kısmında Türk ve Japon bestecilerin olduğu bir repertuvarın yanısıra kendi elektro-akustik bestelerimi de çalacağım; çok heyecanlıyım.

İki haftalık Japonya seyahatlerinin yarısını çalışmaya, diğer yarısını da ülkeyi keşfetmeye ayırıyorum. Çok merak duyduğum bir kültür. Her alanda çok niş zevklere sahipler. 2019’daki ilk gidişimde küçüktüm, 25 yaşındaydım; daha olayın çok farkında değildim bence. Araya pandemi girdi, geçen seneki ikinci gidişimde bakışım çok daha gelişmişti. Bestecilerin düşündüğü şeyi müzikal dillerinde kullanma şekillerini çok hoş ve farklı buluyorum. Haikular, Ukiyo-e, minimalist tasarımlar… Yemekleri bile o kadar güzel ki her şeyinden besleniyor insan.


İstanbul

İstanbul deyince elimiz, kulağımız hep bir aksak ritme çekiliyor. Senin İstanbul tasvirinde de var bu. Neden dersin?

Kendine has bir ritmik yapısı var. Gün içinde, beklemediğin saatlerde sokakta çok yüksek ritimler bulabiliyorsun. Öğrencilik dönemimden hatırlıyorum; saat 04.00 olmuş ve horon oynanıyor Taksim’de. Ara sokakları, dükkânları, insanlarıyla, sokak hayvanlarıyla çok şaşırtıcı ve büyüleyici bir şehir İstanbul. Beni en etkileyen şeylerden biri vapur yolculuğu. Denizde geçen o 20-25 dakikada her şeyin durması çok meditatif geliyor. Kaybolup gidiyorsun, kendini bırakıyorsun; tuhaf bir derdi de var ama derdini alıyor da bir yandan. Bence müziğe de o yansıdı. İstanbul’dayken yazmıştım; benim de kendimden beklemediğim bir parça oldu bu. Arada, stüdyoda kayıt alırken doğaçlama yaptığım bir bölüm var; ondan da çok zevk aldım, kapılıp gittim; parçaya yansıdığını düşünüyorum. Berlin’e taşınmadan önce bir hatıra bırakmış gibi oldum.

Bu parçayı konuşurken, sende özel tınlayan İstanbul anlatılarını da kurcalamak isterim. Müzik, film, kitap vs.; şehirle ilişkini etkileyen bir eser var mı hafızanda?

Tülay German’ın, Düşmemiş Bir Uçağın Kara Kutusu adlı kitabı geldi aklıma, onun yaşadığı İstanbul’un müzik, sanat ve siyaset çevrelerini birinci ağızdan dinlemek beni çok etkilemişti.


Live the Questions Now

“Live the Questions Now”u, Rilke’nin Genç Bir Şaire Mektuplar’ında yer alan bir bölümden ilhamla bestelemişsin. Orada, “Kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Cevapları şimdi arama. Cevaplar sana şimdi verilmez çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi o an yaşama meselesidir. Şu anda soruyu yaşaman gerekir. Daha ileride, belki farkına bile varmadan, günün birinde; kendini, cevabı yaşarken bulacaksın.” diyor. Bence bu, acıtıcı deneyimlerden iyileşme sürecinde olan herkes için değerli bir mesaj. Parça da yapı itibarıyla finale bağlanırken nefes aldığımız bir interlude. Sence nasıl bir işlevi var koleksiyonda? Bestelerken, geçmişten gelen bu öğütle şimdi arasında nasıl bir bağlantı kurdun?

Tam da bu yüzden oraya koydum. Buraya yeni taşındığımda, yine (!) soruların içinde kaybolduğum bir gün pat diye karşıma çıktı ve aşırı etkilendim, beni çok rahatlattı. Beklediğin cevap verilmiyorsa, belki de bir sebebi var. Demek ki şu an bu cevabı kaldıramayacaksın ya da bununla şu an baş edemeyeceksin. Soru sormaya meyilli olmak çok güzel, merak insanı hayata devam ettiren şey; aslında hepimiz, kendi hikâyemizi o sorularla oluşturabiliyoruz ve cevaplar kendi kendine geliyor bence. Bu pasaj da bana bir büyüğümden duyduğum bir hayat dersi gibi geldi. Bana dokunan, iyi hissettiren şeyleri başkalarıyla paylaşmayı seviyorum. O yüzden bu eskizi EP’ye koymayı çok istedim. Umarım herkese ilham olur. 

Hazır ilham üzerine oluşmuş bir besteden bahsetmişken, müzikal olarak kimlerden / nelerden beslendiğini de paylaşmak ister misin? Bu ara en çok hangi şarkılar dönüyor kulağında?

Patti Smith hayranıyım. Onun hayata dair dikkat çekmek istediği konuları müziğiyle yansıtma şeklini çok seviyorum. Müziği küçüklükten beri çok güçlü, çok etkileyici geldi bana. Ekolojik kriz, kentsel dönüşüm, kadın hakları gibi politik meselelere dikkat çektiğim elektroakustik parçalarıma ilham oldu. Eğitimim esnasında okuduğum besteciler var. En gerisinden Debussy olabilir, izlenimci bir besteci. Philip Glass, George Crumb, Ryuichi Sakamoto, Toru Takemitsu…  Bir dönem kimi platformlarda albüm değerlendirmeleri yazıyordum, hâlâ da merakım var; yani çok çeşitli müzikler dinliyorum. Plak şirketlerini takip ediyorum; örneğin Gondwana Records’ın, Erased Tapes’in kataloglarını beğeniyorum. Efterklang’ın son albümü Things We Have In Common’a tutuldum. Yolda sürekli onu dinliyorum. “Shelf Break”, “Sentimental”, “Ambulance” gibi birkaç şarkısı loop’ta bu ara. Bıkmadan dinlediğimiz parçalar sanki hayatımızın o dönemini temsil ediyor; bunu seviyorum.


The Waves

“The Waves” hikâyeyi tam da hak ettiği gibi, yumuşacık bir yerde tamamlıyor. İsmine dair bir imgeyle bitirmeni de çok tatlı buldum. EP’yi özetleyen bir parça olduğunu düşündüm; zira o bir coşkulu bir dingin hâli, o dalgalanmayı, anda akma vurgusunu koleksiyonun tamamı boyunca da hissediyoruz. Müzik tüm bunları tercüme etmek için çok elverişli bir malzeme, değil mi? Beste yaparken ya da icra ederken sana açtığı alanı, sunduğu yardımı nasıl ifade edersin?

Düşündüğüm, hayatımda yer etmiş şeyleri müzikle anlatmak beni çok rahatlatıyor. Beste yapmak benim için kendiliğinden gelişen bir süreç. Ya aklıma bir melodi geliyor ya piyanonun başına oturup onunla dertleşiyorum. Düşündüğüm şeyleri kaydetmek gibi; bir günlük gibi bakıyorum buna. Bir yandan da tekrar tekrar kendi dilimi keşfediyorum. Giderek dağarcığımı genişletiyormuşum gibi hissediyorum ve bu malzemeye sahip olmak, bunu piyanoyla yapıyor olmak beni çok mutlu ediyor. 

“The Waves”, dalgaların hareketiyle orantılı, gelgitlerle gezinen bir melodi üzerine bestelendi. Kimi zaman coşkulu kimi zaman sakin duyulmasıyla; zıtlıklarla güzel oluşumuzu temsil ediyor. Deniz metaforu beni her zaman çok etkiliyor; içinde barındırdığı zıtlıkları kendi kişiliğimle de bağdaştırıyorum. Bu parça, tek sesle biterek “bir” olma ve albümün şimdide kalma döngüsüne gönderme yapıyor, ve bizi EP boyunca aradığım şimdide buluşturuyor.

  1. “Affedersiniz ama, sanat bir kodak fotoğrafı değildir.”: AVNİ LİFİJ

    1914 Kuşağı ressamları arasında yer alan Hüseyin Avni Lifij’in çektiği fotoğraflara odaklanan serginin ardındakileri, Necmi Sönmez ve Kerim Suner anlatıyor.

  2. 30. yaşında, A'dan Z'ye AÇIK RADYO

    Açık Radyo yayınlarından, kitaplarından, bültenlerinden, manifestolarından, basın açıklamalarından, dinleyici mektuplarından A’dan Z’ye, rengârenk bir derleme ile bir kez daha ve daima: #AçıkRadyoSusturulamaz 

  3. Gazpachonun kırmızısı, bitmiş aşkların hatırası: ALMODÓVAR’ın konuşan mekânlarında

    Terk edilmişler, röntgenciler, eski dostlar, yeni anneler… Etraf rengârenktir; olaylar çoğunlukla içinizden “Ne güzelmiş!” dedirten bir evde geçer. Mevzubahis Almodóvar; doğru bildiniz.

  4. MELİKE ŞAHİN ve AKKOR’un yapı taşları

    Melike Şahin ve albümde parmağı olan dost meclisi, AKKOR ve ardındakileri anlatıyor.

  5. Bol virajlı ve anıtsal su kaydırakları: MEMORIALS

    “Zamanın hatıralar ve hayal gücümüz yoluyla çok kişisel bir hâle bürünmesinden ilham alıyoruz.”

  6. Hatıraları eşelerken bugünde kalmak: ALEJANDRO ZAMBRA

    Alejandro Zambra yazma eylemine de kafa yoran biri. Yazı yazdığınız aletin -defter, daktilo veya bilgisayar, neyse artık o- yazdığınız şeyin içeriğini de biçimini de etkilediğini söylediğinde ona hak vermeye mecbursunuz.

  7. Beraberken dinlediğimiz müzikler ve hissettiklerimiz çeşitlenebilir mi?: HUM

    Ambient ve etrafındaki müzik türlerine alan açma arzusuyla kulüp dışı mekânları mesken edinen yeni DJ etkinlik serisi Hum’ı yaratıcıları Berk Çakmakçı ve Günseli Ferel’le konuştuk.

  8. HAV HAV!: Teenage Kicks

    Hav Hav! üyeleri, büyürken dinledikleri müzikleri ve bu müziklerin üzerlerinde bıraktığı tesiri anlatıyor.

  9. Şimdinin hafifliğinde: DENİZ ERDEN ile şarkı şarkı ANICCA

    Anicca’daki parçaları birer birer didiklerken; Deniz Erden'le müzisyen yaşamı, göç, meditasyon, İstanbul, deniz ve dahası hakkında da konuştuk.

  10. Kâğıtların mistik dünyasında bir öz keşif yolculuğu: AAFİ 

    Issız ve tavizsiz Sungak topraklarını, mistik güçler ve varoluşsal sorular eşliğinde arşınlayacağımız Aafi hakkında merak ettiklerimizi Korgün Akgün'e sorduk.

  11. Yaşamın içinden yaşam arayışı: NEREDEYSE KESİNLİKLE YANLIŞ

    Hanna’nın baktığı gökyüzüne çevirirken kamerasını, bizleri genç bir göçmen kadının hikâyesine götürüyor Cansu Baydar.

  12. İkinci şanslar ve zamana meydan okumak: ADAM FAWER

    “Sadece yarın için yaşamamalısınız; çünkü yarın hiç gelmeyebilir.”

  13. RIOT GRRRL’ün sinemadaki sesleri

    “ÇÜNKÜ kendi anlamlarımızı yaratmak için üretim araçlarını ele geçirmeliyiz.” - Riot Grrrl Manifestosu

  14. 3 soruda IŞIK GÜNER ve resimlediği yabani bitkiler

    "Yaygın, nadir, tehlike altında ya da endemik olduğuna bakmaksızın; içinde bulunduğum coğrafyada doğal olarak yaşayan türleri resmetmek benim için en büyük tutku hâline geldi. Çeşitliliği keşfettim."

  15. Yalnızlık sınavında full çekenler: KIVANÇ SEZER ile 8x8 üzerine

    Kıvanç Sezer ile 8x8’in nasıl ortaya çıktığına, şehir ve mekânla kurduğu ilişkiye, hayattaki avuntulara, yılgınlıklara ve tutkulara dair bir sohbete oturduk. 

  16. 45 Albüm: Ekim 2024 best of

    “Ne dinlesek?” diye soranlara, ekim ayından yerli – yabancı karışık 45 albüm.

  17. Hotel Milano, Yaz Köpekleri ve bu ay başka ne okusak?

    Ekim 2024’te yayımlanmış, merak uyandıran kitaplar.

  18. Künye

    .