Bir Airbnb evinde başınıza gelebilecek en kötü şeyin ne olacağını hiç düşündünüz mü? Önce önlenebilir iş cinayetlerine dair parmakla gösterilen incelikli bir anlatı sunan Babamın Kanatları’nı, sonra işini–eşini-iktidarını kaybeden bir orta sınıfın “hazin” hayatını irdeleyen Küçük Şeyleri yazıp yöneten Kıvanç Sezer, bu kez bir “aşk, ayrılık ve ölüm üçgenine” hapsediyor izleyicisi. Yani başa dönmek gerekirse, bir Airbnb evinin içine hapsediyor. Ve gerçekte, ortada bir intihar girişimi varsa; yaşanan duruma sizin değil de bir başkasının başına gelen en zorlu şey demek daha doğru. Sezer’in bizi insanlığın bencil doğası ve görünme ihtiyacı üzerine bir tartışmanın içine çektiği 8×8 filminin karakterleri Sarp, Eda ve Can’ın ilişkileri de hayatları da bu tür bir çözülmenin eşiğinde.

Kıvanç Sezer ile işçi-müşteri ve müteahhit üçlemesinden bağımsız olarak geliştirdiği; Alican Yücesoy, Ece Yüksel ve Halil Babür’lü kadrosuyla ışıldayan 8×8’in nasıl ortaya çıktığına, şehir ve mekânla kurduğu ilişkiye, hayattaki avuntulara, yılgınlıklara ve tutkulara dair bir sohbete oturduk. 


“Yazdığım karakterlerin ruhlarına sirayet etmeye çalışıyorum. Onların duygusunu, çelişkisini, arzusunu seyirciye geçirmek için oyuncularla, teknik ekibimle, kurgucumla ama en başta da kendimle bir yolculuğa çıkıyorum.” 

Filmin İstanbul’dan uzakta, şehirle ve karakteriyle mesafesini koruyan, iki karakterin de ilk defa ayak bastığı bir evde geçtiğini düşünürsek; mekânı karakterlerle ilişkilendirirken aklında nasıl bir konumlandırma vardı?

Mekân ve karakter sinema için ayrılmaz bir ikili bence. Airbnb evimiz âdeta deniz kenarında beyaz bir kale gibi duruyor. Hem koruyucu hem izole edici, mutluluğu da mutsuzluğu da kuşatıcı bir alan orası. Karakterlerin birbirleriyle ve evin kendisiyle olan ilişkisi hikâyenin akışı için de çok belirleyici. 

Karakterlerin arzuları, istekleri ve gerçeklikleri birbirinden farklılaşıp deşifre edildikçe hikâyenin tonu da değişiyor. Sence bu şehrin laneti biraz da hayattan aldığımız zevki ve arzularımızı tüketmesi mi yoksa bireysel çıkmazlarımızın sonuçlarını mı yaşıyoruz?

Doğru bir tespit. Karakterlerin arzuları filmin tonuna doğrudan sirayet ediyor. Yaşadığımız şehrin, içinde bulunduğumuz politik tıkanıklığın, büyük ve kuşatıcı kapitalizmin laneti gelip bizi her yerde buluyor. Ondan kaçmak istedikçe bireysel kurtuluşlarla avunurken buluyoruz kendimizi. Bu ülkeden gitmekle buraya tamamen kök salmak arasında, intihar etmekle kariyerimize tutunmak arasında sallanıp duruyoruz. Ama bunlar gerçek seçenekler mi? Yoksa koca bir toplum olarak, kayıp bir konumda olduğumuz bir satranç maçında kaybedeceğimiz ve bayrağımızın düşeceği o ânı bekleyip duruyor muyuz? Buraları tartışmak gerekiyor.

Filmi tamamlamak ne kadar sürdü? Fikrin ortaya çıkmasından vizyon takvimine gelene kadar süreç nasıl ilerledi?

Filmin ön hazırlık, senaryo yazım ve bütçe aşaması bir arada yürüdü ve 3-4 ay gibi bir süreçte sete çıktık. Çok hızlı ilerledi. Çekimler dokuz günde tamamlandı ama post aşaması biraz zaman aldı. Festivaller için biraz bekledikten sonra nihayetinde Altın Portakal’da açacaktık ama festival iptal oldu. Böylece İstanbul Film Festivali’nde prömiyerimizi yaptıktan sonra 6 Eylül tarihinde vizyona girmeye karar verdik. Filmi esas muhatabı olan seyirciyle buluşturmayı nihayet başardık. 

Eda’nın kamerasından duvara yansıyan görüntülerin de birer “gözlemci” olduğu fikrine katılır mısın? Hem üçlüye hem de Eda’nın ruh hâline dair ipuçları veriyor gibiler. Kendi yazdığın karakterleri çekmek ve yarattığın varlıklarla bu şekilde yüzleşmek ne hissettiriyor?

Eda’nın fotoğrafçı olarak peşinde olduğu birtakım şeyler var. Fotoğraflar da çekildikleri ânı projektör ışığının da yardımıyla karakterlerin yüzlerine yansıtıyor ve onlara sirayet ediyor. Ben de bir yazar olarak yazdığım karakterlerin ruhlarına sirayet etmeye çalışıyorum. Onların duygusunu, çelişkisini, arzusunu seyirciye geçirmek için oyuncularla, teknik ekibimle, kurgucumla ama en başta da kendimle bir yolculuğa çıkıyorum. Öyle ki bu yolculuğun sonunda onlar artık benim yarattığım birer kukla olmaktan çıkıp kendi bağımsız varlıklarını ortaya koyuyorlar. Ben de onların bu hâline bakıp onlarla gurur duyuyorum. 

İçinde yaşadığımız siyasi ve toplumsal gerçeklikte her şeyin biraz soyutlandığını, bireyleri intihara sürükleyen dinamiklerin tartışılabilir ya da işaret edilebilir olmasının da yeterli gelmediğini düşünüyorum. Can’ın anlatı boyunca biraz silik ve hatta gizemli kalması, onun görünmezliğine mi işaret ediyor? 

Can anlatının farklı evrelerinde farklı işlevler üstlenen bir karakter. Bir “shape shifter”. Silik bir karakter olduğunu düşünmüyorum. Gizemli, depresif ve tuhaf biri. Biraz da sinir bozucu. Yer yer ön planda yer yer geri planda. Bir de yalnız bir karakter. Yalnızlık insanın en temel sınavlarından biridir. Onunla kurduğu ilişki her bireyi farklı kararlar almaya hatta başka bir karakter olmaya sürükler. Örneğin Sarp için de bu böyle. O yüzden de Eda’ya tutunmaya çalışıyor. Can ise tutunamayanlardan olmuş. Toplumsal yapımız değiştikçe birey de buna uyum sağlamaya zorlanıyor. Uyum sağlayamayanlar da çözülüp gidiyor. Can da böyle bir çözülmenin içinde. Fener balığı dahi ona bu yaşama coşkusunu geri veremiyor. 

Filmde bulanık görüntüler, belirgin kamera tercihleri var. Karanlık ruhuna rağmen daha aydınlık tonlarda gezinen bir renk paleti eşlik ediyor. Filmde kullandığın görsel tercihlerden bahsedebilir misin?

Kuzey Avrupa sinemasındaki o yumuşak düşük kontrastlı tonları, bu filme ve bu filmin geçtiği mekâna çok yakıştırdım. Karanlıkla aydınlığın buluşmasını biraz da bulut-yağmur-gece-güneş gibi bir geçiş üzerinden kurguladım. Görsel tercihlerde kameranın akışkan, sokulgan bir yapısı olmasını hayal ettim. Nadiren omuz kamerası kullandım. Onun da filmde anlaşılacak bariz sebepleri var. Net alana uzun süre giremeyen karakterler de kararsızlıklarını, çelişkilerini böylece yansıtıyor gibiler. 

Geçmiş ve gelecekten bağımsız bir şimdide yaşamanın zorluğundan bahsedilir sık sık. Üzerinde çalışmakta olduğun üçlemeden referansla, filmlerin bu konuya nasıl bir yaklaşım sunuyor sence?

Tarif ettiğini müstakil bir şimdide yaşamayı çok isterdim. Ama bizler proje insanıyız. Bir hayal kurar onun peşinden koşarız. Duvara toslar, ağır eleştirilerle sarsılır, latif sözler duyunca sevinir, büyük başarılarla kendimizden geçer ama çoğunlukla esas neyin peşinde olduğumuzu unuturuz. Bu unutuş tehlikeli olsa da her yeni iş ve atılışta güç toplamak için gereklidir. Yanılınca ders alır, daha iyiyi hedefleriz. İyi filmler yapmak, geleceğe bir duyguyu, bir anıyı bırakmak, benzer duygudaki insanlara ulaşmak, ölüp gittiğimizde bizden bir parçanın bir şekilde yaşamaya devam ettiğini bilmek tek avuntumuzdur. Benim üçleme için de sinema için de genel yaklaşımım budur. 

  1. “Affedersiniz ama, sanat bir kodak fotoğrafı değildir.”: AVNİ LİFİJ

    1914 Kuşağı ressamları arasında yer alan Hüseyin Avni Lifij’in çektiği fotoğraflara odaklanan serginin ardındakileri, Necmi Sönmez ve Kerim Suner anlatıyor.

  2. 30. yaşında, A'dan Z'ye AÇIK RADYO

    Açık Radyo yayınlarından, kitaplarından, bültenlerinden, manifestolarından, basın açıklamalarından, dinleyici mektuplarından A’dan Z’ye, rengârenk bir derleme ile bir kez daha ve daima: #AçıkRadyoSusturulamaz 

  3. Gazpachonun kırmızısı, bitmiş aşkların hatırası: ALMODÓVAR’ın konuşan mekânlarında

    Terk edilmişler, röntgenciler, eski dostlar, yeni anneler… Etraf rengârenktir; olaylar çoğunlukla içinizden “Ne güzelmiş!” dedirten bir evde geçer. Mevzubahis Almodóvar; doğru bildiniz.

  4. MELİKE ŞAHİN ve AKKOR’un yapı taşları

    Melike Şahin ve albümde parmağı olan dost meclisi, AKKOR ve ardındakileri anlatıyor.

  5. Bol virajlı ve anıtsal su kaydırakları: MEMORIALS

    “Zamanın hatıralar ve hayal gücümüz yoluyla çok kişisel bir hâle bürünmesinden ilham alıyoruz.”

  6. Hatıraları eşelerken bugünde kalmak: ALEJANDRO ZAMBRA

    Alejandro Zambra yazma eylemine de kafa yoran biri. Yazı yazdığınız aletin -defter, daktilo veya bilgisayar, neyse artık o- yazdığınız şeyin içeriğini de biçimini de etkilediğini söylediğinde ona hak vermeye mecbursunuz.

  7. Beraberken dinlediğimiz müzikler ve hissettiklerimiz çeşitlenebilir mi?: HUM

    Ambient ve etrafındaki müzik türlerine alan açma arzusuyla kulüp dışı mekânları mesken edinen yeni DJ etkinlik serisi Hum’ı yaratıcıları Berk Çakmakçı ve Günseli Ferel’le konuştuk.

  8. HAV HAV!: Teenage Kicks

    Hav Hav! üyeleri, büyürken dinledikleri müzikleri ve bu müziklerin üzerlerinde bıraktığı tesiri anlatıyor.

  9. Şimdinin hafifliğinde: DENİZ ERDEN ile şarkı şarkı ANICCA

    Anicca’daki parçaları birer birer didiklerken; Deniz Erden'le müzisyen yaşamı, göç, meditasyon, İstanbul, deniz ve dahası hakkında da konuştuk.

  10. Kâğıtların mistik dünyasında bir öz keşif yolculuğu: AAFİ 

    Issız ve tavizsiz Sungak topraklarını, mistik güçler ve varoluşsal sorular eşliğinde arşınlayacağımız Aafi hakkında merak ettiklerimizi Korgün Akgün'e sorduk.

  11. Yaşamın içinden yaşam arayışı: NEREDEYSE KESİNLİKLE YANLIŞ

    Hanna’nın baktığı gökyüzüne çevirirken kamerasını, bizleri genç bir göçmen kadının hikâyesine götürüyor Cansu Baydar.

  12. İkinci şanslar ve zamana meydan okumak: ADAM FAWER

    “Sadece yarın için yaşamamalısınız; çünkü yarın hiç gelmeyebilir.”

  13. RIOT GRRRL’ün sinemadaki sesleri

    “ÇÜNKÜ kendi anlamlarımızı yaratmak için üretim araçlarını ele geçirmeliyiz.” - Riot Grrrl Manifestosu

  14. 3 soruda IŞIK GÜNER ve resimlediği yabani bitkiler

    "Yaygın, nadir, tehlike altında ya da endemik olduğuna bakmaksızın; içinde bulunduğum coğrafyada doğal olarak yaşayan türleri resmetmek benim için en büyük tutku hâline geldi. Çeşitliliği keşfettim."

  15. Yalnızlık sınavında full çekenler: KIVANÇ SEZER ile 8x8 üzerine

    Kıvanç Sezer ile 8x8’in nasıl ortaya çıktığına, şehir ve mekânla kurduğu ilişkiye, hayattaki avuntulara, yılgınlıklara ve tutkulara dair bir sohbete oturduk. 

  16. 45 Albüm: Ekim 2024 best of

    “Ne dinlesek?” diye soranlara, ekim ayından yerli – yabancı karışık 45 albüm.

  17. Hotel Milano, Yaz Köpekleri ve bu ay başka ne okusak?

    Ekim 2024’te yayımlanmış, merak uyandıran kitaplar.

  18. Künye

    .