“Bir gün kasabaya bir tilki gelir ama kimse onu orada istemez. Herkes büyük köpeğe tilkiyi kasabadan kovmasını emreder. Köpek tilkiyi kovalar, tilki köpeği kovalar, köpek tilkiyi kovalar, tilki köpeği kovalar. Sonunda, Zeus ikisine de çok kızar ve taşa çevirip gökyüzüne fırlatır.”
Hanna’nın baktığı gökyüzüne çevirirken kamerasını, bizleri genç bir göçmen kadının hikâyesine götürüyor Cansu Baydar. Gördüğümüz kadınla Türkiye’nin herhangi bir sokağında karşılaşmak mümkün. Bir film karakteri olarak ise denk gelmesi zor. Sokakta yanından geçtiğimiz hâliyle aramızda çünkü Hanna karakteri bu filmde; hayalleri, arzuları ve bütün sıradanlığıyla mevcut. Bu yönüyle bir zoru başarıyor Cansu Baydar ve ortaya sömürülmeden, abartılmadan, hayatın gerçekliği içinde varolan bir hikâye çıkıyor. Gökyüzünün aşağısından Hanna ile bakmak, gökyüzünün hizasından Hanna’nın arkadaşlarını görmek veya Zeus’un taşa çevirip gökyüzüne fırlattığı bir takımyıldızına dönüşmek de mümkün.
Neredeyse Kesinlike Yanlış’ın yönetmeni Cansu Baydar ile filmini, Hanna’yı ve kendisinin baktığı gökyüzünü konuştuk.
“Her hikâyenin kendi doğasına uygun bir şekli var ve Hanna’nınki, kısa film formatında anlatılmak üzere doğdu. Evet, bu filmin hikâyesi zamanla uzamaya ve başka bir metraja dönüşmeye çok hazır bir hikâyeydi ama başından beri aklımda hep kısa bir film yapmak vardı.”
Öncelikle Neredeyse Kesinlikle Yanlış’ı hiç duymayanlar için filmin yapım sürecinden ve festival yolculuğundan bahsedebilir misin? Prömiyeri 81. Venedik Festivali’nde yapmak sizin için nasıl bir başlangıç oldu?
Filmin senaryosunu yazmaya 2021’de başladım. Bu süreçte Akbank Kısa Film Festivali’nden En İyi Senaryo Ödülü, Küçükçekmece Film Ofisi’nden En İyi Proje Ödülü ve Culture Civic Destek Programı’ndan yerel hibeler fonu kazandık. 2021’den bu yana giderek daha da zorlaştı bir filmi finanse etmek ama bu süreçte de filmin harika, oldukça geniş bir yapım ekibi oluştu. Kolektif bir çabayla Kasım 2023’te sete girdik. Çekimlerden önce oyuncularla iki aylık bir prova süreci geçirdik. Oyuncu koçumuz Kutay Sandıkçı ile birlikte Hanna ve Nader’i oynayacak oyuncularımız Rahaf Armanazi ve İsa Karataş’ın vakit geçirip tanışmalarını sağladık. Görüntü yönetmenimiz Barış Özbiçer’in de ekibe dâhil olmasıyla birlikte hareket çalışmalarını mekânlara taşıdık. Hikâyede Hanna, Suriye’den İstanbul’a göç etmiş ve Almanya’ya taşınmayı hayal eden genç bir kadın. Bana göre köprüde geçen bu hikâyenin duygusunu yakalayabilmek adına, iç mekânlarda iki odayı koridorla bağlayan yapılar tercih ettik ve oyuncu ile kamera hareketlerini de bu temanın üzerine kurduk. Çekimler dört gün sürdü ve Dolapdere, Tarlabaşı, Yenikapı gibi farklı semtlerdeydik. Ardından Fongogo üzerinden kitlesel fonlamada çok insanın katkılarıyla kurgu sürecini finanse ettik, filmi tamamladık ve festivallere göndermeye başladık. Mart ayında filmi bitirmiştik ve kısa süre içinde Venedik’ten dönüş aldık. Filmin festival yolculuğu hızlı başladı diyebilirim. 🙂 Venedik Film Festivali’nde prömiyer yapmak bizim için çok güzel ve motive edici bir başlangıç oldu. Sonrasında dünyada önemli bir dağıtım şirketi olan Lightson ile anlaştık. Farklı ülkelerden filmlerle bir araya gelmek, dünyanın her yerinden sinemacılarla kusursuz teknik donanımlı bir salonda filmi izlemek delirten bir mutluluktu.
Hanna’nın hikâyesini anlatmayı ilk hayal ettiğinde kafanda canlanan bir kısa film çekmek miydi? Kısa filmlerin Türkiye’de hak ettiği değeri gördüğünü düşünüyor musun? Neredeyse Kesinlikle Yanlış prömiyerini Venedik’te yapan bir uzun metraj film olsaydı daha mı çok konuşulurdu?
Aslında hikâye anlatıcılığının kendisiyle ilgileniyorum ve başka formlara da çok merak duyuyorum. Henüz gerçekleştiremediğim başka biçimler de var. Kişisel bir sanatçı kitabı hazırladım ve toplumsal trajedilere dair ajanda oluşturduğum arşiv çalışmalarım oldu. Hanna’nın hikâyesine de diğer projelerimde olduğu gibi kendi kaygılarımdan kaçmak için başladım. Her hikâyenin kendi doğasına uygun bir şekli var ve Hanna’nınki, kısa film formatında anlatılmak üzere doğdu. Evet, bu filmin hikâyesi zamanla uzamaya ve başka bir metraja dönüşmeye çok hazır bir hikâyeydi ama başından beri aklımda hep kısa bir film yapmak vardı.
Türkiye’de kısa filmlerin hak ettiği değeri görüp görmediği sorusuna gelirsem, tecrübem kadarıyla Türkiye’de kısa filmlerin sıkı takip eden kalabalık bir seyirci kitlesi var. Kısa film, hikâye anlatıcılığının bir formu. Daha özgün anlatılar kurabileceğin, daha özgür bir form bana kalırsa. Yönetmen için hem kendini hem de anlatım biçimini keşfetmesi için fırsat. Bir uzun metraj filmi hayata geçirmek, özellikle bütçe açısından çok zorlu bir süreç. Kısa film, yönetmene bu yolda önemli bir adım da sağlıyor. Diğer yandan dünyada birçok yönetmen kariyerleri boyunca yalnızca kısa film yapmayı tercih edebiliyor. Türkiye’de de bu forma olanak sağlayan fonlar mevcut ancak bütçe anlamında bu fonların verdiği destek, maalesef kısa filmlerin yapım sürecine hiçbir şekilde ışık tutmuyor. Türkiye’deki festivallerde de açıkça uzun metraj filmlerle kısa filmlere farklı bir muamele söz konusu. Festivalin yapısını oluşturan her bir birimin festivallerine olan saygı ve sorumluluğunun gereği olarak form gözetmeksizin seçkisine aldığı filmler arasında eşitliği sağlaması gerektiğine inanıyorum. Burada gösterim yapılacak salonların teknik donanımını ve filmlerin seyircilerle buluşabilmesi için hazırlanan tanıtım materyalleri ile sosyal medya duyurularını kastediyorum. Sinemacılar kendi aralarında bunu zaten kurmuş durumda. Bu da bir filmin tüm yapım süreçlerine hâkim olmanın getirdiği bir şey olsa gerek. Festival organizasyonlarının da aynı titizlikle bu eşitliği gözetmeleri gerekiyor.
Daha çok konuşulmasına gelirsek, uzun ya da kısa metraj olduğunda bir farkı olacağını sanmıyorum. Bir filmin hangi süreçlerden geçip perdeye yansıdığını bilen film sektörüne emek veren herkes, hangi seyirciye ulaşırsanız ulaşın heyecanınızı sizinle paylaşıyor. Hepimiz birbirimizden etkileniyoruz ve başkalarını da etkiliyoruz. Filmler ve film yapmak evrensel bir duygudaşlık taşıyor; bu, sinemanın doğasında olan bir şey. Yani, “Uzak dur, yanarsın; fazla yaklaşanı hüüüp diye içine çeker sinema, bi daha da kurtulamazsın.” 🙂
Film isimleri üzerine çok fazla düşünür ve oluşum hikâyelerini de çok merak ederim. Bazı filmlerin ismini beğenmeyip yeni isimler aradığım da olur hatta. Bu film bittiği anda filmin başka bir ismi olamazmış gibi hissettim ve filmi tamamlayan hâlini çok sevdim. Filmin ismi nasıl şekillendi? Sence nedir Neredeyse Kesinlikle Yanlış olan ve seni bu isimde yoğunlaştıran?
“Neredeyse Kesinlikle Yanlış”, sinema öğrencisiyken aldığım seçmeli felsefe derslerinde Thomas Nagel’ın okumaları sırasında karşıma çıkan bir kitabın alt başlığıydı. Kitabın tam adı Mind and Cosmos: Why the Materialist Neo-Darwinian Conception of Nature Is Almost Certainly False. Nagel’ın bu kitapta da yer alan “Bir Yarasa Olmak” makalesi benim kişisel tarihim için de önemli; çünkü kurmaca yazmayı hep bu makaleyle özdeşleştirdim. Nagel’ın makalesi, bir başkasının -mesela bir yarasanın- deneyim dünyasını tam olarak anlayamayacağımız fikri üzerine kurulu. Tam anlamıyla asla kavrayamayacağım şeyleri, kendi duygularım ve tecrübelerim üzerinden anlamaya çalışıyorum. Yazarken tamamıyla o karakter olmaya çalışıyorum ama nafile bir çaba. Kim bilebilir ki bir yarasa olmak nasıl bir şey? Bu hikâyeyi anlatma cüretimi sorgulayan, kendime yaptığım bir şakaydı aslında filmin adı. İlk başta yazarken beni motive ediyordu. Ama elbette aynı zamanda, dünyanın düzeninin bütünüyle yanlış olmaya ne kadar yakın olduğunu düşündüren bir anlam taşıyor benim için. Nedenlerden ziyade sonuçlar üzerine konuştuğumuzu düşünüyorum ve bu da çare bulmakta yetersiz kalmamızla sonuçlanıyor. Göçmen krizi diyoruz ama aslında savaştan ve insanlığa karşı suçlardan söz etmeliyiz. Bunları toplumsal olarak doğru konumlandırmadıkça bu şiddet döngüsünün içinden de çıkamıyoruz.
Bir göçmen hikâyesini hep izlediğimizden farklı tasarlanmış, hayattan keyif almaya çalışan, güçlü ve umutlu bir kadın karakter üzerinden izlemek kendi adıma çok iyi hissettirdi. Filmde Hanna’nın karakter tasarımında neredeyse-kesinlikle hiçbir klişe yok. Karakteri yaratırken ilham aldığın kişiler ve hikâyeler oldu mu?
Öncelikle yorumun için teşekkür ederek başlayayım, çok mutlu oldum. Hikâyeyi yazdığım dönemde Virginia Woolf’un Üç Gine kitabını okuyordum. Woolf bu kitabı 1938’de bir adamın kendisine savaşın nasıl engellenebileceğini sorduğu bir mektuba cevaben yazıyor ve savaşın kökenlerinin toplumsal eşitsizliklerde; özellikle de kadınların eğitimden, ekonomik fırsatlardan ve karar alma mekanizmalarından dışlanmasında yattığını savunuyor. Faşizmin ve savaşın ataerkil baskıcı yapılarla doğrudan ilişkisini tartışıyor. Woolf’un bu manifestosu hikâyeye, özellikle Hanna karakterine kesinlikle çok şey kattı. Sonrasında Hanna karakterini canlandıran Rahaf’la karakterin tavrına çalışırken ona iki filmden referans verdim: Duvara Karşı’nın Sibel’i ve Fish Tank’in Mia’sı.
“Kimsenin doğup büyüdüğü yerden ayrılmakla ilgili sonsuz bir gönül rahatlığı olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden göç konuşurken ‘zorla yerinden edilme’ kavramı üzerine konuşmamızın kıymetli olduğuna inanıyorum.”
Filmdeki gökyüzü metaforu üzerinden yola çıkarsak Hanna’nın baktığı gökyüzü ile kardeşi Nader’in baktığı gökyüzü arasında nasıl farklar var sence? Bir yetişkinin ve bir çocuğun göçmenlik dertleri sence nerelerde kesişiyor ve nerelerde benzeşiyor?
Hanna, hayallerini şekillendirmekte direnen, hayattan keyif alan bir karakter. Gökyüzüne bakarken kendi hikâyelerini yazıyor ve hayal dünyasında geziniyor. Nader ise gökyüzüne farklı bir gözle bakıyor. Uçaklara olan merakıyla, savaşın getirdiği yıkımı ve tehdidi oyunla karıştırıyor. Ablasından gelecek öfkeye bile talip. Bir yetişkinin ve bir çocuğun göçmenlik dertlerinin kesişen-ayrışan yönlerini tam olarak bilemiyorum ama bu hikâyede yetişkinliğe zorlanmış, hâlâ çocuk olan iki insan kurguluyorum diyebilirim. Hanna, zorunlu ebeveyn rolünde bulurken kendini; Nader de zaman zaman bu coğrafyadaki abi ya da baba ceketini giymeye çalışıyor.
Peki senin baktığın gökyüzünden göçmenlik nedir ve seni bu konuyu anlatmaya iten sebepler nelerdir?
Babaannem 20’li yaşlarında Yunanistan’dan Keşan’a göçmüş. Çocukluğum bu göç hikâyelerini dinleyerek geçti. 14 yaşında ailemin yanından ayrılıp liseyi yatılı okumak üzere İstanbul’a yerleştim. 19 yaşında üniversitenin ilk yılı için Berlin’e gittiğimde This Is Afreeka
(2014) adlı bir belgesel çektim; hareket özgürlüğünü savunarak 29 gün boyunca Würzburg’tan Berlin’e yürüyüp şehrin ortasında bir parkı eylem alanına dönüştüren bir grup mültecinin röportajlarından oluşan kısa bir belgeseldi ama bu meseleye bakmaya olan ilgimi geçmişimle bağdaştıramıyordum henüz. Neredeyse Kesinlikle Yanlış’ı çekmeden önce ise Gümülcine’ye babaannemin doğduğu evi ziyarete gittim. Çocukluk arkadaşlarıyla tanıştım, çocukluk anılarını onlardan dinledim. Kimsenin doğup büyüdüğü yerden ayrılmakla ilgili sonsuz bir gönül rahatlığı olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden göç konuşurken “zorla yerinden edilme” kavramı üzerine konuşmamızın kıymetli olduğuna inanıyorum. Hikâyemde zorla yerinden edilmiş bir kadının daha iyi bir hayat arayışına odaklanıyorum. Bu yaklaşımın, göçmenleri hedeften alıp savaşı, savaşın nedenlerini ve faşizmi ortaya oturtacağına inanıyorum.
Neredeyse Kesinlikle Yanlış önümüzdeki süreçte nerede ve nasıl izlenebilir?
Film, Venedik’teki dünya prömiyerinin ardından Türkiye prömiyerini Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yaptı. Ayrıca Bakü Film Festivali’nde ve Kuzey Makedonya’daki Tetova Film Festivali’nde de gösterildi. Kasım ayında Almanya’da Cottbus Film Festivali’nde, Türkiye’de ise İzmir Kısa Film Festivali ve Güzel Ordu Film Festivali’nde izlenebilecek. Gösterimler ve festivallerle ilgili duyuruları @almostcertainlyfalse adlı Instagram hesabımız üzerinden yapıyoruz. İstanbul’da da festival gösterimleri olacak. Henüz bir platform anlaşmamız yok ancak olursa yine filmin hesabımızdan duyuruyor oluruz.
Üzerine çalıştığın yeni projelerin var mı? Varsa hangi konuları dert ediniyor, hangi yüklerini atmak istiyorsun?
Dönemin hafızasını tutan temalar her zaman ilgimi çekiyor. Bu soruyu şimdilik biraz genişten alıp bireysel tecrübeler aracılığıyla toplumsal travmalarımıza bakmaya çalıştığım bir film projesi üzerinde çalışıyorum diyebilirim.