Terk edilmişler, röntgenciler, eski dostlar, yeni anneler… Kusurlu komikler ya da melankolik kaybedenler, tesadüflerle dolu bir olay örgüsünün iplerinde cambazlık eder, İspanyol sıcağını arkalarına alıp karşılarına çıkan tabuları bir bir devirirler. Etraf rengârenktir bu esnada; olaylar çoğunlukla içinizden “Ne güzelmiş!” dedirten bir evde geçer. Mevzubahis Almodóvar; doğru bildiniz. Bugünün gözüyle izlediğimizde anlam veremediğimiz, “Ne kadar ileri gidebilirim?” hırsına sinirlendiğimiz birkaç işi olsa da kadınların ve kuirlerin mücadelesine ortak eden dünyalarının kendine has büyüsüne hâlâ kapılmadan edemediğimiz biri o. Kapılmadan edemediğimiz bir başka şey de arzu nesneleriyle doldurduğu set tasarımları. Geçtiğimiz hafta vizyona giren son uzun metrajı The Room Next Door vesilesiyle Almodóvar’ın mekân takıntısına kafa uzatarak, filmlerindeki ilham cenneti evlerin hikâyelerinde dolaştık.
Her mektup bir hazinedir
Küçük Pedro 1950’lerin İspanya kırsalında, çok kadınlı bir ailede; onların arkadaşlarıyla yaptığı gündelik hayat konuşmalarının, dedikoduların arasında; evlerin, özellikle “kadınların alanı” olan mutfakların sesini dinleyerek büyüdü. Gelenekler, sonradan isyan edeceği toplumsal roller, dayatmalarla o sohbetler esnasında tanıştı.
“İkimiz de farkında olmadan, annemden çok şey öğrendim.” diye andığı, filmlerindeki kadın temsillerini yaratırken ilham aldığı, pek çoğunda cameo olarak yer de verdiği Francisca Caballero; evinden, okuma yazma bilmeyen komşularına mektup hizmeti verirdi. Biraz oyuncu bir işti bu zira Francisca, hem okurken hem de yazarken, mektupların muhatabına sevildiğini hissettirecek küçük numaralar yapmayı huy edinmişti. Pedro o zamanlar annesini bu konuda uyarırdı; büyüyünce ise gerçekle kurmaca arasındaki bu akışkanlıkla bizzat uğraşmaya karar verdi. Hikâye denen şeyi öyle çok sevdi ki kendisi de anlatmak istedi.
17’sinde sinema okuma heyecanıyla Madrid’in yolunu tuttu ancak üniversitesi, “komünist yuvası” olduğu gerekçesiyle kapatıldı. Onun için en önemlisi orada olmak, yapabileceklerini keşfetmek ve üretmekti, hâliyle boyun eğmedi; Telefónica’da çalışarak aldığı Super 8 kamerasıyla kısa filmler çekti, çeşitli tiyatro gruplarına katıldı, gazete ve dergilere yazılar yazdı, bir punk-glam duo’sunda müzik yaptı. O yıllar genç Pedro’yu, faşist diktatör Franco’nun 1975’teki ölümünün ardından öncülerinden olacağı La Movida Madrileña’ya hazırladı. Bu karşı kültür hareketi, Franco döneminin baskıcı, sansürcü, dışlayıcı, şiddetçi düzenine hazcılığın alabildiğine açık anlayışıyla yanıt veriyordu. Bir tür dirilme, canlı olduğunu kanıtlama girişimiydi; hâliyle daha ışıklıydı, daha fazla renk görüyor ve başkalarının da gözlerini kamaştırmak; seks, kimlik gibi meseleleri konuşabilmek istiyordu.
Pedro, La Movida’nın bakışıyla 1978’de bakkalda çalışan bir genç kadın ile gitar çalan kör sevgilisinin tuhaf ilişkisini anlatan Folle… folle… fólleme Tim! / Fuck… Fuck… Fuck Me, Tim! ve 1980’de; tecavüze maruz kaldığı failden intikam almak isteyen genç bir kadın, lezbiyen bir punk şarkıcısı ve mazoşist bir ev hanımının Madrid’deki yaşamına odaklanan Pepi, Luci, Bom y otras chicas del montón / Pepi, Luci, Bom and Other Girls like Mom’u yayımladı. Artık Almodóvar’dı.
Bu paletin renkleri şehvetle şefkat arasında gezinir
Evlerimiz, nasıl biri olduğumuz hakkında pek çok şey söyler. Bir ev, kamusal alanın öngörülemez çeşitliliğine karşın bir hikâyeciye, karakterinin iç dünyasını bir atmosfere yayabilmesi adına çok daha geniş imkânlar tanır. Almodóvar’ın iç mekânlara, bilhassa evlere olan ilgisi, çocukluğunu biçimlendirmiş anıların merkezinde evi görmesiyle başlıyor; olayların geçtiği yere fazlasıyla önem veren, özenle kurulmuş setleriyle meşhur klasik Hollywood sinemasına duyduğu sevgiyle katlanıyor. Franco sonrası İspanyası’ndaki yeni yaşamın, geçmişle hesaplaşmaya yetecek başkaca unsurlar arasına sızdığı eklektik, renkli, konuşkan Almodóvar evleri böyle inşa oluyor.
Yönetmenin uzun yıllar birlikte çalıştığı yapım tasarımcısı Antxón Gómez, “Pedro için iç mekân tasarımı, filmdeki bir karakterdir.” diyor. Bugün “Almodóvarian” tabiriyle kullanılan stili çağrıştırmanın yolu, birtakım bileşenleri sabit tutmaktan geçiyor pek tabii. Bunlar; kırmızının baskın olduğu, onu ana renklerin takip ettiği bir palet, gelenekselle moderni buluşturan tasarım kararları, takıntılı bir biçimde tekrarlanan dairesel formlar, kitsch estetiğine açıklığın yanı sıra kişisel zevkleri vesilesiyle dâhil ettiği 20. yüzyıl ikonik mobilyaları ve sanat eserleri olarak özetlenebilir. Amaç, pop görüntüler oluşturmanın çok ötesinde; öykülere bir katman daha eklemek için karakterlerin duyguları üzerinden nesneleri anlamlandırarak, bir sembolizm yaratmak daima.
İlk adımın ne olduğunu muhtemelen tahmin ettiniz. Gómez, Almodóvar setlerini, nesneleri yerleştirdikleri temel bir renk tuvali olarak gördüklerini söylüyor. Yönetmen ise bunun sebebini şöyle açıklıyor: “Renk, filmlerimde beni en çok ilgilendiren şeyi tamamen izole ediyor: Hikâyenin kendisi ve karakterlerin duyguları.” 1988 yapımı Mujeres al borde de un ataque de nervios / Women on the Verge of a Nervous Breakdown’da bitkileriyle, şezlonguyla özündeki anaç, yumuşak, keyifçi hâlini bugün ikonikleşmiş nefis terasından okuduğumuz Pepa’nın, yatağını yakan bir kadına dönüşüp; kendisini aldatan, terk eden sevgilisini cezalandırmak için hazırladığı, sonradan ortalığı çokça karıştıracak gazpachoyu bildiniz mi? İşte parlak renklerin, karakterin karanlık ruh hâline keskin bir tezat oluşturarak nasıl hikâye kurduğuna dair Almodóvar sinemasında en iyi çalışan örneklerden biri.
Sözü gazpachonun kırmızısına getirmişken, Almodóvar’ın bu güçlü rengi sinemasının mührü olarak seçmesinin sebeplerini de kurcalayalım. Yaşadığı toplumsal baskıya isyan etse de yurduyla, kültürüyle derin bağ kuran bir yönetmenden bahsetmekteyiz. Malumunuz kırmızı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi İspanya’da da tutkuyu, kanı ve ateşi temsil ediyor; herhangi bir Almodóvar filminin dert ettiği arzu kazısını, yönetmenin üzerinde dolaşmayı fazlaca sevdiği şehvet – şefkat hattını simgelemek için tertemiz bir çıkış noktası bu. Julieta’daki (2016) kanepeyi, Dolor y gloria / Paind and Glory’deki mutfağı hatırlamak taşları yerine oturtmuş olabilir.
Burada bir parantez açmakta fayda var. Almodóvar’ın kendine ve sevdiklerine sahip çıkan, mücadeleci kadınlarının neşeyle ikram ettiği ya da karanlık planlarına ortak ettiği yemekleri hazırladığı, bazen haklarını aradığı, bazen de büyük sırlarını sakladığı mutfaklar, her zaman dikkate değer. Carmen Maura’nın Pepa suretinde yaptığı o gazpachonun içinde domates, salatalık, biber, soğan, sarımsak, yağ, tuz, sirke, ekmek kırıntısı ve suyun dışında bir avuç Valium da olduğunu mutfak biliyor mesela.
Yiyecekler, Manuela’nın Todo sobre mi madre / All About My Mother’da yaptığı gibi sevginin iletildiği bir alan olmuyor hep, gerektiğinde bir silaha dönüşüyorlar; bazen de mutfağın kendisi tutuşturuyor silahı karakterin eline. 2006 yapımı Volver’de Penélope Cruz’un hayat verdiği Raimunda’nın, kızına cinsel saldırıda bulunan kocasını bıçakla öldürdüğünü de mutfak biliyor. Mutfak bazen domates, bazen de kan kokuyor Almodóvar evreninde ama her hâlükârda kırmızıyı seviyor. Almodóvarian estetiğin göz bebeği kırmızı başka nerelerde var diye merak edenlere Jorge Luengo Ruiz’in bu güzel kurgusuna bakmaları tavsiye edilir.
Yönetmen, içgüdüsel çekiminin yanı sıra kırmızının teknik olarak da işine yaradığını şöyle anlatıyor: “Sanırım onu yoğunluk kattığı için kullanıyorum. Mesela bir gece sahnesi çekiyorsanız kırmızı, bir parlaklık verecektir. Filmlerimdeki tüm arabaların kırmızı olmasının nedeni de bu. Kırsala kırmızı bir araba koyarsanız, oradaki doğal renkleri güçlendirir.” Ya kontrastın diğer tarafı? Sarı, mavi ve yeşilin çoğunlukla daha sakin tonlarını görürüz orada. Bir de palete giremeyenler var; yönetmenin yeterince dramatik ve naturel bulmadığı pembeler, leylaklar ve çoğunlukla kaçınılan beyazlar gibi.
Ev denen şey bir iç, bir ruh hâlidir
Renkler kadar desenler, dokular da konuşuyor Almodóvar filmlerinde. 1999 yapımı Todo sobre mi madre / All About My Mother’da oğlunun ölümünden sonra, çocuğunun hiç tanımadığı babasını aramak için Madrid’den Barselona’ya gelen Manuela’nın yaşadığı geçici daire solgun renklerde, geometrik örüntülü bir duvar kâğıdıyla kaplıdır örneğin. Karakterin mücadele ettiği belirsizliğin, zihnindeki girdabın taşıyıcısı olur duvarlar. Aynı gün doğum yapan iki kadın üzerinden annelik deneyimi hakkında düşünen Madres Paralelas / Parallel Mothers’ta (2021) ise büyükannesinin bir dileğini gerçekleştirmek isteyen Janis’i aileden kalma kasaba evinin mutfağında görürüz; bu kez fayansın deseni ve ahşabın dokusu, İspanya’da geçmiş jenerasyonların ev hayatına dair bilgi verir.
Almodóvar filmografisindeki ilk İngilizce yapım, 2020’ye tarihlenen Tilda Swinton başrollü Jean Cocteau uyarlaması bir kısa metraj: The Human Voice. Yine sinir krizinin eşiğinde, terk edilmiş bir kadınla baş başayız; eski sevgilisinin gelip bavullarını almasını bekliyor. Bir sesli çekim stüdyosuna ev inşa eden film, yarattığı set içinde set mantığıyla yönetmene annesinin mektup işçiliğinden yadigâr kalan gerçekle fanteziyi karıştırma işini doğrudan mekânsallaştırıyor.
Burada mobilyalar konuşuyor; bugün bitmiş bir ilişkiden kalanlar anlatıyor hikâyeyi. Almodóvar’dan beklenen zıtlaşma; nane yeşili duvarlar, kişisel koleksiyonundan gelen kıvrımlı ahşap bar, çita desenli art deco sandalyeler gibi mekânsal unsurlardaki yumuşak his ile Swinton’ın isimsiz karakterinin sert imajı arasında oluşuyor bu kez. Girişten yatak odasına doğru ışık loşlaşıyor; kıyafetler hafifledikçe, kırılganlıklar meydana çıkıyor. Bu kalabalık, özenli görüntü, ardında derin bir yalnızlık tarif ediyor.
Yönetmenin pandemiye denk gelen sürede çıkardığı bir başka yalnızlık anlatısı da Dolor y gloria / Pain and Glory (2019). Burada seyircisini kendisine bir ölçüde yaklaştırıyor zira Antonio Banderas’ın canlandırdığı baş karakter Salvador Mallo, bir tür alter ego ve filmde yaşadığı ev de birebir aynısı olmasa bile Almodóvar’ın Milano’daki dairesini kopyalıyor. Çektiği şiddetli ağrılar ve depresif modundan dolayı üretme konusunda ümitsizliğe kapılıp eve bağımlı hâle gelen bir yönetmen, ona arkadaşlık eden sanat eserleri ve ikonik tasarımlarla dolu evinde geride kalan ömrüne, keşiflerine, kayıplarına bakıyor bu hikâyede.
Salvador’un kazandığı her şeyi onlara harcadığını söylediği havalı objeleri kişisel bir müze atmosferi yaratarak, tam da Antxón Gómez’in dediği gibi mekânı ayrı bir karaktere dönüştürüyor. Kırmızının vurgusu İtalyan mimar Vico Magistretti’nin Compasso D’Oro ödülüne uzanmış pop başyapıtı Eclisee lambası, Hollandalı tasarımcı Gerrit Rietveld’in 70 yaş üstü ikonik koltuğu 637 Utrecht Armchair gibi parçalara emanet edilmiş örneğin. Bu filmde renk paleti daha esnek, yani beyazlara yer var; İspanyol tasarımcı Patricia Urquiola’nın Fjord H sandalyeleri Salvador’un yemek masasını çevreliyor, Fornasetti’nin kelebekler uçuşturan Cabinet Farfalle dolabı balkona doğru gülümsüyor.
Almodóvar’ın duvarlarında karakterlerini özetleyen harika resimler görürüz. The Human Voice’ta yatağın arkasına asılmış Artemisia Gentileschi eseri Venus and Cupid, aşkın hatırasını, ânın yalnızlığını isimsiz kahramanının öyküsünde ortaya koyarken; Pain and Glory’deki Guillermo Pérez Villalta işi Artista Viendo un Libro de Arte, Salvador’un yaşamını yönlendiren yaratıcı merakı yansıtıyor.
Yönetmen kimi zaman da dekor olarak göstermeden, kadrajda bir çeşit replikasını üreterek bağdaştırıyor sanat tarihine damga vurmuş resimler ve karakterlerini. 2004 yapımı La mala educación / Bad Education ’da, sinema serüveninin ilk yıllarında “Keşke set tasarımlarımı yapsa.” diye hayal ettiği David Hockney’nin Portrait of an Artist (Pool with Two Figures) (1972) ve Peter Getting Out of Nick’s Pool (1966) adlı işlerini Gael García Bernal canlandırıyor örneğin; René Magritte’in sayısız sanatçıya ilham vermiş The Lovers’ı (1928) ise 2009 tarihli Broken Embrances’ta hareketleniyor.
Resimlerde ikonikleşmiş kimi mekânlar Almodóvar hikâyelerine hizmet edecek biçimde yeniden inşa oluyor ya da. Edward Hopper’ın Nighthawks’unun (1942) 1987’ye tarihlenen La ley del deseo / Law of Desire’da, yine Hopper’ın Morning Sun’ının 1988 çıkışlı Women on the Verge of a Nervous Breakdown’da yorumlandığı gibi.
Konuşacak ne kadar çok şey var, değil mi? Almodóvar dünyaca tanınmış bir sinema figürü, gerçek bir sanatçı olmasının yanı sıra tasarım bakış açısını da erken yaşlarından itibaren özümsemiş biri. Filmlerinde kullandığı tüm unsurlar, didiklediği temalara dair muhakkak bir söz söylüyor. Müziklerden karakterlerinin giyimine, jeneriklerde kullandığı grafiklerden repliklerin yankılandığı odaların görünüşüne kadar anlatılarını bütün hâline getiren her parça aynı dili konuşuyor. O dilin alfabesini ise sanki mekânlar kuruyor.
Yönetmenin Tilda Swinton ve Julianne Moore’u bir araya getiren Altın Aslan’lı son işi The Room Next Door’da da ikiliye üçüncü başrol olarak Madrid merkezli mimarlık bürosu Aranguren + Gallegos tasarımı brutalist bir yapı, bir ev eşlik ediyor. Bu kez yapım tasarımını Inbal Weinberg’in üstlendiği filmde biri ölümü bekleyen iki eski arkadaşı buluşturmakla görevli bu mekân, bir çam ormanına bakan bir dizi açılı hacmi birbirine bağlayan, cephelerine yerleştirdiği geniş camlarla olabildiğince şeffaf görünen, son günlerini yaşamakta olan biri için doğanın şifasını talep eden bir mabet. Çarpık geometrisiyle karakterleri arasındaki karmaşık dinamikleri işaret ederken, modernist sakinliğiyle yatıştırıyor. Bu kavuşma nelere sahne olacak, tek kareyle bile merak uyandırmayı başarıyor.