Smithereens, baş karakteri Wren’in, üzerinde “Bu kim?” yazılı fotoğraflarını New York metrosunun çeşitli yerlerine yapıştırarak kendi görünürlüğünü şehre yaymaya başlamasıyla açılır. Wren, punk rock müziğin peşinde şehirleri dolaşırken New Jersey’den New York’a gelmiş oradan da Los Angeles’a geçmenin planlarını yapmaktadır. Çünkü punk rock artık Los Angeles’a yönelmeye başlamıştır ve Wren’in eylemi yolda olmak, harekete geçmek ve hayata karışmak üzerinedir.
Susan Seidelman’ın Smithereens’ini ne zaman düşünsem, Wren’in hayallerini ve hayal kırıklıklarını yan yana koyup bazen ufak bazen de büyük adımlarla ilerlemeye çalıştığı dünyasında cis-hetero erkeklerin ortaya koyduğu engellerin nasıl heves kaçırıcı olduğu da canlanır gözümün önünde. Ve tüm bunlarla beraber Riot Grrrl Manifestosu’nda yer alan “ÇÜNKÜ kendi anlamlarımızı yaratmak için üretim araçlarını ele geçirmeliyiz.” maddesi gelir aklıma. Tüm heves kıranlara inat kendi varlığını, sesini, yaptıklarını ve yapmak istediklerini, attığı her adımla dünyaya duyuran bir ses yankılanıyor bu cümlede. Aynı Wren’in punk rock’ı kıyafetlerinden tavrına kadar her zerresinde yaşaması gibi. Onun Eric’le ve Paul’la ilgili yüzleşmek zorunda kaldığı anlarda Wren’in yanına elimde Riot Grrrl Manifestosu’yla gitmek istediğimi fark ettim. Bu manifestonun bir maddesinde yazdığı gibi:
“ÇÜNKÜ biz başka birinin (erkek) neyin olup olmayacağına dair standartlarıyla asimile olmak istemiyoruz.”
Aslında aklımda yeniden Smithereens’in canlanması, Riot Grrrl Hareketi ve Manifestosu’nun en önemli isimlerinden Kathleen Hanna’nın biyografik kitabı Rebel Girl’ün yayımlanmasıyla oldu. Bu filmle ve Rebel Girl’le beraber manifestoyla bağlantılı bulduğum birkaç film daha belirdi üstelik zihnimde. Kafamın içinde hem bu filmlerin hikâyeleriyle yeniden buluştum hem de filmlerdeki karakterlerle Kathleen Hanna’nın anılarını yan yana düşünmeye çalıştım.
My Life as a Feminist Punk (Feminist Punk olarak Hayatım) alt başlığıyla yayımlanan Rebel Girl’de aynı benim karakterleri Kathleen Hanna’yla buluşturduğum gibi Hanna da hayatının belirli dönemlerini bizlerle buluşturuyor. Çocukluk, ilk gençlik, yeni yetişkinlik, müzikle tanışma ve Riot Grrrl dönemlerinden anekdotları, hayatında yer eden gelişmeleri, onun için önemli eşikleri karşısında oturmuş ondan dinliyoruz sanki. Şarkılarını dinler gibi feminist punk atmosferiyle çevrelenen anılarını okuyoruz kaleminden.
Yazı yazmakla, insanlara seslenmekle ve sesini duyurmakla ilgili oldukça ilham verici bir bölümü var kitabın. O bölümün Hanna’yla beraber diğer baş rolü ise yazar Kathy Acker. Kathleen Hanna, The Evergreen State Collage’da yazı dersleriyle boğuşurken Kathy Acker’ın Seattle’da bir atölye çalışması olduğunu ve soru-cevap etkinliği yapacağını öğreniyor. Zaten hayranı olduğu Acker’la yazmak vesilesiyle buluşabilecek olmak büyük heyecan onun için. Hanna, atölyenin ikinci günü çalışmalarıyla ilgili konuşma fırsatı bulduğunda Acker ona neden yazmak istediğini soruyor. Kathleen Hanna biraz düşündükten sonra kimsenin onu hayatı boyunca dinlemediğini ve duyulmak istediğini söylüyor bu soruya cevaben. Acker’ın sözleri ise Hanna’nın içindeki müziği canlandırır cinsten desek yeridir: “Bir grup kurmalısın. Çoğu insan biri konuşmak için ayağa kalktığında dışarı çıkıp sigara içiyor ama insanlar grupları görmek istiyor.”
Sonrası ise Kathleen Hanna’nın Tammy Rae’ye yönelttiği “Bir grup kurmalıyız.” cümlesiyle ilerliyor.
Seslerle kulaklarda çınlayan bir hareket
Hanna’nın anıları, yaptığı müziğin etkisiyle, anlamıyla ve kadın+ların dünyasında yarattığı coşkuyla ve cesaretle doğrudan ilgili. O yüzden de filmlerle düşünmeyi kendine şiar edinmiş bendeniz onun anılarını onun anlattıklarıyla bağlantılı bulduğum hikâyelerden ayrıştıramıyorum.
Kathy Acker’la ilgili bölüm, aklıma hemen Lou Adler’ın Ladies and Gentlemen, The Fabulous Stains’ini getiriyor. Smithereens gibi 1982 tarihli bu film Kathleen Hanna’nın Kathy Acker’la tanışmasından yaklaşık sekiz yıl önce çekilmiş. Aynı ondalık dilimde birbirleriyle temas hâlinde olan ve müziği hayatlarının merkezine koymuş karakterlerle çevriliyiz. Bu bağlantı bana Riot Grrrl hareketinin adı konmadan önce de varlığını haykırdığı bir canlılıkta olduğunu düşündürüyor. Ladies and Gentlemen, The Fabulous Stains’de baş karakter Corinne’in yerel televizyona verdiği röportaj sonrasında gelişen tanınırlığının ardından Tracy ve Jessica’yla kurdukları müzik grubu vesilesiyle erkeklerin baskın olduğu sahneyi onlardan kazanmaları ve sahnede müzikle ve grubun sesiyle kendi seslerini bulan dinleyicileriyle buluşmalarını izlediğimiz bir hikâye karşımıza çıkıyor. Riot Grrrl Manifestosu’ndaki maddelerden birinde ne yazıyordu?
“ÇÜNKÜ yaşamın fiziksel olarak hayatta kalmaktan çok daha fazlası olduğunu biliyoruz. Açıkça farkındayız ki punk rock’ın ‘her şeyi yapabilirsin’ fikri riot grrrl devrimi için çok önemlidir. Ve bu kız devrimi her yerdeki genç kızların ve kadınların fiziki ve kültürel devrimi için çabalar ve bunu bizim değil onların şartlarına göre yapar.”
Corinne, Tracy ve Jessica’nın kurduğu The Stains’in sahnedeki varlıklarının, Corinne’in personasının ve punk görünümünün kadın gazeteciler tarafından feminizmin sesi olarak değerlendirilmesinin ve çıktıkları turnede dinleyicilerinin Corinne’in görünümüne bürünmesinin manifestonun bu maddesiyle bir arada durduğunu düşünüyorum. Yaşam fiziksel olarak hayatta kalmaktan çok daha fazla anlama sahip ve bu anlamlardan biri de dünyanın dört bir yanındaki kadın+ların seslerini duymak ve kapsayıcı feminizmle bu sesleri bir araya getirmek. Müzik ve feminist punk da bunun bir parçası.
Kathleen Hanna, Rebel Girl’deki The First Riot Grrrl Meeting bölümünde hareketin çıkışını ve ismi nasıl belirlediklerini anlatırken Tobi Vail’in kendi fanzininde bahsettiği “angry grrrl revolution”a referans veriyor. Burada ‘girl’deki r vurgusunun kelimeyi harfin hırıltısıyla daha sert bir hâle getirdiğine dikkat çekiyor. Seslerle kulaklarda çınlayan bir hareket.
Kelimelerin vurgusu, seslerin anlamı demişken aklımda bu sefer Sedmikrásky’deki Marie I ve Marie II’nin dünyaları geliyor. Çarkların, tüketimin, savaşın seslerinin duyulduğu, bozulmaz kuralların hükmünün geçtiği dünyada tüm kuralları ve ezberleri bozan Marie I ve Marie II, dünyanın seslerine de etki ediyorlardı sanki. Věra Chytilová’nın yönetmenliğindeki bu başyapıtta, adımların, yaprakların, hareketlerin, bakışların kendilerine özgü sesleri var. Harekete işaret eden bu durum bir taraftan seyircinin konfor alanını da alt üst ediyor. Kapitalist sistemin alışılagelmiş “konfor” sunan ama tüketmek için de sessizce bekleyen yapısının altını çiziyor. Renklerle, seslerle ve iki baş karakteriyle normları tepetaklak eden filmle ilgili düşünürken aklımda yine manifestonun bir maddesi beliriyor:
“ÇÜNKÜ kapitalizmin her türlüsünden nefret ediyoruz ve asıl amacımızı geleneksel standartlara göre havalı olmak için kâr elde etmek yerine bilgi paylaşmak ve hayatta kalmak olarak görüyoruz.”
Kural bozma tabiri aklıma bir filmi daha getiriyor. Ana Lily Amirpour’un A Girl Walks Home Alone at Night’ı vampir filmlerinin alışılageldik kurallarını bozarken bunu filme de adını veren The Girl’ün İran’da Bad City adındaki hayali bir şehirde sokakları erkeklerden geri almasıyla başarıyor. Bu filmde vampir yaşamı sömürmek için değil; yaşamı yüceltmek için vampirliğini gösteriyor. Amirpour’un korku alt türünün kodlarını değiştiren bu filmi aynı Riot Grrrl Manifestosu’nun maddeleri gibi yankılanıyor filmdeki sokaklarda.
A Girl Walks Home Alone at Night’ın baş karakterinin etkisiyle birlikte düşünülebilecek bir başka film de Tank Girl. Rachel Talalay’ın aynı adlı çizgi romandan sinemaya uyarladığı filmde kendi yaşamları için onlardan çalınan özgürlüğün ve yaşam kaynaklarının peşine düşen Tank Girl ve Jet Girl’ün baskının ve engellerin üzerine nasıl gittiklerini görüyoruz. Her ne kadar distopik bir hikâye olsa da dünyanın gerçekliğiyle kurduğu bağlantı Tank Girl ve Jet Girl’ün yolculuklarını daha da görünür kılıyor. İkisi de hem hareketleri hem de isimleri sebebiyle Riot Grrrl Manifestosu’nun şu maddesini getiriyor aklıma:
“ÇÜNKÜ bize Kız = Aptal, Kız = Kötü, Kız = Zayıf diyen bir topluma öfkeliyiz.”
Bu manifestonun kafamda filmlerle, filmlerdeki karakterlerle konuştuğunu söylemiştim yazıya başlarken. Feminist sinemanın izleyicilerle kurduğu iletişim de aynı Kathy Acker’ın Kathleen Hanna’yla kurduğu iletişim gibi geliyor bana. Aynı zamanda Riot Grrrl Manfiestosu’nun her bir maddesiyle de bağlantılı. Çünkü manifestodaki her cümle bir anlamda da dünyanın dört bir yanından her kadının, LGBTİ+’nın patriyarkal sistem karşısındaki dayanışmasını ve mücadelesini de hatırlatıyor. Hangi ülkede olursa olsun, hangi dilde dünyaya seslenirse seslensin; ataerkinin çizmeye çalıştığı sınırları aşan bir dayanışmanın sesi bu. Kesişimsel feminizmin de sesi aynı zamanda. Bu noktada sinemanın dünyanın her yanından izleyiciyle kurduğu iletişim ve izlediğimiz filmlerdeki karakterlerin perdeden bizim dünyamıza nasıl seslendikleri de önem taşıyor. Hayranı olduğumuz isimlerin ilham veren hikâyeleri, o hikâyelerin içinde tanıştığımız karakterlerle yeni yollar açabiliyorlar bizlerin dünyasında. Hele ki bu dünya feminizmle çevriliyse o zaman bu hikâyeler çok daha konuşulası ve değerli oluyor. Riot Grrrl Manifestosu’ndaki her madde bu yazıdaki tüm karakterlerin dünyasında yer alan eşikleri yeniden anlatıyor gibi. Bir diğer deyişle dünyadaki tüm kadın+ların sesleri filmlerde de müzikte de edebiyatta da bize bir aradalığın, kesişimselliğin önemini gösteren cümleleri bir bir veriyor sanki. Ne yazıyordu Riot Grrrl Manifestosu’nun ilk maddesinde:
“ÇÜNKÜ biz kızlar, KENDİMİZİ dâhil hissettiğimiz ve kendi yollarımızla anlayabildiğimiz, BİZE hitap eden kayıtlar, kitaplar ve fanzinler istiyoruz.”