Şubat ayında Bize İki Çay Söyle adlı ilk kitabı yayınlanan Elif Key, New York’taki evinde, şu sıralar oyuncu kadrosunda yer aldığı İçimdeki İnsan sinemalarda gösterilen Şebnem Bozoklu da Kalamış’taki evinde çaylarını kahvelerini koyup Gmail’lerinin chat alanlarını açtılar ve kitaba, dizilere, filmlere, karşılıklı hayranlıklara, annelerin akıllı telefon kullanımına, NASA üzerinden fezaya kadar uzanan, röportajımsı bir sohbete giriştiler… Bu sohbetin ardındansa ikili New York’ta birbirlerine kavuştu!


EK: Huhu. Alooo. Galaksi taksi. Sende küçük bir kutu çıkmıyor mu? Alooo? Hah şimdi.
ŞB: Canoooo.
EK: Ayyy. Şükürler olsun.
ŞB: Gtalk bende bir ilk. Bence hayırlara vesile.
EK: Hahah anladım.  Yüzde 100 hayırlıdır. Sağ ayağınla girdin inşallah.
ŞB: Sağ el artı küçük bir dua.
EK: Hahahahahaha. Öğretmenlerimiz kızmasın, başlayalım mı?
ŞB: Sanki bir işyerinde patrondan gizli arkadaşımla yazışıyor hissi.
EK: Alo? Bu Gtalk o işe yarıyor. Sen ciddi ciddi oturuyorsun önünde Excel açık, ithalat ihracat rakamları aşağıda sağ alt köşede, arkadaşın tamamen geyik, ahahahalar havalarda uçuyor ama patron sanıyor ki sen yarın koliyle bamyaları gönderiyorsun.  Niye bamya bilmiyorum. Sorma uzaktayım ya ondan bamya olabilir.
ŞK: Ya da NASA’da çalışıyorsun mesela, Soyuz dünyaya dönüyor. Her yer kırmızı alarm, sen burada Ahmet amcanla hâl hatırdasın. “Aloo Houston” diye kendini parçalıyorlar kulaklıktan ama duymuyorsun.
EK: Soyuz dönmesin bence ama keyfi bilir.
ŞK: Niye mi NASA? Çünkü sen Amerika’dasın.

Image

A MEMO, BURASI NEW YORK, AMERİKA!

EK: Ya da dönerse zaten bizimdir. Hahahahaha. Teşekkürler Amerika, teşekkürler Obama.
ŞB: Döndü bu arada.
EK: Yapmaaa. Oyy kuzum şimdi jetlag’dir o. Bir şey keşfettim. Uçakta buraya giderken/gelirken yemek yersen fil kadın gibi şişiyorsun.
ŞB: Oradaki kadın astronotu çok kıskanıyorum da oradan biliyorum.
EK: Ama her ikram edilene atlamaz ve son derece kibar “Çok teşekkürler hostes hanım ben almayayım” dersen mis gibi, bindiğin gibi iniyorsun.
ŞB: Vaaaay bunu hiç unutmam ben. Artık su bile yok uçakta.
EK: Kadın astronotlar ne şahane! Orada toz aldın derdi de yok, zaten nereye neyi koysan uçuyor, etraf dağıldı derdin de yok. Sen astronot olmak ister miydin? Evden o kadar uzakta yapabilir misin? Yoksa nereye yerleşsen evin mi?
ŞB: Mesela yer de silemezsin uzay mekiğinde, hayır Vileda’yı nereye koyacaksın misal.
EK: Vileda’ya yer yapılır ya, o kadar mekik.
ŞB: Ben çok güzel “Bana her yer evim” numarası yaparım. Ama kalbim hep buraları ister ama belli etmem. Valla.
EK: Ben de öyleyim. Buraya da ilk gün alıştım. Kimselere çaktırmadım ama. Yeter ki birisi beni bir iki gün salsın, ben bir bakayım ne nerede, fırın nerde, kahveyi nerden alacağız, domates nerde ucuz, sonrası yokuş aşağı. Ama İstanbul’a arada dönünce şunu özlediğimi fark ettim, iki senedir ben hiç bakkal telefonu çevirmedim, eve su istemedim.
ŞB: Zaten ilk iki günü zor bence. Askerlik gibi.
EK: Çok acayip, arayabileceğimiz bir bakkal yok. O olmayınca mesela anahtarı bırakacağın bakkal ağbi de yok.
ŞB: Aaaaaa.
EK: Hep sohbet ettiğin bir bakkal var. Adı da bakkal değil gerçi, Minnoş market.
ŞB: Bak mesela Arnavutköy’de otururken kapıda kaldım, anahtarı evde unutup. Bakkal ağbiye gittim. Bana çilingir çağırıp bir de çilingirin başında durup parasını verdi. Mesela bu hikâyenin New York’ta bir karşılığı var mı?
EK: Yok. Ben şimdi bizim köşedeki Jamaikalı bakkala gitsem, anlatsam böyle böyle vs. “Ok what can I do sometimes” diyebilir.
ŞB: “Sizin için ne yapabilirim” yok yani.
EK: Hahaha. Yok. “Sokakta düşene bakılmaz” kısmı birazcık palavra ama Manhattan’da pek bakmayabilirler de, Brooklyn’de herkes koşuyor düşene. Hayat duruyor. Hattâ biri düşerse, kötü düşmüşse, üç dakika sonra ambulans bağıra çağıra geliyor yanında itfaiyeyle. Hani nerede düştü ne oldu bakıyorlar, itfaiye de canım benim her yere geliyor. Aşırı yakışıklı bu şehrin itfaiyecileri diye bir efsane bilirdim. Meğer o doğruymuş. Çoğu İrlandalı. Ben bir kere fotoğraf çektirmek istedim, Murat “Saçmalama lütfen” dedi, o sebepten kanıtlayamıyorum.

Image

SAKALLI BEBEK HADİSESİ ve DİĞER 80’LER SAÇMALIKLARI

ŞB: Şimdi ikimizin de hayatını bir dönem kâbusa çeviren sakallı bebekten bahsedelim mi, tam bu efsanenin üstüne? Tan gazetesindeki bu asparagas haber benim hayatımı cehenneme çevirmişti. Kitabındaki “En çok kimi sevdin?”  bölümü sakallı bebekle başlıyor.
EK: Hahah. Allah, boyu devrilsin onun. Bizim bir yazımızı yedi o sakallı bebek.
ŞB: Gecelerce uyuyamadım, “Ben bir uyanacağım ve sakallı bebek yanımda olacak”  diye.
EK: Ayyy. Kahkahalarla gülüyorum. Ben denize girmeyi çok severim, bir de kum çıkarmayı. O yaz her türlü deniz, kum aşkımı elimden aldı. Denizden kum çıkarırsam elini tutarım sakallı bebeğin diye, kıyıdan ayrılamadım günlerce.
ŞB: O kadar inanıyordum ki, o fotoğraf hâlâ gözümün önünde.
EK: Annelerimiz “Saçmalamayın” diyordu ve ikna olamıyorduk, çok komik. Hahah. Büyük bir gazetecilik başarısı aslında, baksana kaç sene geçti üstünden. O yıllardan kalma bir gazete saklamışım, “Ceyar yaşayacak mı?” yazıyor, manşetten verilmiş ve tam sayfa.
ŞB: Babam, “Yok kızım olur mu öyle şey” diyordu, “Tabii canım ben de inanmıyorum” diyordum. Ama odada gece yalnız kalınca al başına belayı. Günlerce gidip o gazeteyi aldım gizli gizli, acaba sakallı bebekten bir haber var mı diye.
EK: Tan gazetesinin çıkıp bizden özür dilemesi lâzım.
ŞB: Bak şimdi düşününce, acaba Benjamin Button mıydı o bebek?
EK: Geç meç bir özrü hak ettik.
ŞB: Sakallı bir ihtiyar mıydı yani.
EK: Andırıyor. Sakallı, mavi gözlü. Hayır, bebekte sakal ne? Allah korusun.

Image

KARDEŞSİZLİK ve HAYATTA İKİ KİŞİ OLMAK

ŞB: Kitabındaki yine aynı başlıklı yazı, “Ben hayatta en çok kardeşini sevenleri seviyorum” cümlesiyle sona yaklaşıyor ki bu beni çok üzüyor. Benim gibi kardeşi olmayanları sevmen nasıl mümkün oluyor?
EK: Hayatımda kardeşi olmayan bir sen varsın, bir de Zeynep var, bizim Miraç. İkinizi de ilk gördüğümde “Hah” dedim, “Bunlar da kardeşim.” İnsanın kardeşinin olmaması, kalbin biraz küçükse şanssızlık. Senin gibi kocamansa şans, çünkü sen tek çocuk gibi de değilsin. Tek çocukları beş kilometreden tanırım. Biz büyürken Ebru’dan hiç hoşlanmadım, o da benden. Günlükleri var, “Şu koca kafalıdan hiç hoşlanmıyorum” yazmış. Bir gün evden çıkıyorduk, o süper şık, ben depresyon hırkamlayım. Onun arabasına yürüyoruz. Benim hep Akbil’im oldu. Bir anda dedim ki “Çok şanslıyım, bu kadar mesafeden bana hiç benzemeyen birini asla bulamam.” Biraz utangaç olduğum için insanlarla da minimum iletişim kuruyordum. O hep her dakika iletişim hâlindeydi, insanları sevmeyi o öğretti. “Gel bak gir, valla soğuk değil, girince üşümeyeceksin.”
ŞB: Ben de seni duygu kardeşim olarak görüyorum ki bu noktada yalnız değilim. Senin yazılarını okuyup da hayatının bir döneminde zeplinle uçmayan ya da bir cümleni okuyup “İşte ben hep bunu hissettim ama bir cümle hâline hiç getiremedim” demeyen ya da tanıdık olma, tanışmış olma hissine kapılmayan yok. Biz senin bütün okurların olarak, seni kardeşimiz sanıyoruz.
EK: Şimdi tabii bu “‘Birbirine aşırı hayran olanlar’da bu hafta” programına dönmezse ben de duygularımı iletiyim. Canım Ailem‘i seyrederken ben de seninle fotoğraf çektirmeye çalışıyordum.
ŞB: Hahaha.
EK: Televizyonun yanına geçiyordum, senin karelerin gelsin diye. Beklerken az reklamlarla fotoğrafım yok. Hahahaha.
ŞB: Nasıl yani, TV’den fotoğraf çekmeye mi çalışıyordun? Hahaha.
EK: Salondayız diziyi seyrediyoruz, kalkıyordum TV’nin yanına geçiyordum. “Çekin beni, beni tek çekin Şebnem Bozoklu’yla” diye. Nerden bileyim New York’ta bir sabahın köründe kahve içip donumuza kadar ıslanacağımızı.
ŞB: E bu benim arkadaşlarımla New York’ta mis gibi yemek yerken senin kapı önünde sigara içtiğini görüp bir saatimi seninle orada buz gibi kapı eşiğinde geçirip arkadaşlarımın sinirle beni alıp götürmesine benziyor. Hahahaha.

AİLE, ERGENLİK, ANNEYE KIZMALAR ve ONLARLA YAŞAMAK

EK: Hii skandal. Son karede sen taksiye koşuyordun. Peki ne soracağım sana. Şimdi sen de hep bir ailenin parçası oldun rollerinde. Toparlayıcı, sağ duyu sahibi. Muhakkak bir yerden alır, hooop herkese iyi gelecek bir formülü vardır elinde. Kendi ailende rolün ne? Annenle babanla olan ailende, Emre’yle olan ailende? Malûm ailelerimiz çoğalıyor ya.
ŞB: Aman Allah’ım, Emre benim sana tek parmakla yazmaya çalışırkenki videomu çekip göndermiş. Tamam burayı geçiyoruz.
EK: Gönderdi ama sildim. (Dağıttı dünyaya.)
ŞB: Korkunç bir ergenlik geçirdim ben. Çok sinirliydim, aşırı sinirliydim. Odamın kapısının üstü çarpılmaktan dökülmüştü. Sonra da kırdım kapıyı zaten.
EK: Hii ben de. Çok korkuyorum o günlerimden.
ŞB: Üniversite için başka bir şehre, İzmir’e gittiğim ve onlarsız kaldığım ilk gece o kadar utandım ki, açıp telefonda anneme ağladım, “Çok özür dilerim o kapıyı çarpa çarpa kırdığım için” diye.
EK: Yazık anne babalarımıza. Düşünsene evde melek yüzlü şeytanlar. Yahu ne tatlısın bende özürler geç geldi, yeni yeni diliyorum. Ama siz de dileyeceksiniz diyorum. Neye sinirleniyoruz acaba o kadar? Hatırlıyor musun?
ŞB: Büyüdükçe, okulları bitirdikçe, çalışmaya başladıkça, artık kocaman insanlar olmaya başlayınca bile bu gelgit devam etti. Ne kadar kızıp ne kadar sinirlensem de tarif edemediğim bu tuhaf bağ, beni onları hep daha fazla sevmeye doğru götürdü. Şimdi 35’i devirmiş bir kadın olarak bunu düşündüğümde, bu ilişki biçimini çok dürüst ve kusursuz buluyorum. Hayatında sinirden kapıları çarpıp beş dakika sonra “Seni çok seviyorum, özür dilerim” diyebilecek kadar kendini açtığın kaç kişi var ki diye düşünüyorum.
EK: Tabii bir de şu var. Biz anneleriyle babalarıyla büyüyen çocuklar olduk ya, çok genç yaşta doğurdular bizi. Yani fotoğraflara bakınca anlarsın ya, onlar da daha çocuk aslında. Tam kopacakları yaşlarda kucaklarında birer kız çocuğu. O yüzden de restoranlarda birleştirilen sandalyeler bize hep tatlı gözüktü. Onlarda büyüdük ya.
ŞB: Hahaha. O birleştirilmiş sandalyelerde kaç gece uyudum ben. Sonra baban seni alır kucağına uyanır gibi olursun. Oooh.
EK: Dünyanın en güzel hissi; üşürsün, üstünde babanın ceketi ya da annenin kürkü, ayağında külotlu çorap ama ayakkabıların çantada.

SALONUNDA OTURULMAYAN EVLER

EK: Bizimkiler bir de bizi uyandırmaya kıyamayıp arkadaşlarında bırakırlardı. Hahaha. Ertesi sabah bir kalkıyorsun, başka bir evde ve hattâ yatak odasında, üç çocuk mantar gibi dizilmişsiniz. Kahvaltı da şahane olur. Bir önceki gece misafir geliyor diye alınan muzlar gelir sofraya, sanırsın her sabah muz yiyorsun. Sizin evde salona girilir miydi? Bir süredir bu konuyu düşünüyorum. Girilmeyen salonlu evlerde büyüdü çoğumuz.
ŞB: Aa. Bu konuda rekor, evde geçirilen yılbaşı ertesi, buzdolabındaki manyak yiyeceklerle yenen kraliyet öğle yemeğidir bence.
EK: Kapısı kapalı, içerde ağır koltuklar, aynalı bir duvar, toz bile yok. Perdeler de kapalı, ne o 3+1 evde oturuyorsun. (O kral öğle yemeği ve akşam saatinde yemek yerine edilen kahvaltıya dönelim lütfen, yazarın notu.)
ŞB: Biz de salonda yaşanırdı ama mesela anneannemin büyük evinde üstü bembeyaz çarşaflarla örtülü kırmızı kadife koltuk vardı. Muhteşem bir odaydı gözümde ama ancak eve gelen konuklar geldiğinde açılıyordu büyülü kapı.
EK: Yaa. Ne acayip değil mi? Masal gibi sanki o odada hep acayip şeyler konuşuluyor ve muhakkak aile sırlarını saklayan kilitli bir kutu var gibi. Ben çok kitap okurdum küçükken deli gibi ve o kadar inanırdım ki her okuduğuma bunlar yaşanmasa yazılmazdı, bizim evde de gizli geçitler var, kutular var diye. Karıştırmadığım hiçbir yer kalmazdı ki hâlâ karıştırırım. Anne evi karıştırmak kadar güzel bir şey yok!

WALKMAN’İN PİLİ BİTMESİN UĞRAŞLARI ve KARIŞIK KASETLER

ŞB: Kesinlikle. Bir de o dönem yeni çıkan müzik setlerinden vardı anneannemin evinde. Dayımındı herhâlde. Sanki uzay üssü gibi gelirdi, arada kaçamak odaya girip gizlice tuşlarına basardım
EK: Hahaha. N’olacaksa tuşlarına basınca. Bir de basarsın ve tuşlardan biri basılı kalır, bu sefer hepsine basarsın düzelsin diye.
ŞB: O tıkır tıkır sesi duymaya bayılıyordum çünkü. Hahaha. O basılı kalan tuş rec tuşudur işte. Karışık kaset yapmak için radyoda güzel bir şarkı yakalayınca bastığımız.
EK: Hahaha rec‘le play‘e aynı anda basman lâzımdır ya bir de.
ŞB: Eveet. Hahaha. İki tuş birden.
EK: Kaset doluysa da üstüne seloteyp yapıştırırdık hatırlıyor musun? Tepede minik bir kareye. Hahaha. Küçük MC Gyver’lar.
ŞB: Ohoo. Walkman pili bitmesin diye kurşun kalemle kaseti döndürerek başa alan nesil yazışıyor. Hahaha.
EK: Hahaha ben TDK kaset alırdım. En havalı onlardı, simsiyah. Depresyondayım ya ondan siyah. Hahaha. Bir gün 90’lık kasetin sadece bir yüzüne George Michael’ın “Last Christmas”ını kaydediyorum. Herhâlde 12. defa filandı. Kayıt esnasında annem odaya girdi “Allah lillah aşkına evladım. Bak Allah’ın adını verdim. Yetti şu yılbaşı şarkısı.” Hahaha. Bir kere de Ebru’yla 389 bin 567 kere Fairground Attraction dinliyorduk. “Allah canlarını almasın” diye odaya girdi ama Ebru’yu teyple kucaklaşmış otururken görünce çıktı, “Deliriyorum ben” diye.
ŞB: Aynı dönemlerde İstanbul’da bizim evdeki odamda evimize yardıma gelen muhteşem Neriman hanım, duvarıma astığım yarı çıplak elemanlarıyla Red Hot Chili Peppers posteri yüzünden odama girmeyi reddediyordu.
EK: Hahaha. Hani şu çoraplı efsane fotoğraf mı?
ŞB: Eveet. Yanılmıyorsam.
EK: Hahaha. Odur kesin.
ŞB: Adamların pek giyinik fotoğrafı yoktu o zamanlar.

Image

ANNELİ REKLAM ve WHATSAPP’TAKİ ANNELER

EK: Hahaha. Artık yaşlandılar, sistit olurlar. O kapıları kıran Şebo’dan, annenle oynadığınız reklamlara geldik, nasıl bir his? Annen memnun mu sonuçlardan?  Telefonu susmuyordur kesin.
ŞB: Hahaha. Kendi hâlinde bir emekli öğretmen olan anneme “Anne beraber oynayalım mı?” diye gittiğimde çok heyecanlandı. “Yavrum yapabilir miyim, becerebilir miyim bilmiyorum. Seni zor durumda bırakırım, ben oyuncu değilim ki” diye sızlandı ama tam bir fotoğraf ve anı arşivcisi olan annem, bu olaya dev bir hatıra gözüyle bakarak kabul etti. Sonra sette benimle bir tam gün geçirince “Yavrum şimdi neden bazı günler beni arayamadığını anlıyorum” dedi. Yoruldu bitti garibim. Bir de her tekrarda yönetmenimiz Umur Turagay’a “Ayyy, benim yüzümden mi?” dedi korkulu gözlerle. Canım benim.
EK: “Bazı günler beni neden arayamadığını anlıyorum” kadar tatlı bir itiraf yok.
ŞB: Telefonu susmuyor ki ne susmuyor. Bütün eski arkadaşları, teyzemler ay kimler kimler.
EK: Çünkü her gün ses kontrol, bir-ki ses kontrol merkezi ya onlar. Hahaha. Daha “Alo”ndan “Yavrum canın mı sıkkın?” diye soranlar.
ŞB: Artık Whatsapp’ı keşfettiler Elif! Kurtuluş yok! Geçiş yok! No pasaran!
EK: Hahaha. Seninki nasıl Whatsapp’ta? Benimki şöyle: Annem / typing, typing, typing / “-Ok”. Bu kadar, “OK” yazıyor.
ŞB: Hahaha. Birebir aynı. Peki seninki de çiçekler, kalpler, ayıcık ve ıvır zıvır dünyasına girdi mi? Emojiden okunmuyor yazılar.
EK: Hahaha. Biraz girdi. Bir tek şu dil çıkaran adamı yaparsa Whatsapp’ı silerim.
ŞB: Hahaha. Ona gıcığım ben.
EK: O adama dayanamıyorum hem göz kırpıp hem dil çıkarana. Bi de dans eden kadın çok iyi. Flamenkocu.
ŞB: Ki senin annene yanlışlıkla Whatsapp’tan bir şeyler yazmıştım sen diye.
EK: Hahaha. Yani ikimizin bir sırrı olsa, annem onu alıp “Yavrum Şebo’nun bir sırrı varmış” diye yollayabilir. Hahaha.
ŞB: Hahaha.
EK: Ben arada sırada annemle yazışmalarımızı (mecburen) kayıt altına alıyorum unutmamak için. O çok sinirleniyor, yapma filan diyor ama masaüstünde ne var dediğimde, “Cumhuriyet gazetesi kitap eki, gözlüğüm, kredi kartlarım” diyen birisi.
ŞB: Hahaha. Benimki de “Çevrimiçi değilsin” dediğimde “Neyi çevirmem lazım?” diyen biri.
EK: Hahaha. Çok ayıplayacaklar bizi.
ŞB: Bu işin kurdu oldular ama üzülmesinler.

DİZİLER, FİLMLER, OYUNLAR

EK: Hahaha. Tamam iletiyorum. Peki şimdi Ulan İstanbul bitti, n’apıyorsun? Tatil mi? Yoksa hemen devam edecek misin? Film var asıl? O ne zaman giriyor vizyona?
ŞB: Şimdii. Bir senelik bir maceranın ardından 39. bölümde final yaptı Ulan İstanbul. 8 Mayıs’ta vizyona girecek filmim Niyazi Gül Dört Nala’nın da seti bitti, diziyle eşzamanlı. Yani uzun bir tatil bekliyor beni. Yarın Sicilya’ya gidiyorum Elif. Çocukluğumdan beri merak ettim o adayı. Bakalım kahramanımızın başına neler gelecek?
EK: Ohh. Şahane.
ŞB: İtalya’yı çok gezdim. Büyük şehirlerini, Toskana’yı. Ama Sicilya’ya ilk defa gidiyorum. Bir oyun yazmak arzusundayım.
EK: Tiyatroyu özlediğini anlıyorum bu cümlenden.
ŞB: Özledim. Bayağı özledim.
EK: Tiyatroda hemen ânında bir alışveriş var, reyting beklemek yok.
ŞB: Çok net.
EK: Çıktın ve indin. Tertemiz.
ŞB: Hemen hissedersin sana bakanların ne hissettiğini.
EK: Sahnede de şahanesin! (Ayy. Bu arkadaşlıkla hayranlık ne fena, yanlış anlayacaklar diye ödün kopuyor, sonra da ammmannn bana ne diyorsun, bir çeşit delilik.) Hiç
daha evvel oyun yazdın mı?
ŞB: Fikirler, taslaklar, sahneler ya da diyaloglar yazdığım oldu fakat hep şimdi zamanı değil, daha erken dedim. Bu ara öyle hissetmiyorum. Tam zamanı gibi geliyor. Denemek, görmek istiyorum.
EK: Bu sene yapımcı da oldun. Tam zamanı dediğin şey, artık kendi sırtını sıvazlama zamanı gelmiş de olabilir. Bir de başkalarını da destekliyorsun. Kaldı ki, az çalışınca daha çok yoruluyor insan. Kendini yoruyorsun çünkü, o öyle mi, bu böyle mi? Çok çalışmak başka bir disiplini de getiriyor
ŞB: Bu sene bir TV dizisi, iki sinema filminde oyunculuk ve bir sinema filminde yapımcılık yaptım, evet. Nasıl yaptım ben de bilmiyorum. Diğer filmim İçimdeki İnsan da Başka Sinema’da gösterilmeye başlanacak önümüzdeki hafta.
EK: Aaa. Nefismiş, ondan haberim yoktu. Ben bir hikâye yazsam o da filme çekilecek olsa sen oyna isterim kesin.
ŞB: Hiiihh.
EK: Şöyle bir hikâye: Bir kız var.
ŞB: İnsanın başına her zaman bayıldığı yazardan böyle şeyler duymak gibi şeyler gelmiyor.
EK: Hahaha. Dur ilham perilerimi kaçırtma. (Bu arada ilham perisi filan da yok, yani benim yok.) Dünyadaki bütün hikayeler ondan dağılıyor olsun bu kızdan ve hattâ anılar ve hattâ sırlar. Küçük bir kıza yazlık anısı veriyor olsun. Bir oğlana babasıyla gittiği ilk maçın anısını hediye edecek. O hikâye dağıtıcısı sen olursun sanki. Bana verdiğin bakkal defterine yazdığım hikâye bu! (Spoiler gibi spoiler) Sizin Kalamış’taki evin benim için öyle bir önemi var, çok anım birikti orada, eminim çok insan da benimle aynı fikirdedir. N’apacaksın bu akşam?
ŞB: Müzikte de edebiyatta da oyunculukta da sevdiğim ve beni hemen yakalayan tek şey duygudur. Teknikle pek aram yoktur. Metotları sevmem. Formüllere gıcık olurum. Bir de arkadaşlıkta , dostlukta böyle yol alırım. Hissederek… O yüzden iyi ki arkadaşımsın, iyi ki dostumsun. O bakkal defteri de sana feda olsun. Hahaha. Böyle şeyler yazacaksan fabrikasıyla iletişime geçiyorum.
EK: Hahaha yaşlılıktan kalma bir şey, kabı eskimesin diye kapladım gazete kâğıdıyla.
ŞB: Hiiih.

KARŞILIKLI GOYGOY ve “FELANCAYA SELAM SÖYLE”LER

EK: Hahaha. Geç geç.
ŞB: İşte bu beni ağlatır. New York Times’la mı? Doğru söyle.
EK: Tabii. Başka gazete gördüğüm yok, varsa yoksa New York Times. Pazar günleri evlilik ilanları yayınlanıyor gazetede. Ben bir ağla bir ağla. Geç kavuşan bir gay çift, Richard’la Mary’nin oğlu Kevin (53), Anny’le Marcus’un oğlu Dean (47).
ŞB: Hahaha. Eliif.
EK: Sorma pazar günleri perişanlık. Hahaha. İstanbul’a iyi bak, geleceğim yaza. Sen de buraya gelene kadar ben de buraya bakarım. Birbirimize vitaminler, moraller verelim.
ŞB: Burada saat 18:00 oldu. Birazdan Emre gelecek eve. Bir şeyler seyrederiz, biraz yemek yaparım. Barny’yi yürüyüşe çıkarırız belki beraber… Lene Dunham’ın kitabını okuyorum. Yine kanepede uyuyakalırım kesin elimde kitap. Tamamdır. Murat’a selam söyle. Birbirinize iyi bakın. Sokaklarda Woody Allen’ı görürseniz benden söz edin.
EK: Hahaha. İleteceğim Murat bakıyor hep, o iş onda. Ben genelde yanımızdan geçen ünlülere, “Aaa çok tanıdık, belki de bana öyle geldi” deyip yürüyorum, Murat da “Hayır o Terry Richardson” diyor, ben de “Hii. O sapık adam değil mi o?” seviyesinde yaklaşıyorum. Sen de Emre’ye selam söyle. Woody işi bizde.

  1. Köklerin, masalların ve yeşilin huşu içinde buluştuğu yer: Sylvania

    “Küçükken ormanı büyülü bir yer olarak düşündüm hep, ve büyüdükçe bu büyülü alanın daha karanlık özelliklerini özümsemeye başladım...”

  2. Adaletsizliğin dürtüleri: Shadi Alzaqzouq

    “Bazen haksızlığa o kadar kızıyorum ki sevdiğim için mi yoksa sadece intikam için mi resim yaptığımı merak ediyorum.”

  3. Yeni albümleri üzerinden karşılıklı sohbet: Mabel Matiz ve Hakan Vreskala

    Alışılmışın dışında üretimleriyle tanınan iki müzisyen, yeni albümlerini birbirlerine anlattı ve müzikle ilgili alışkanlıklarını karşılıklı masaya yatırdı.

  4. Elif Key ve Şebnem Bozoklu – Gtalk’ta 5 çayı sohbeti

    Elif Key ve Şebnem Bozoklu Gmail’lerinin chat alanlarını açtılar ve kitaba, dizilere, filmlere, karşılıklı hayranlıklara, annelerin akıllı telefon kullanımına, NASA üzerinden fezaya kadar uzanan, röportajımsı bir sohbete giriştiler… Bu sohbetin ardındansa ikili New York’ta birbirlerine kavuştu!

  5. Sesi cilaladım abi, ruhuna ne yapalım? Farklı açılarıyla “reissue” akımı

    Yalnızca eski albümleri yeniden basma maksadıyla çalışan birçok plak şirketiyle karşılaştığımız bugünün ortamında “reissue” nedir, ne değildir mevzuunu yerel sahneden çeşitli konuklara sorarak masaya yatırdık.

  6. Ergenlik yılları: Damon & Naomi

    Müzikle büyüme hikâyelerine her daim büyük ilgi duyuyoruz. Damon & Naomi’nin müzikal hafızasında 13-20 yaş arası bir yolculuğa çıkıyoruz.

  7. Sam Prekop’un sinematik harikası: The Republic

    “Bir yolculuk filmi gibi başlayıp sanırım yine sinematik bir şekilde sonlanıyor.“

  8. Kim Gordon’un kendini ifadesi Bechdel testini geçebilir mi?

    Kim Gordon’un, Şubat 2015’te yayınlanan, terapi niyetine kaleme almış olması muhtemel Girl in a Band kitabı ve bu kitabın Manchester’daki tanıtım etkinliğinin üzerine bünyede yükselen tuhaf hisler ve sorgulanması gereken muğlaklıklar…

  9. Şarkı şarkı Can Güngör ve Silik Düşler albümü

    Can Güngör’e üzerinize battaniye gibi çekeceğiniz Silik Düşler albümünü şarkı şarkı sorduk, Burak Dak’ın çizimleriyle yanıtların içine daldık.

  10. Leş popçu Klaustro’nun elektronik ruh birliği: Beyhude

    Pop, ölüm, Ahmet Hamdi Tanpınar… İlk Klaustro plağı Beyhude’de karşı koyulmaz bir huzur var.

  11. İran’da bir vampir güzellemesi: A Girl Walks Home Alone At Night

    İran asıllı bir aileden gelen ve Kaliforniyalı bir kaykaycı olan Ana Lily Amirpour’un bir dizi kısa filmin ardından çektiği ilk uzun metrajlı filmi A Girl Walks Home Alone at Night, yaklaşık bir yıldır dünyanın dört bir yanındaki festivallerde kapı pencere yıkmasının ardından, bu ay bizde de gösterime giren, tarihteki ilk İran vampir western’i!

  12. Hal Hartley dünyasından 10 unutulmaz karakter

    Bu ay İstanbul Film Festivali’nde son filmi Ned Rifle ile seyirci karşısına çıkacak olan Amerikan bağımsız sinemasının nevi şahsına münhasır dâhilerinden Hal Hartley’nin kaçık, gizemli, tamamen özgün, son derece intihar eğilimli muazzam karakterleri arasında bir yolculuğa çıkalım istedik.

  13. Belgesel sınırlarını zorlayacak bir gazetecilik başarısı: Citizenfour

    Geçtiğimiz ay Akademi Ödülleri’nde En İyi Belgesel dalı da dahil çok sayıda ödül ve övgünün sahibi Citizenfour, bu ay İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yaptıktan hemen sonra vizyona giriyor.

  14. Amerika’yı sarsan belgesel The Jinx ve beraberinde gelen etik tartışmalar

    HBO’da geçtiğimiz ay sona eren ve Amerika’da yarattığı etik tartışmalarla gündeme bomba gibi düşen The Jinx: The Life and Deaths of Robert Durst, 70’lerden geçtiğimiz haftalara kadar uzanan bir dizi cinayetin potansiyel müsebbibini izliyor.

  15. 34. İstanbul Film Festivali’ne özel festival günlüğü

    Bu yıl yine 200 civarı filmi iki hafta süreyle üzerimize boca ederek hepimizi ihya edecek olan İstanbul Film Festivali’nde, 4-19 Nisan tarihleri arasında yolunu şaşırmak istemeyenlere dev kolaylık: gün gün festivalde ne izlenir, Anadolu ve Avrupa yakasında nasıl en doğru tercihler yapılır?

  16. Galata’da bir kurmaca: Şehzade Yangını

    Birbirlerinin hayatlarında figüran olan karakterlerin hileli bir horoz dövüşüyle başlayan hikâyesi…

  17. Spor olsun diye içten yazılmış yazılar*: Yazıhane Yıllık

    Ortak zevk: spor. Üretim biçimi: gönüllü ve samimi. Sonuç: hayaldi gerçek oldu. Yazıhane Yıllık: Dünya Yanarken ekibi karşınızda.

  18. Bant Mag. soruyor, ”Taşlar” oyuncuları cevaplıyor

    Craft Tiyatro'da geçtiğimiz aylarda, hem yetişkin, hem de çocuk izleyiciler için başlayan "Taşlar" oyunu bu ay da temsillerine devam ederken, oyunun iki başrol oyuncusu Olgu Baran Kubilay ve Ümit Yaşar Bekar'a, oyuna ilişkin, oyundan bağımsız, ciddi ya da son derece zevzek sorular sorduk.

  19. Karadelik

    Hikaye ve çizgi: Ethem Onur Bilgiç

  20. Piknik

    Hikaye ve çizgi: Ezgi Beyazıt

  21. Bayılırım mantara

    Hikaye ve çizgi: Saydan Akşit

  22. Kelliğe son!

    Hikaye ve çizgi: Özlem Isıyel

  23. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürü Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler