Fantastic Fest’e şüphesiz damga vuran filmlerden biri de Can Evrenol’un Baskın’ıydı. Toronto Film Festivali’nden övgüler ve filmin Amerika’da gösterim anlaşmalarıyla ayrılan ekip sonraki durakları Texas/Austin’den elleri boş dönmedi ve Can Evrenol, En İyi Yönetmen ödülünü aldı.
Daha önce kısalarıyla kendine haklı bir takipçi kitlesi yaratan Evrenol’un bu ilk uzun metrajı sadece Türk korku sineması için değil, türün tüm örnekleri içerisinde kendi has bir anlatıma ve yere sahip. Bu açıdan filmin yurtdışında gittiği her festivalden büyük bir başarı ve ilgiyle ayrılması şaşılacak bir husus değil. Ekip içinse sırada Türkiye var. Film kasımda gösterime giriyor ve ucuz cin, ruh hikâyelerinden bezmiş Türk izleyicisini sağlam bir şok bekliyor hazır olun! Can Evrenol’la festivalde hep beraber giriştiğimiz film izleme maratonu arasında röportaja oturduk…
“Bu film aslında bir Türk filmi ve hakikaten de benim Türk filmi yapacağım diye bir olayım yok. Ama bu topraklardan çıkan bir film olsun istedim ve bu topraklarda 80’lerde, 90’larda televizyonla ve Raksoteklerle büyümüş, internetle büyümüş, apolitik durmuş, daha sonradan çeşitli şekillerde topluma entegre olmuş bir kesim de var. Hani biraz da belki o kesimi temsil eden bir film bu.”
H: Evet, Texas/Austin’den bildiriyoruz!
C: Aynen.
H: Buradan önce Toronto Film Festivali’ndeydin. Nasıldı? Biraz onu dinleyelim.
C: Toronto çok bombaydı. İlk defa gidiyordum. Daha önce çok duyduğum bir festival olmasına rağmen oraya gidince daha iyi anladım, hani böyle dünyanın en büyük üç-dört festivalinden biri olduğunu ve büyük bir pazar döndüğünü… Benim için bayağı keyifliydi tabii, çünkü Toronto bir festival. Bir de içinde Midnight Madness’ın da ayrı bir sinerjisi var. Midnight Madness’ta seyircinin katılımı, eğlencesi, genel havası, Toronto’nun karizması böyle karışınca çok güzel bir ortam vardı.
H: İzleyicinin tepkisi nasıldı?
C: Midnight Madness’ın direktörü, seçicisi, TIFF’in 22 direktöründen biri Collin Geddes ve buradaki direktörlerden biri ve XYZ’nin aynı zamanda üç adamından biri olan Todd Brown filmi inanılmaz sevdi ve filmle ilgili çok güzel yazılar yazdı. Bir tanesi TIFF’in kitapçığına, bir tanesi Fantastic Fest’in kitapçığına. Bu yazılarla film epey bir heyecan yarattı bence. Bunlarla beraber, Bloody-Disgusting ve FWF sitelerinde çıkan yazılar ve fragmanın yarattığı havayla da büyük bir heyecan oluştu. “Baskin31Robins”lerin arasından “Baskin”leri yakalayabildiğim kadarıyla gelen tweet’lerden böyle yüzde 20-30 diyebileceğim bir kesim hayal kırıklığına da uğramış tabii. Çünkü filmin ilk 40-45 dakikasında tamamen bambaşka bir hava var. Ondan sonrasında da film işkence pornosuna dönüşüyor gibi bir hava var. Hani filmin böyle otantik ve özgün olmasını sağlayan kısımlar bazı insanları da hayal kırıklığına uğratmış oldu. Bunu söylüyorum ama bunların dışında çok güzel tepkiler de vardı. Filmin bir iki tane negatif yorumunda bile işte şusu çok iyiydi, busu çok iyiydi gibi çok güzel şeyler yazıldı. Onun dışında tahminimden çok iyi yorumlar vardı. Fangoria’nın genel editörü Chris Alexander, Scarlett Johansson’lu Under the Skin’den beri en sevdiği film olduğunu söyledi Baskın’ın. Bence çok güzel bir şey. Yani Baskın’ın biraz daha sanatsal ele alınması çok güzel. Çünkü öyle ele alındığı zaman belki daha uygun bir film olabilir gibime geliyor. Biraz daha Midnight Madness ve saf korku janrı için o kadar da vurucu mu bilmiyorum. Tabii ben içinde olduğumdan, söylemem zor.
“FİLM BENİM İÇİN ÇOK KİŞİSEL BİR FİLM BİRÇOK AÇIDAN”
H: Film yurtdışında da Türkçe adıyla gösteriliyor…
C: Bunu özellikle yaptım. Hattâ soru-cevaplarda birkaç kere soruldu ne anlama geldiği. “Üzerinde konuşulmaması daha iyi olan gizemli, eskiden kalma bir isim” dedim… Bunun espriler yapıyoruz ismiyle ilgili. Aslında bu isim bundan önce çektiğim kısa filmin geçici başlığıydı. Çünkü filmin ikinci perdesi aslında kısa filmin ikinci perdesi gibi oldu. Bir grup polis bir binaya giriyor ve bir baskın var aslında. “Baskın”ı geçici bir başlık olarak yazmıştım, kaldı. Sonrasında da The Raid diye bir film olduğu için çevirmek istemedim “Raid” olarak. O sırada ne yapsam falan derken, “Baskın” da aslında kulağa güzel geliyor mu, böyle Suspiria gibi kendince bir isim olur mu acaba derken…
H: Doğru. Bir de bir İngilizce söyleyiş tarzı gelişti bir anda. Herkes “Baskin”, “Baskin” diye dolaşıyor etrafta.
C: Evet. Dedim ben bunu böyle yapayım, aslında satıcı acenteler, dağıtımcılar değiştirir zaten. Ama isim kendiliğinden yürüyünce herkes böyle bir sardı…
H: Süper. Peki, senin kısalarını biliyorduk ve bu ilk uzun. Senaryosu sana ait, film sana ait her şeyle beraber. Ama merak ettiğim şey şu; bu hayatın boyunca biriktirdiğin, en çok yapmak istediğin ve içindeki her şeyi döktüğün film bu mu? Yoksa, “Hayır, ben daha yeni başlıyorum” mu diyorsun?
C: Biliyor musun, ikisi birden aslında. Yani öyle bir söyledin ki… Evet, aslında bir yandan öyle, ama bir yandan da filme bakınca izleyemediğim bir sürü nokta var tabii. Teknik olarak da, hissiyat olarak da. Hani, “bunu daha iyi yapayım, şunu şöyle yapayım, bak şurada ses eksik, şurası ulan şöyle mi olsaydı acaba” dediğim bir sürü şey var. O hissiyat oldukça, bir sonraki filmdeki daha yeni başlıyorum hissiyatı da geçmeyecektir zaten. Filmin tek yazarı ben değilim bu arada… Dört arkadaş beraber yazdık. Ama bu dört arkadaş da bana benzer, sinematik düşüncelerini ve görüşlerini çok sevdiğim ve bazı açılardan benden daha iyi olan, ama bazı açılardan da aynı çukurlara düştüğümüz insanlar. Yani dört tane sinema âşığı gibi yazdık biz bunu. Cem Özüduru çizgi romancı olmasına rağmen…
H: Filmi izleyen herkes sondaki karakterin kimin tarafından oynandığını, kim olduğunu merak etmeden edemez. Ben de sana sormadan edemeyeceğim…
C: Filmdeki Baba mı? Aslında filmde, senaryoda hep “Baba” diye geçiyordu, o hizmetçi de işte “Baba geliyor,” falan diyordu. Ama hizmetçiyi sessiz yapmaya karar verdikten sonra filmin bitiminde bir baktık, ulan hiçbir yerde “Baba” demiyorlar Baba’ya. Filmin sonunda jenerikte “Baba” diye geçiyor… Bu arada aklıma gelmişken, aksiyon figürü çıkıyor yakında!
H: Aa, çok iyiymiş! O nasıl çıkıyor? Nasıl yapıyorsunuz yani?
C: Berlin’de daha önce onlar için viral video yaptığım iki arkadaş var, amatör oyuncakçılar. Turbo Kid, Manborg gibi filmlere aksiyon figürlerini yapıyorlar sektör için. Elle yaptıkları için tek tek her birini, telif problemi de olmuyor. Çünkü mesela eski Star Wars ve G.I. Joe’lardan ve He-Man’lerden toplayıp onların üzerine dokunup parçalayıp birleştirip yeni karakterler yapıyorlar. Sanat çalışması olarak satıyorlar, onun için de telif problemleri yok ve sınırlı sayıda yapıyorlar… Bizim filmdeki üç karakterin figürünü yapıyorlar ve 15’er tane olacak sadece.
H: Çok iyiymiş bu! Paketi de çok iyi gözüküyor! Ne zaman çıkacak, nereden bulunabilecek bunlar?
C: Goodleg Toys’un sitesinden. Daha çok tanıtım olacak bizim için. Ama her yerde reklamını yapacağız. Sonra çıktığı gece, umarım, yoğun talep olacak diye düşünüyorum.
H: Tamam o zaman az önce Baba’yla ilgili sorduğum soruya biraz sonra geri döneceğim, oyuncaktan hazır muhabbeti açmışken. Senin çok güzel bir oyuncak koleksiyonun olduğunu ben biliyorum. Filmin ilk giriş sahnesinde ufak bir çocuğun odasında geziniyoruz, bir Ninja Kaplumbağa oyuncağı görüyoruz mesela. Başka oyuncaklar da görüyoruz… Red Kit video kaseti de var…
C: Evet, Raksotek.
H: Senden bir parça gibi gördüm ben o sahneyi…
C: Evet, film benim için çok kişisel bir film birçok açıdan. Hani benim hayatımda, çok yakın hayatımda öyle polisler, yaratıklar maratıklar yok tabii. Ama atmosferler ve temsil ettikleri şeylerin çok kişisel olduğunu düşünüyorum. O açıdan mesela çok başarılı buluyorum filmi. Tabii ki daha bir sürü şey yapmak istiyorum ve tabii ki birçok şey batıyor filmde bana, ama bir açıdan da çok mutluyum. Kendimi iyi ifade ettiğim bir film oldu diye düşünüyorum. Bu film aslında bir Türk filmi ve hakikaten de benim Türk filmi yapacağım diye bir olayım yok. Ama bu topraklardan çıkan bir film olsun istedim ve bu topraklarda 80’lerde, 90’larda televizyonla ve Raksotek’lerle büyümüş, internetle büyümüş, apolitik durmuş, daha sonradan çeşitli şekillerde topluma entegre olmuş bir kesim de var. Hani biraz da belki o kesimi temsil eden bir film bu. Benim kısa filmlerim için Reha Erdem de dahil olarak bazı insanlar, biraz daha buraları anlatan bir şeyler olsun diyorlardı. Ben de diyorum ki, bir anlamda bu anlatıyor aslında. Diğer kısa filmim To My Mother and Father’ı da ben evrensel görüyorum. Soruna dönecek olursam filmde o çocuğun odasında başlayıp o çocuğun raflarını görüp çocuğun hayal gücünü biraz böyle, “Ha, bu böyle bir çocuk ve bunlar böyle bir çocuğun başından geçiyor” diye güzel bir giriş oldu. Hem kişisel bir giriş, hem de ondan sonra yatakta uyumadan önceki o kurduğumuz korkular ve kâbuslar ve çocukluk kâbusları üzerine bir film olarak düşündüğüm için, hepsine uygun bir başlangıç oldu.
H: Peki neden Ninja Kaplumbağa?
C: Bizim bu şimdiki oyuncaklarımızı yapan adamlar aynı zamanda imitasyon oyuncak alıp satıyorlar devamlı. Özel olarak dedim, bu çocuğun şimdi evinde bir sürü oyuncak olamaz. Çok da zengin bir çocuk olarak yapmayalım bunu. O imitasyon, sahte bir Kaplumbağa’ydı. Ben de onu koydum. Bir tane daha sahte bir oyuncak koydum… Yani orada orijinal, pahalı bir oyuncak falan yok, ona dikkat ettik özellikle. Bir tane teneke polis arabası var mesela. Tam ‘90’lar başı, 80’ler sonu olsun, biri biraz daha eski olsun tamam, ama çok da anakronizm olmasın diye orayı özenle kurduk yani.
H: Süper! O zaman biraz önce sorduğum soruya dönmek gerekirse, Baba’yı oynayan arkadaşın ismini hatırlayamıyorum şu an, pardon…
C: Mehmet Abi, Mehmet Cerrahoğlu.
H: Fiziksel olarak çok ilginç biri… Nasıl dahil oldu kadroya?
C: Mehmet Cerrahoğlu’nun çok bomba bir hikâyesi var. Bu hikâye başlı başına bir makale olur. Bu gidiyor 90’larda Pendik Belediye Başkanı’na, “Benim kolum tutuyor, kafam çalışıyor, başkanım bana iş ver” diyor. 30 milyonda bir gözüken bir cilt hastalığı var adamın anladığım kadarıyla. Tam da belli değil, Karadeniz’de iki üniversite patentini almaya çalışıyormuş yıllardır adamın. Ablası da aynen onun gibiymiş, başka da kimseyi bilmiyor öyle. Ve başkan da diyor ki, “Oğlum, tabii ki iş vermezler sana, sen uzaylı gibi adamsın. Gel seni televizyona çıkaralım.” O zamanlar da böyle “uzaylı” lafı var 90’larda medyada anladığım kadarıyla, tam o zamana denk geliyor. Reha Muhtar’a çıkıyor, Hürriyet’te “Pendik’te Uzaylı,” diye çıkıyor falan filan. Sonra bu adama köyden, görücü usûlü eş buluyorlar, üç tane çocuğu oluyor, otoparkta iş buluyorlar ve hani böyle eskiden “Çocuklar benimle dalga geçtiğinde giderdim ağlardım” diyen adam, şimdi çok kendine güvenen bir adama dönüşüyor böylece. Çok bomba hikâye.
H: Vay be!
C: Başkan hakkında da inanılmaz müteşekkir, “Allah razı olsun”, falan diye konuşuyor. O zamanlar da böyle yok yere yazılıyor bir tane ajansa ve bir iki tane klipte oynuyor. Ama o sahneleri kesiyorlar, internette bir-iki şey ya var, ya yok. Yani kendisi unutulmuş… Atlantik’teki kadro direktörü Fazlı Korkmaz bana kısa filmim için, böyle garip ve korkunç bir tip arıyordu (hani korkunç derken ampüte ve yanık olanlara ayrı kadrolar oluyor yurtdışındaki kast ajanslarında) Türkiye’de bir ajansta bir tane A4 kağıdında dokuz tane isim vardı, bir kenarda tutmuşlar. Bir baktım, Mehmet abiyi görünce tanışmak istedim. Ama o zaman da tanışacak zamanımız, bütçemiz yoktu, haldır huldur kısa filme giriyorduk. Çekim günü geldi, konuştuk ettik. Kısa filmde kenarda duran bir adam aslında sadece Mehmet abi. Sonra beraber bir klip çektik onunla. Kafası çok iyi çalışıyor, böyle çok nükteli, enteresan, enerjik bir adam. İlk başta herkes tabii bir yabancılaşma yaşıyor Mehmet abiyi görünce, ama sonra çok sevdik biz birbirimizi. Ben senaryoda Baba’yı yazarken direkt acaba Mehmet abi bunu oynar mı, ben şimdilik Mehmet abi için yazayım da sonra belki başkası oynar diye yazdım karakteri. Mehmet abiye yolladığımda, tam o sırada bayramda Samsun’a gidiyordu. Bastırmış, yanına almış, Samsun’dan bize senaryo taslağı gibi sahne sahne filmi çizmiş. Gerçekten naif sanatçı ruhu var adamda. Bora Akıncıtürk’ün hasta olacağı tarzda bir şeyler yolladı adam bana ve ben bayıldım. Onlardan sergi yapmayı düşünüyoruz hattâ, şu Baskın furyası bir bitsin. Böyle bir adam yani, çok bomba.
H: Kendisi film hakkında neler düşündü?
C: İnanılmaz sevdi. Şu anda hattâ biz burada galamızı yaptığımız gün, aynı gün Viyana’da Avrupa gösterimi vardı. Orada Remzi’yi oynayan Ergun Kuyucu’yla beraber ikisi, her şeyleri festival tarafından karşılanarak gittiler. Üç gün kaldılar, herkesle fotoğraf çektirdiler, falan. İlk defa Türkiye dışına çıkıyor Mehmet abi.
A: Ah, çok güzel ya!
C: Bana mesajlar attı, “Burası Hollywood gibi Can, çok alkışlandık” dedi. Böyle inanılmaz müthiş bir hikâye onun için de.
H: Filmde polis ekibi için oyuncu seçimi çok başarılı. Bu seçim aşamasından da biraz bahsedersen çok sevinirim, çünkü gerçekten çok başarılı beş kişi bulmuşsunuz…
C: Polislerin seçiminde çok güzel zarlar attık, hep iyi geldi gibi oldu biraz. Çok da uğraştım son âna kadar, mesela filmin çekimine iki ay kala hâlâ daha Remzi yoktu elimizde. Tabii başka şeyler de düşünüyorduk. Ergun Kuyucu’yla pilavcı gibi bir yerde karşılaştık. Ben onu daha önce Kara Köpekler Havlarken’den, Zerre’den görmüş ve çok etkilenmiştim. Gittim konuştuk falan, o da eksik olmasın sevdi senaryoyu. Görkem bir arkadaşımın arkadaşı zaten. Hani başrol için birkaç tane daha ilgilenen, daha ünlü, daha tecrübeli insanlar vardı… Çok böyle arada kaldım, ama Görkem’in daha manyak sahneleri daha iyi yapabileceğine inancımdan, diyaloğumuzdan dolayı, Görkem’le beraber çalışmaya karar verdik.
H: Görkem çok iyi!
C: Görkem’le Ergun abi tanıştıkları ilk gece anında muhabbete koyuldu, biralar falan, süper anlaştılar. “Oha” dedim, “bu iş çok iyi oldu böyle!” Hani onları bir tanıştırıp ondan sonra Ergun abiye okeyi çektim gibi bir durum oldu. Onun üzerine zaten Mami Yavuz kısadan tanıdığımız, üzerine yazdığım bir karakterdi; o öyle oldu. Ben bunu yazıyorum, ama hayatta kabul etmeyecek Mami falan diye düşünüyordum; doğrudan kabul etti. Hattâ Mete Horozoğlu aradı beni iki hafta önce, işte “Can,” dedi, “ben Mete Horozoğlu”, “Aa, öyle mi? Merhaba abi” falan filan. Arkadaşıymış işte, fragmanı görmüş çok beğenmiş, tebrik etmek için aramış. Ondan sonra da, bu grubun başına bir tane şef getireceğiz, amir getireceğiz, ama paramız yok. Bir yandan da bu grubu taşıyabilecek ağırlıkta biri olması lâzım. Hattâ son dakikaya kadar bizim şirkette bir şoförümüz var, onu bile oynatmayı düşünüyordum. Yani paramız yok, bir şeyimiz yok, o adamın da ağzı iş yapıyor diye. Sonra işte Samsun’dan, Kral Richard’ı falan oynamış çok iyi bir tiyatrocu olan, daha yeni İstanbul’a gelip Muhteşem Yüzyıl’da da bir iki bölümde oynamış, ama yeni İstanbul’a işe gelen Fatih abi geldi. İstanbul’a gelir gelmez saç ektirmiş, onun için üç ay iş almıyor, tamam mı? O üç ay iş almazken de böyle bir şey geldiği için… Hani yani normalde bu paraya iş kabul edecek adam değil. Ama ben bir üç ay arkama yaslanayım demiş, tam o döneme denk geldi. Bunu böyle öylesine kabul etmiş, anladın mı? Ben de diyorum, yani “Fatih abi kusura bakma, bunu kabul ettin, ama hayatın boyunca bu saçla hatırlanacaksın.” Gülüyor. Şimdi görseniz böyle saçları çıkmış durumda.
“KARAR VERDİKTEN SONRA KENDİNİ ADAYACAKSIN, OLMAZSA DA BAYAĞI KALBİN KIRILIYOR ÇEKİM ESNASINDA”
H: Bir de bence filmin en unutulmaz sahnelerinden biri arabadaki o müzik sahnesi. Bence çok güzel bir yeri var filmde. Filme ilk ısındığım sahne o. Yani başından beri müziğin öne çıktığı, filmde güzel bir mola gibi bir sahne fikri var mıydı?
C: Şöyle bir fikir vardı aslında, çok komik, beş yıl önce Elijah Wood’la burada, Fantastic Fest’te tanıştığımda bana Selda Bağcan seviyorum demişti. Döndüm Yiğit Turhan’la falan konuşuyorduk, o da benim New York’ta Selda Bağcan seven arkadaşlarım var, hani böyle bir durum var demişti. “Yaz Gazeteci Yaz”ı çok severdim, bilirdim, ama o kadar. Bu durum çok hoşuma gitti, dedim ki ben bunu filmde kullanayım. Hattâ sonradan buraya geri döndüğümde Elijah Wood’a gösteririm hoşuna gider gibi gelmişti, şakayla karışık böyle bir fikir vardı aklımda. Ama insanın bir sürü böyle saçma sapan fikri oluyor aklında, süzgeçten birkaç tanesi kalıyor sonunda. Kısada böyle başlayıp çok hoşuma giden bir şekilde filmin başında o müziği kullandık. Ona benzer bir şey uzunda da yapayım diyor ve ne kullanayım diye telif hakkı olmayan şeylere bakıyordum. Filmin başında mı olsun, ne olsun derken, senaryo çizimlerini önümüze koyup teker teker sahneleri kafamda düşünürken aklıma geldi. Bu büfedeki durumdan sonra bir geçiş olsa, arayı ısıtsak güzel olur diye düşündüm. Hep beraber şarkı söyleseler dedim. Yani kafamda aslında biraz böyle korkutucu bir düşünce vardı. Ulan, bu beş adama nasıl şarkı söyleteceğim ben şimdi? Şimdi söylemesi kolay da, hakikaten çok zor oluyor bazen, düşünce aşamasında öyle bir şeye karar vermek. Çünkü karar verdikten sonra tamamen kendini adayacaksın, olmazsa da bayağı kalbin kırılıyor çekim esnasında. Öyle oldu şarkının hikâyesi. O sahneyi de ilk gün çektik biliyor musun… Herkes birbirine ısındı, böyle filmin içinde bir katalizör oldu.
A: Hani büfeye girişteki sahnede hepsini birazcık tanıyorsun, ancak o arabada mesela Görkem dışarı bakıyor. Hani doğrudan Görkem’e bir ısınıyorsun, nasıl bir tip olduğunu düşünüyorsun. Bütün karakterleri orada aslında daha iyi anladım ben. Kendi hâllerinde, o ekip otosundayken...
C: Süper! Yani öyle düşünmen harika. Korku filmi o kadar kalıplaşmış ve daha böyle garip bir şey ki, bizim ekipteki birçok insan için de öyleydi. Onun için ben bu filmde yanında çalıştıklarıma, vizyonun tam da adını koyamadan bana güvenin, bakın güzel olacak dedim…
H: Bu arada eminim tabii ki çok ilgilenilecek, sorulacak bir konu bu, ama filmin merkezinde beş tane polis var. Hattâ Türkiye’deki afişte olacak mı bilmiyorum, ama yabancı afişte slogan “Five Cops Go to Hell” (Beş Polis Cehenneme Gidiyor), değil mi?
C: Doğru. Türkçede “Beş Polis Cehenneme” yazmaktan sonra vazgeçtik. “Cehennemin Dibine Kadar” yazdık sadece. Ama o bile başlı başına güzel…
“FİLMLERİMDE (…) POLİTİKA VE FAŞİZM VE AİLE YAPISINA YÖNELİK BAZI ELEŞTİRİLER BULUNMASI HOŞUMA GİDİYOR.”
H: Peki Türkiye’de, bir de özellikle bütün olaylardan sonra, bir polis taşlaması veya polislere bir cevap gibi görülebilir. Özellikle geçtiğimiz yıllarda deneyimlediğimiz polis şiddetinden sonra, “Abi beş tane polis, bunları cehennemin dibine göndereceğim” gibi bir niyet mi vardı? Yoksa yani öyle bir yere varıyor olabilir, ama aslında hayır, bunlar beş tane polis, ama polisler ve insanlar gibi mi görmeli izleyici?
C: Bu soruya aynen, kesinlikle böyle cevap vermek istiyorum aslında. Ama genel olarak benim yaptığım, Sandık’ta bile aslında genel olarak, insanlığa dair, felsefeye dair bir politika ve faşizm ve aile yapısına yönelik bazı eleştiriler bulunması benim hoşuma gidiyor. Ben olduğunu düşünmek istiyorum. Zaten Gezi’den önce yazmıştım ben kısa filmi ve kısada polis ambleminin üzerinden kanlar falan akıyordu. Dün gösterim sonrasındaki soru-cevapta “Polisleri hıyar gibi gösterdin” gibi bir şey söyledi adamın biri… Annemin arkadaşı, Doğu Yücel’le Fırat Yücel’in annesi Şükran Yücel de o filmi izleyince mesela, “Müthiş bir maçoluk eleştirisi gördüm burada” demişti. Bazı başka arkadaşlarım da izleyince, “Oğlum polisleri ne güzel yapmışsın lan! Çok güzel olmuş” dediler. Yani onun için bu üçüne de ben okeyim. Böyle de devam ederse ne güzel. Onun dışında eminim kötü tepkiler de olacaktır. Ama bakanlıktan gelip seninle gurur duyuyoruz deyip elimizi sıkanlar da oldu Toronto’da. Bu filmi mesela emekli bir polis burada izlemiş, geldi ve çok hoşuna gittiğini anlattı. “Gerçek olarak bunları portre etmen ne güzel” dedi. “Böyle Türkiye’den olan, Amerikan olmayan bir filmde polislerin böyle portre edilmesi çok hoşuma gitti” dedi. Türkiye’de de eminim böyle düşünenler olacaktır.
H: Aslında film korku türünün birçok alt başlığından etkilenmiş, bunları bir araya getirmek istemiş gibi. Filmin içerisinde İtalyan korku sineması ve müziklerinden etkilendiğini de hissettim. Aralarda Türkçe müzikler giriyor, filmin bitiş jeneriğindeki müziklerde de Rob Zombie tadında bir final var. Gerçekten niyetin bu muydu zaten? Hani korku sinemasına dair sevdiğin bir sürü şeyi bir araya getirdiğin bir film miydi, yoksa kendiliğinden mi böyle oldu?
C: İkisi beraber oldu. Hem biraz zaten belki farkında olmadan, Tarantino sonrası bütün o jenerasyon için geçerli olan her şeyin beraber gelişmesiyle, karışık “mash-up” tarzda işler yapmanın keyfine varmakla birlikte gelen bir şey olabilir. Hem de benim yapıma çok uygun bir şey. Hafızam da iyidir, “şu filmden”, “bak şu sahneden” yapmayı çok severim. Ayrıca senaryoyu yazarken de, sonrasında da oturup normal şekilde film izlemeye devam ettim. Biraz daha dikkat ediyordum elbet, yani şu sıralar Baskın’ı çekiyorum, bana biraz daha ilham verebilecek şeyler olsun diye düşünüyordum. Ama onun dışında hep böyle Güney Kore suç filmleri olsun, Haneke filmleri olsun, aradan alakasız bambaşka filmlerden, sahnelerden, hep elimde not defteriyle film izliyordum. Biraz da son zamanlarda hastalık gibi olmuştu. Keyif alamıyordum artık film izlerken, kesin bunu not almam lâzım, şu sahneyi şöyle yapsam mı falan diyordum. O biraz hem işin doğası, yani benim doğam gereği oldu. Hem de keyif aldım. Öyle filmleri çok seviyorum çünkü açıkçası.
“BİR SONRAKİ FİLMİNDE EN BÜYÜK ZORLU GÖREVİM, BİRAZ DAHA KORKUTAN BİR ŞEYLER YAPMAK…”
H: Türkiye’de tür sineması seven bir kitle var, bunun yanında bir de geniş bir kitle var; korku filmlerine gidiyorlar, ama bir korku filmi kültürleri yok ve onların çok güzel tükettikleri Türk korku filmleri var. Belki de o beklentilerle gidecekler Baskın’a ama çok daha bambaşka bir film izleyecekler aslında. Senin filmin Türkiye gösteriminden beklentini çok merak ediyorum. Biraz sert mi gelecek?
C: Şu âna kadar gösterdiğimiz, filmi orada burada izleyen Türkiye’den herkes çok seviyor şaşırtıcı bir şekilde. İlla tabii eleştiriler olacaktır. Ama ben hep, filme finansman ararken de, bu filmi izleyip “Ulan, cin yok ki bu filmde, ben korkmadım,” veya cine de gerek yok “Ben bu filmden korkmadım. Nesi iyi ki bu filmin?” diyecek bir kesim olacaktır diye düşünüyordum. Ama tahminimden daha az olacak galiba. Genel olarak filmi seveceklerini düşünüyorum, bir de genel olarak filmin ilk 40 dakikasında, ne güzel bir film izliyoruz biz şu anda kafasına girip kendilerini başka bir yerde bulacaklar gibi gözüküyor.
H: Evet, ben de özellikle genel izleyici kitlesi açısından aslında başka türde harika korku filmleri yapılabileceğini görmelerini istiyorum. Çünkü çok fazla sayıda çok kötü korku filmi var Türkiye’de.
C: Çünkü “korku filmi şöyle olmalı diye” bir şey oluşmuş durumda, hâlbuki öyle değil. Ama sadece Türkiye’de değil, bu İtalya’da, Almanya’da da böyle. Sağlam bir janr adına kırk yılın başı bir şeyler çıkıyor, çok sağlam şeyler pek çıkmıyor nedense. Aslında ben de Baskın’da böyle gerçekten korkutucu an pek var mı diye düşünüyorum, bana yok gibi geliyor açıkçası. Bir sonraki filmimde en büyük zorlu görevim, biraz daha korkutan bir şeyler yapmak olabilir diye düşünüyorum.
H: O zaman bundan şunu anlıyoruz, bir sonraki filme daha başlamadın.
C: Bir sonraki filme daha başlamadım, ama elimde karar vermek üzere olduğum, iki tanesi tamamen bitmiş olan, ama daha tabii üzerinde çalışılması gereken dört tane senaryo var. İki tanesi bizim, iki tanesi başka bir yerden. Biraz karar vermeye çalışıyoruz. Bu festival turu bitince, en son Los Angeles’ta da yeni anlaşma imzaladığımız WME’yle bir tur yaptıktan sonra dönüp aralık ayına doğru kararımızı verip başlayacağımız yeni bir süreç olacak.
H: Şimdiden heyecanla bekliyoruz ve tebrikler tekrar!
C: Teşekkür ederim.
Can Evrenol, Baskın‘ın başrol oyuncusu Görkem Kasal ile kazandığı “En İyi Yeni Yönetmen” ödülünü kutlarken.