“Bazıları, insanların enstrümantal müziği pek sevmediğini söylüyor. Benim için sorun yok.”



Karşımıza uzun yıllar Stereolab’le çıkan yetenekli müzisyen Tim Gane, bu kez grup arkadaşı Joe Dilworth ve müzisyen Holger Zapf’la bir araya geldikleri enstrümantal projeleri Cavern of Anti-Matter ismiyle geliyor. Deneyimli üçlünün dinleyeni hipnoz edercesine etkisi altına aldığı şarkılarından oluşan albümleri void beats/invocation trex, geçtiğimiz şubat ayında yayınlanmıştı. Uzun zamandır Berlin’de yaşayan Tim Gane’e yeni grubuyla ilgili merak ettiğimiz ne varsa sorduk.

Cavern of Anti-Matter fikri nasıl ortaya çıktı?

Berlin’de yaşayan Fransız sanatçı Nicola Mühlen’le arkadaşız. Nicola’nın Grautag isminde bir plak şirketi var. Bana yaklaşık beş yıl önce, Grautag’dan yayınlanmak üzere bir albüm yapmak isteyip istemediğimi sormuştu ve ben de “belki” demiştim. Üç yıl önce, yeniden aynı soruyla bana geldi. Grautag biraz farklı bir plak şirketi, özel plak tasarımları yapıyorlar ve bazı müzisyenlerin özel kayıtlarını yayınlıyorlar. Aslında bu, bir çeşit işbirliği şeklinde yapılıyor. Bir sanatçı gelip plak tasarlıyor, bu plağın az sayıda (yaklaşık beş yüz tane) edisyonu basılıyor. Ben ilk başta sadece çift plaklı albümler yaptıklarını bilmiyordum. Benden sadece bir single istediğini düşünmüştüm. Ona da, aynı şekilde yanıt verdim ve bir single yapabileceğimi söyledim. Nicola, “Hayır, biz sadece iki plaklı albümler basıyoruz” dedi. Ben de “Tamam o zaman ben de öyle yaparım” dedim. Single’la arasında çok büyük bir fark vardı ama çalışmalara başladım. Çeşitli enstrümantal kayıtların yer aldığı çalışmalarımı tamamlamıştım ama bunları yayınlamak için seçmiş olduğum herhangi bir isim yoktu çünkü sadece ben ve birkaç arkadaşım takılıyor gibiydik. Joe Dilworth ve Holger Zapf, kayıtlarda bana yardımcı oldular. Çalışmalar tamamlandığında, işimin de bu noktada bittiğini düşünüyordum ve başka şeylerle ilgilenecektim. Grautag için hazırladığımız albümü canlı çalmamızı istediklerini söylediler. Biz gerçek bir grup bile değildik. Yani sadece bendim gibi bir şey. Bazı davul kayıtlarında Joe çalmıştı ve synthesizer’lı kısımlarda da bana yardımcı olmak için Holger çalmıştı. Dolayısıyla, bu konsere cevabım “Hayır” oldu çünkü canlı çalamazdık. Bize tekrar tekrar canlı çalmamızı istediklerini söylediler. Ben de sonunda Joe ve Holger’e bana konserde yardım etmek isterler mi diye sordum. Holger synth’leri, ben gitarları, Joe da davulu çalacaktı. Konser oldu ve aslında oldukça da güzel geçti. Ardından yeniden çalmamızı istediklerini söylediler. İngiltere’de düzenlenen All Tomorrow Parties festivalinden de teklif aldık. Birdenbire dört veya beş konser vermiştik ve dahası da olacak gibiydi. Bir grup kurma fikriyle baş başaydık. Eskilerde olduğu gibi klasik bir şekilde kurmadık grubu. Ama kesinlikle bu şekilde olduğu için mutlu olduğumu söyleyebilirim. Bu şekilde ilerlemek eğlenceli. Farklı bir yolda ilerliyoruz. Tekrardan çalmayı hayal bile edemezdim ama daha şimdiden birçok belli olan konserimiz var.

Image

Evet, Primavera Sound’da da çalacaksınız. Biz de orada olacağız. Ben canlı performansınızın nasıl olacağını merak ediyorum. Herhangi bir görsel kullanacak mısınız?

Hayır, şu an için öyle bir düşüncemiz yok ama sahnede çok sıkıcı gözüktüğümüz için başka bir şeyler düşünüyoruz. Şarkıcımız yok sonuçta. İzleyenlerin dikkatini verecekleri bir şey yok ki bu aslında iyi bir şey. Çünkü çalmak da aynı zamanda görsel bir olay. Bu konuda herhangi bir şikâyetim yok ama bir ara herhangi bir film veya benzeri bir şey için durup düşünmemiz de gerekiyor. Bunun Primavera’ya kadar da olacağını sanmıyorum. Aslında, biraz da nasıl olması gerektiğine dair şu an için herhangi bir fikrim de yok. Şimdi yapmamız gereken bir sürü başka iş var ve her şey son dakikaya kalacak gibi hissediyorum. Ama yakın zamanda bu görsel işini düşünmeyi deneyeceğim. Sahnede synth ve elektronik öğeler için analog bir set kullanıyoruz. Joe ortada davuluyla duruyor, bense gitarları çalıyorum. Aslında basit gibi ama uzun süren bir yapıdayız. Seri bir şekilde ilerleyen bir metotla çalıyoruz ve bol bol synth kullanıyoruz. Bu da biraz yayvan, dağınık ve garaj türünde olduğu gibi sesler çıkarmamızı sağlıyor. Yani temiz bir elektronik müzik yapmıyoruz. Bir çeşit karışım gibi bir şey. Geçtiğimiz aylarda çok çalmadık ama yakın zamanda neredeyse on beş konser vermişizdir.

Canlı performanslarınız nasıl oluyor? Sadece albümdeki şarkıları mı çalıyorsunuz yoksa emprovizasyon yaptığınız zamanlar da oluyor mu?

Aslında her ikisi de diyebilirim. Yani şarkılarımız belli bir düzeni olan basit şarkılar. Bunları uzatabiliriz de uzatmayabiliriz de. Tamamen konserden aldığımız enerjiye göre değişir. Eğer iyi hissediyorsak uzatabiliriz. Bazen emprovizasyon yapmak çok kolay olmuyor ve işin kötüsü o anlarda yapmamız gereken tek şey de bu oluyor. Diğer zamanlarda biraz daha şarkıların yapılarına göre ilerliyoruz. Ama evet, emprovizasyon ve daha birçok şey yapıyoruz. Yani, kayıtlarımız çok şarkı şarkı olmadığı için, belli bir fikirden yola çıkarak yaptığımız için kendince bir sırası da oluyor. Her şekilde kesinlikle şarkının orijinalinden çok fazla uzaklaşmıyoruz. İnsanların önünde çalmak, stüdyoda olmak veya prova yapıyor olmaktan çok farklı bir şey. Ortada başka insanlar olunca, her şey değişiyor. Ben biraz utangacımdır, öyle çok rock ’n’ roll biri değilim. Çalarken müziğin içinde kaybolmayı deniyorum. Orada insanların olduğu gerçeğini kafamdan atarak çalmaya çalışıyorum. İşe yarıyor gibi. Benim için müziği daha yoğun kılıyor ve böylece performansın sadece bir konser olmaktan çıktığını da hissediyorum. Çalacağımız her şeyin provasını yapıyoruz ve bunları aynı şekilde çalmak için sahneye çıkıyoruz. Emprovizasyonlar bazen iyi olabiliyor, bazen de kötü. Bunu kontrol etmek çok zor.

Bu arada, Deerhunter da Primavera’da çalacak. Bradford Cox’la birlikte sahneye çıkmak konusunda bir şeyler konuştunuz mu?

O şarkıyı canlı performanslarımızda çalmıyoruz ama belki enstrümantal versiyonunu çalabiliriz. Ona sormayı aslında bakarsan hiç düşünmedim. Şu an için planlı bir şeyimiz yok ama bence en iyisi bunu yapmamak.

Peki Bradford Cox albüme nasıl dahil oldu?

“Liquid Gate” aslında bir film için iki sene önce onunla birlikte yaptığımız bir şarkı. Aslen Cavern of Anti-Matter için yapılmadı. Bir filmin müziğiydi. Film için yaptığım çalışmaların bitmesine iki hafta kala, yönetmen beni aradı ve bir parti sahnesi için altı elektronik müzik şarkısına ihtiyacı olduğunu söyledi. Ne yapacağımı bilmiyordum ve yönetmen bu müziklerin mutlaka olması gerektiğini söylüyordu. Dolayısıyla, şarkı söyleyecek birilerini bulmam gerekiyordu çünkü yönetmen kullanacağı müziğin içinde vokal olmasını da istemişti. Brad’le uzun bir süredir mailleşiyorduk ve ben de ona sordum. O dönem biraz hastaydı. Yapabileceğini hiç düşünmemiştim. Birkaç hafta sonra, bir anda Brad vokal kayıtlarını yolladı. Bu kez benim hızlıca müzik kısmını halletmem gerekiyordu fakat çok iyi gitmedi. Günde dört-beş şarkı miksliyordum ve zamanla yarışıyordum. Bu benim adıma utanç verici bir şeydi çünkü vokaller çok iyiydi ve müzik bir türlü iyi olmuyordu. Şarkıyı yeniden kaydederek albümdeki haline getirdik. Yani aslında ilk olarak Cavern of Anti-Matter için yapılmış bir şarkı değildi. Albümdeki diğer şarkıların bazıları iki sene önceki kayıtlardan, bazıları da yeni yaptığımız şarkılar. Bir çeşit karışım gibi. Hepsi yeniler.

Enstrümantal müzik yaparken kendini rahat hissediyor musun?

Evet, mükemmel bir şey, çok seviyorum. Vokalleri de özlüyorum tabii, tüm o detayları da. Geriye dönüp de klasik şarkı formatında kayıtlar yapmayı şu an için büyük ölçüde istemiyorum. Albümde farklı bir tını yakalamak adına böyle bir iki şey olması iyi bir şey bence. Enstrümantal kayıtların özgürlüğünü ve hiçbir şeyin ön planda olmaması özelliğini çok seviyorum. Diğer türlü, vokaller ilgi odağı oluyor. Enstrümantal olma fikrini seviyorum. Bazıları enstrümantal olarak çok fazla çalamayacağımızı, insanların bunu sevmediğini söylüyor. Benim için sorun yok, bu bizim problemimiz olmaz. Mesela Tortoise gibi büyük grupları düşünün. Tortoise’u çok severim ve onların da neredeyse vokalli şarkıları yok. O yüzden, dediğim gibi, bu beni çok rahatsız etmez. Enstrümantal müziği seviyorum ve bu şekilde ilerleyeceğiz.

Biraz da geçtiğimiz ay Record Store Day (Plak Dükkânları Günü) şerefine yayınladığınız 12-inç plağınızla ilgili konuşalım. Albümde yer alan “Void Beats” ve “Hi-Hats Bring the Hiss” parçalarının Hieroglyphic Being ve Karen Gwyer tarafından remikslenmiş yeni versiyonlarını yayınladınız.

Aslında olan şuydu: Ben Warp’a iki şarkı yolladım. Onlar da bu şarkılara remiks yaptırmak istediklerini söylediler ve “Tamam” dedim. Bana bazı remikslerden örnekler yolladılar, ben de hoşuma gidenleri seçtim. Kendi başıma birilerini seçmek istemedim çünkü isimlere çok hâkim değilim ve son dönemde neler olup bittiğini de çok iyi bilmiyorum. Şarkıların bu iki versiyonunu çok beğendim. Remiks dinlemek aslında biraz da komik bir şey, kendi deneyimlerini yeniden dinlemek gibi. Ben de çok fazla remiks yapıyorum ama remiks versiyonları şarkının orijinal halinden uzaklaşınca hoşuma gitmiyor. Hieroglyphic Being ve Karen Gwyer, bunu benim sevdiğim şekilde yaptılar. Sonunda yayınlandığı için ve herkes gibi dinleyebildiğim için mutluyum. Record Store Day’den önce hiçbir şey dinleyemediğin için aslında bu günün biraz rahatsız edici bir gün olduğunu söyleyebilirim. Bu şekilde planlanıyor. Albümümüz için de aynı şekilde, tükendikten sonra neredeyse iki-üç ay beklememiz gerekti. İnsanlar neden limitli sayıda yaptığımızı sorup durdular. Ben de, bulunca alın çünkü limitli olmasını ben de istememiştim diyordum. Sanırım şu an istediğiniz gibi bulabilirsiniz.

Image

Bu arada Cavern of Anti-Matter’ın ilk albümü Blood Drums’ı dinlemek istediğimde Spotify, iTunes gibi dijital müzik platformlarında yoktu ancak Bandcamp sayfanızda vardı.  Bu albümü yalnızca plak formatında yayınladığınızı da biliyorum.

Evet, o albüm Grautag’dan çıkmıştı ve sadece beş yüz tane plak formatında basıldı. Daha önce de bahsettiğim gibi Grautag, müzisyenler ve tasarımcıların işbirliği yaptığı ve yalnızca iki plaklı formatta baskılar yapan bir plak şirketi. Ne CD basıyorlar, ne de şarkıların dijital versiyonlarını yayınlıyorlar. Bu müzikle alakalı bir durum değil. Hem müzisyenin işini hem de tasarımcının işini ayrı ayrı şekilde paylaşamazsınız. Blood Drums aslında çok hızlı bir şekilde satılmadı, birkaç ay boyunca bulunabiliyordu ama sonradan tükendi. Bu albümü, sene sonunda farklı bir kapakla yeniden basmayı düşünüyorum. İnsanların bir albümü bulamaması rahatsız edici bir şey. Bu arada, bu işin bu kadar zor olması benim de fikrim değildi. Sanırım, dediğim gibi, bir kez daha basacağız. İlk albümü gerçekten seviyorum. Son yayınladığımız albümden tamamen farklı. İlk albüm ilginç fikirlerle dolu ve benim bakış açım da tamamen farklı. Yeni elektronik ekipmanlar ve synthesizer’lar almıştım çünkü yeni bir müzik yapmak istediğimde elimde olan ekipmanlar Stereolab’de kullandıklarımdı ve ister istemez benzer şekilde sesler çıkacağını düşünmüştüm. Ayrıca, yeni bir şeylere ve ekipmana da ihtiyacım vardı. Sonra, gidip kendime yeni ekipmanlar aldım ama bu kez nasıl kullanılacaklarını bilmiyordum. Holger, bu aşamada bana yardımcı oldu. Yeni ekipmanlara hiç aşina değildim. Yeni seslerin olduğu bir dünyada savruluyordum. Bu albümdeki kayıtlar, tamamen bu dönemimde ortaya çıkan seslerden oluşuyor. Aslında bir şekilde konsepti devam ettirdim ve şimdi bir grubuz. Sanırım çok büyük bir patlama yapmadık da. İlk albüm biraz film müziği gibiydi. Müziği içine yerleştirebileceğim bir çevre veya mekân bulmaya çalışıyordum. Bu açıdan benim için çok iyi bir deneyim oldu. Müziğinizi konumlandıracak bir mekân veya çevreyi bulursanız, müzikle ilgili her şey daha da net hale geliyor.

Uzun zamandır sahibi olduğunuz plak şirketi Duophonic’ten bahseder misiz? Stereolab ve Cavern of Anti-Matter albümleri de bu plak şirketinden yayınlandı. Kendi plak şirketiniz olmasının en büyük avantajı ne oldu?

Bu plak şirketi, şu an için aslında sadece bir isim. Bizim Duophonic ismini kullanmamızın sebebi Warp’ın bu şekilde istemiş olmasıydı. Promosyon ve pazarlama işleri yüzünden çalışmalarımızı bu isim altında yayınlanmamızı istediler. Sanırım Warp’ın etrafında elektronik dışında da müzik yapan grupların yer alabileceği birkaç alt şirket olmasını istemiş olmalılar. Bu yüzden Duophonic’i kullanmamızı istediklerini söylediler. Dediğim gibi, bu sadece bir isim ve Duophonic artık eskisi gibi de değil. Stereolab çalışmalarını durdurduktan sonra Duophonic’le bir şey yapmadık. Şu an sadece ismen var. Eskiden olduğu gibi popüler de değil. İsmi istediğimiz zaman kullanabiliriz ama buradaki temel şey Warp’la çalışıyor olmamız. O yüzden durumlar biraz farklı. Kendi plak şirketinin olması iyi bir şey çünkü kimse sizin yayınlayacağınız kayıtları kontrol edemiyor. Büyük plak şirketleri tüm sanatçıların albümlerini kendileri istedikleri zamanlarda yayınlamak istiyor. Siz işlerinizi bir anda önce toparlayıp, hızlı bir şekilde ve spontane olarak yayınlamak istiyorsunuz, ama problem şu ki, büyük plak şirketleriyle çalıştığınızda neredeyse yayınlanması için bir sene beklemeniz gerekiyor. Bu da çok yavaş bir süreç. Altmışlarda Beach Boys veya benzeri bir grup, mayısta albüm kaydedip ve haziranda da yayınlıyordu. İşte ben bunu seviyorum. Her şey çok hızlı bir şekilde ilerliyor ve büyük plak şirketleriyle çalıştığın zaman maalesef işler böylesine hızlı olmuyor. Promosyon ve diğer şeyler için birçok şeye ihtiyaçları oluyor. Ben o kısımla çok ilgilenmiyorum. Bunlar da önemli elbette ama hızlı bir şekilde ilerleyemediğim zaman hiç hoşuma gitmiyor.

Albüme konuk olan bir diğer isim de Peter Kember. Sanırım eski arkadaşsınız. Birlikte şarkı kaydetmeye nasıl karar verdiniz?

Evet uzun zamandır arkadaşız. Biz kayıtlara girmeden önce Peter’a sormuştum. Albümde vokalli bir parça olmasını istiyordum ve gerçekten hem vokallerini hem de sesini sevdiğim isimleri düşündüm. Peter’ın Sonic Boom, Spectrum gibi projelerdeki ilginç vokallerini seviyordum. Genellikle konuşuyormuş gibi vokaller yapıyor, çoğu zaman neredeyse şarkı söylemiyor gibi. Peter, albümle ilgilendiğini ve teklifimi kabul ettiğini söyledi. Aslında normalde albümün ilk şarkısı “Tardis Cymbals”da olacaktı ama miks aşamasının sonuna gelmiştik ve Peter’dan vokalleri bekliyorduk. Şarkıyı miksledik ve kaydettik. Vokaller için beklemiştik ama gelmemişti. Biz de mikslemek zorunda kalmıştık. Miksleri yaptıktan tam üç gün sonra vokaller geldi. Artık çok geçti çünkü bu şarkıyı enstrümantal haliyle çok beğenmiştim. Yeniden stüdyoya girdik ve bu parçayı yeniden mikslemeyi denedik, farklı bir şekilde olmasına gayret ettik, vokallerle yeni bir şey yapmaya çalıştık. Ama daha sonra başka bir şarkı yapmaya karar verdik ve o şarkı da albümde “Planetary Folklore” ismiyle dinlediğiniz şarkı oldu. Aslında bu şarkı, ilk şarkıyla aynı yapıya sahip ama yeni bir düzenleme ve farklı birkaç dokunuşla bu hale geldi. Bu, gerçekten benim için zor bir şarkıydı çünkü Peter’ın konuşuyormuş gibi söylediği vokal kayıtlarına uyum sağlayacak müziği bulmak oldukça karışıktı. Dört veya beş farklı versiyon denedik ama sonunda doğru olanı bulduk.

Herhangi bir video yayınlamayı düşünüyor musunuz? Film gibi bir şeyler düşünebiliriz belki dediniz.

Onu canlı performanslar için demiştim aslında. Basit, soyut görselli filmler. Albüm için düşünmemiştim. Bu yılın sonlarına doğru yeni bir EP yayınlamak istiyoruz. Belki eylül gibi olabilir. Henüz yapmadık, o yüzden bilmiyorum. Albümde kullanmadığımız ama iyi olan bir-iki şarkı var. Belki iki şarkılık, belki de bir tane yeni bir şeyler yarattığımız uzun bir parçanın yer alacağı bir EP yayınlarız. Birkaç fikrim var. Ama şimdilik herhangi bir video olacak mı bilemiyorum. Şu an dediğim kadarını biliyorum ben de. Promosyon nasıl olur, video olur mu bir şey diyemiyorum. İlk önce müziğin yeterince iyi olduğuna emin olmak istiyorum. Sonra diğer şeyleri düşünebilirim. Yayınladığımız ilk video yönetmen Peter Strickland’in hazırladığı bir çalışma oldu. Onunla başka bir filmin müzikleri için çalışıyorduk. Video yapıp yapamayacağını sordum ve açıkçası kabul edeceğini de sanmıyordum ama Peter kabul etti. Dolayısıyla bir sonraki video için ne zaman olur bir şey diyemiyorum, göreceğiz. Soyut şeyleri seviyorum. Hikâyeli videolardan çok hoşlanmıyorum. Şu an, remiksleri bitirip, yeni şarkılar için düşünmek istiyorum. Zorlanacağım bazı fikirler var ama umarım bir şekilde çözerim.

Müziklerini yaptığınız filmin ismi neydi bu arada?

O film henüz yayınlanmadı, hâlâ yazılıyor. Peter’la uzun zaman önce müziklerle ve yaşadığım bazı problemlerle ilgili konuştum. Filmin asıl müzikleri gelene kadar geçici bir müzik kullanıyorlardı. Buradaki sorun, filmdeki birçok sahneyi bu müziklere bağlı olarak çekmek zorunda kalmışlardı ve ben de buna ayak uydurmak için benzer dinamiklerin ve temponun olduğu şarkılar yapmaya çalışıyordum. Bu da benim iyi ve yeni bir şey ortaya çıkarmamı engelliyordu. Ben de keşke film müziği yapmamı isteyenler benimle önceden senaryoyu da paylaşsalar diye düşünüp duruyordum. Yani müzik geçici olacaksa da neden onu ben yapmayayım diye düşünüyordum. Eğer hoşuna giderse, devamını yapmak daha iyi olurdu. Birkaç gün sonra Peter bana bir mail yolladı ve filmin geçici müziklerini yapmak isteyip istemediğimi sordu. Burada Peter’ın demek istediği, aslında senaryoyu yazan kişinin kafasında aynı anda bir müzik de oluşması ve bir şekilde müziğe dair bir mod veya atmosferin yaratılıyor olmasıydı. Benim için bu şekilde bir entegrasyon olması, diğer türlü olmasından daha iyiydi. Sonuç olarak, Peter için müzik yaptım. Bazı şarkılar bu filmde kullanılmadı. Mesela, “Tardis Cymbals” da onlardan biriydi. Bu arada, Under the Radar isimli bir site geçtiğimiz ay, bu şarkının anatomisini anlatmamı istedi. Orada da bu şarkının nasıl ortaya çıktığını ve ne şekilde geliştiğini detaylı bir şekilde anlattım.

Son olarak Berlin’i sormak istiyorum. Berlin’de yaşamanın en iyi tarafı ne? Merak etmeyin, Berlin elektronik müzik sahnesinin yaptığınız müzikler üzerindeki etkisini sormayacağım. Sanırım son verdiğiniz röportajlarda oldukça sık bu soruya maruz kaldınız.

Evet, bunu çok kez sordular. Londra’da doğup büyüyen biri olarak Berlin’de sevdiğim şey sanırım farklı atmosferi oldu. Londra biraz yorucu ve yoğun. Berlin daha büyük bir şehir gibi gözüktü. Yollar ve mimari açıdan da boş alanların daha çok olduğunu söyleyebilirim. Bir şekilde, burada daha çok boş alan var gibi geliyor. Londra’da her şey küçük küçük. Berlin daha rahat edebileceğim bir yer. Köy, kasaba gibi rahat değil ama şehir anlamında rahat. Bir yerde yaşıyorsan ve çok çalışıyorsan, istediğin zaman istediğin yere gidip bir şeyler içebilmek iyi bir şey. Bu gibi şeylerin hissiyatı çok iyi. Berlin’e ilk geldiğimizde barlara ve kulüplere çok fazla giderdim. Artık gitmiyorum çünkü hem artık burada çalışıyorum hem de küçük bir kızım ve oğlum var. Sonuç olarak atmosferin çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Yaşadığım yerin havasını seviyorum. Şu an buraların değeri biraz daha arttı. Biz buraya geldiğimizde o kadar değildi. Etrafta yürüyebilmek, bisiklete binebilmek harika. Londra’da gerçek anlamda yürüyemiyorsunuz bile. Sürekli bir sürü mekânın içinden geçmeniz gerekiyor. Burada her yere bisikletimle gidiyorum. Berlin gittikçe pahalılaşmaya başladı ve artık buraya birçok insan gelmeye başladı. Kalabalık olmadan önce ev bulma derdi gibi panik olunacak şeyler yoktu. Ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Bu gibi şeyler biz buraya on bir yıl önce geldiğimizde yoktu. Ama yine de buraların hissiyatını çok seviyorum. Burada kışların çok soğuk olduğunu söylerler ama ben Londra’daki kesintisiz yağmurlara, buradaki kuru ve soğuk kışı tercih ederim. Londra’da özlediğim şeyler elbet var ama geri döneceğimi sanmıyorum.  

Image
  1. “Sanatın karmaşık olmasını istemiyorum”: Senon Williams

    Dengue Fever ve Radar Bros.’un biricik Senon Williams’ı ilk sanat sergisini Los Angeles’daki Matrushka Construction’da açtı. Bir araya gelip biraz tako siparişi verdik ve açık ve gönülden çizimleri ve heykelleri hakkında konuştuk.

  2. A’dan Z’ye: PJ Harvey

    İlk İstanbul konserine günler kala, kariyerinden bilinmesi gerekenlerle PJ Harvey.

  3. Ceketlerimizi ilikliyoruz: Son dönemden saygı albümleri

    Grateful Dead’den Ahmet Kaya’ya, son dönemin saygı albümü raporu.

  4. Tim Gane’in son harikası: Cavern of Anti-Matter

    “Bazıları, insanların enstrümantal müziği pek sevmediğini söylüyor. Benim için sorun yok.”

  5. Beşinci Beatle: George Martin

    “İlk kayıtlarını kapsayan bubblegum* dönemini aştıklarında artık daha heyecan veren bir şeyler yapmak istiyorlardı. ‘Bize ne sunabilirsin?’ diyorlardı. Ve ben de ‘Size ne istiyorsanız onu sunabilirim’ dedim.”

  6. Farklı duyarlılıklar ve vizyonlar: “Débruit & İstanbul”

    Fransız müzisyen ve prodüktör Xavier Thomas’ın solo projesi Débruit, kayıtları geçtiğimiz yıl İstanbul’da birçok konuk müzisyen eşliğinde yapılan yeni albümünü bu ay yayınlıyor.

  7. Bu kez daha planlı: King Gizzard & The Lizard Wizard

    Avustralyalı psikedelik rock grubu King Gizzard & The Lizard Wizard’la son albümleri Nonagon Infinity üzerine...

  8. Şarkı şarkı: Yeni TSU! albümü

    TSU!’yu yeni albümü Dadebe’deki şarkılarının yolculuğunu anlatması için sıkıştırıp, hikâyelerini Sadi Güran’ın ellerine teslim ettik.

  9. “Bandcamp’e âşığım, kasete ölüyorum”: Domuz Records

    Domuz Records’ı ve ilk albümü Fantezi Müzik’i geçtiğimiz ay yayınlayan Jakuzi’yi Taner Yücel ve Kutay Soyocak’tan dinliyoruz.

  10. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  11. “Kadınlar üzerinden sınıfsal karşılaşma alanı”: Ahu Öztürk’le “Toz Bezi” üzerine

    Şubat ayında gösterildiği Berlinale’nin ardından geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nden En İyi Film, Kadın Oyuncu ve Senaryo Ödülleriyle ayrılan Toz Bezi’ni filmin yazarı ve yönetmeni Ahu Öztürk’ün ağzından okuyunca, bu sıcak dayanışma hikâyesiyle bağınız daha da artacak.

  12. Anneler toplumun monadları: Senem Tüzmen’le “Ana Yurdu” üzerine

    Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nden bu yana tüm dünyayı dolaşan, yılın en iyi yerli filmlerinden Ana Yurdu bu ay gösterime girerken, filmi yazan ve yöneten Senem Tüzmen’le ana erki, kadın yönetmen meselesi ve festival yapılarını didikleyen bir sohbet gerçekleştirdik.

  13. Dördüncü filmiyle huzurlarınızda: Yönetmen Jodie Foster

    Jodie Foster’ın yönetmen koltuğuna oturduğu ve bu ay izleme şansı bulacağımız son filmi Money Monster’dan yola çıkarak Foster’ın hayatına, ama özellikle de kamera arkasındaki kariyerine yakından bakma fırsatı bulduk.

  14. Mayıs ayı vizyonu: Iskalanmaması gereken dokuz genç yetenek

    Bu ay gösterime girmesi planlanan kırka yakın filmden bazıları, bir süredir yetenekleriyle kendilerinden söz ettiren ve ileride de çok sayıda filmde izleyeceğimiz genç yıldızları oyuncu kadrosunda barındırıyor. Vizyona akın eden bu star adaylarına yakından bakma fırsatını tepemedik.

  15. Meraklısına “iyi” müzik kitapları: Kara Plak Yayınları

    Hikâyelerin hiçbir zaman bitmediği müzik dünyasına ait kitapları kendi dilimizde okumanın keyfini yaşatmak için çalışmalarını sürdüren Kara Plak’tan Betül Kadıoğlu’yla müzik, kitaplar ve yayınevinin kuruluş motivasyonları üzerine konuştuk.

  16. İçselleştirilmiş deneyimin pedagojisi: “Violence & Learning”

    İsveç çıkışlı, interaktif politik tiyatro performansı Violence & Learning’in (Şiddet ve Öğrenme) yaratıcılarıyla, politik tartışmaları canlandırmak için Brecht’in en tartışmalı eserlerinden birine yaptıkları uyarlama üzerine bir sohbet.

  17. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler