Televizyon tarihinin İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul, Hırsız Polis gibi klasikleşmiş dizilerine imza atan Türkan Derya’nın ilk filmi Çok Uzak Fazla Yakın’ın kimsenin bilmediği zorlu yapım sürecini birinci ağızdan dinledik.


Televizyon başında unutulmuş bir çocuk olarak 1990’lı yılların ortalarında yerli ve yabancı dizilerin benim için ne ifade ettiğini tarif edebilmem olanaksız. Televizyondaki hemen her şeye hâkim büyürken, Kara Melek gibi bir dizi ile karşılaşmak, yayınlandığı akşamları ekrana yapışık geçirmek birçok kişiye oldukça tanıdık gelecektir eminim.

Bundan birkaç yıl önce Kara Melek gibi efsanelerin yönetmeni Türkan Derya ile tanışmak ve arkadaş olmak da hayatın garip cilvelerinden biriydi benim için. Eski Star Tv’nin fragman seslendirmesindeki Nuran Devres yazdı, Türkan Derya yönetti’deki Türkan Derya’dan bahsediyoruz sonuçta. Üzerinden buram buram Yeşilçam tüten İkinci Bahar’da tüm ailemi ekran başında hıçkırıklara boğan anlara dair tüm reji kararlarını vermiş olan kadının, günün birinde birlikte gündelik sohbetler edebildiğim birine dönüşmesi benim adıma nereden baksan çok havalı bir şey oldu her zaman.

Türkan’ın olağanüstü insanlığının yanı sıra iş disiplini ve yarattığı dünya ile kurduğu ilişki de her zaman ilgimi çekmiştir. İlk uzun metrajlı filmi Çok Uzak Fazla Yakın’ın meydana gelişine de tanık olma şansı bulmuş biri olarak da şunu söyleyebilirim ki, kim ne derse desin inanılmaz bir işin altından kelimenin tam anlamıyla yalnız başına kalktı. Şaşırtıcı bir biçimde bütün bu hikâyeyi de, filmi bahane ederek yaptığımız sohbet sırasında tüm detaylarıyla anlatıverdi. Muhtemelen başka bir yerde bulamayacağınız bu hikâye ne kadar ilginizi çeker bilmiyorum ama ben büyük heyecanla dinledim ve sizler için didikledim.

Televizyon dünyasında 20 yılı aşkın zamandır kendini kanıtlamış bir yönetmen olarak varolup, bunca zaman sonra kendini böyle bir sınava tabi tutmak ve sinema filmi serüvenine atılmak nereden çıktı?

Deli mi öptü diyorsun… Aslında iş şu kadar eskiye dayanıyor: TRT’ye yaklaşık 5 yıl önce Sen De Gitme adlı bir dizi çekerken, Ben artık bir sinema filmi çekmek istiyorum fikri duhul oldu. Bu işi bitirince bir ara verip, kapanacağım ve bir film senaryosu yazacağım ve sinemaya gireceksem de kendi yazdığım filmle gireceğim diye düşünmeye başladım. Set bitince de kolları sıvadım cidden. Hemen bir ofis tuttum, yazı işini başlattım ve ilk kez boş bir kağıtla baş başa kalmanın ne kadar zor olduğuyla yüzleştim. Çünkü 300 kişiyle, sürekli mobil halde çalışırken dizi setlerinde, bir anda ofiste bir bilgisayar ekranı ve sen kalıyorsun ve kafandaki binlerce düşünce, onları kağıda geçirebilme endişesi… O dönem başka bir hikâye yazıyordum ama yaklaşık bir buçuk yılın sonunda ondan vazgeçtim ve uzaklaştım.

Hayda… Neden vazgeçtin?

Neden olduğunu bilmiyorum ama şu an çekeceğim film bu değil diye düşünmeye başladım. Sonra Gezi hayatımıza girdi. Gezi’deki o hem zor, hem umut dolu günler oldu. O sürecin sonunda da ben kendimi şu an izlediğimiz filmin senaryosunu yazarken buldum. Ve ilk başına oturduğum gecede elli sayfalık bir ana akış çıkarıp, filmin tüm altyapısını o an çıkardım ve o günden itibaren de senaryoyla yoğun bir mesai başladı. Bundan üç ay kadar sonra da senaryoyu destek için Kültür Bakanlığı’na yollamamız gerekiyordu. Ama şöyle bir inanış başladı, biz bunu yollayacağız ama aslında destek alamayacağız. Yine de senaryo başvuruya yetişti ve bir süre sonra da desteğin çıktığına dair bilgi geldi. Kuruldan olumlu haber gelmesi sevindiriciydi elbette ama filmin bütçesinin çok çok altında bir para çıktı.

Bakanlık’ın ilk filmlere verdiği o malum küçük ama umut dolu para.

İlk filmlere özgü o malum meblağ verildi filme, evet. Bu sefer de şöyle bir süre başladı, elimde asla o bütçenin kaldıramayacağı bir senaryo var ve bu kadar da bir kapital var. Şimdi filmi bu para üzerinden yeniden yapılandırmak gerektiği bir dönem başlamak zorunda kaldı. Prodüksiyonel açıdan daha küçülmek gerekti. Şu an son hâlini gördüğümüz filmde iki üç farklı dönem varken, o senaryoda beş dönem vardı; son halde toplasan 15-20 mekân varken, ilk baştaki senaryoda 72 mekân ve beş şehir vardı; şu anki filmde iki kişinin merkezde olduğu 6-7 toplam rol varken, ilk hâlde 30 rol vardı. Bütçe olarak baktığımızda da zaten elimizdeki bir ilk film senaryosu olamayacak kadar karmaşık ve zor bir prodüksiyon istiyordu. Şunu düşündüm; elimizde bu senaryo ve bu para var ve bu hâlde ben gerçekten bu filmi yapmak istiyor muyum? Bu ve sonraki beni çok zorlayan aşamalarda hep bu filmi yapmak istedim. Daha zor günler geldi ama vazgeçmedim. Che Guevera’nın çok güzel bir lafı vardır: Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de beni yolumdan etmedi. Aslında benim için bu filmin yapım mottosu olmuş, onu farkettim.

O zaman daha ilk aşamada yapımcı kimliğiyle çeşitli kararlar vermeye başlamışsın ve bunu da senarist kimliğine uygulatmaya başlamışsın bile aslında.

Yani şöyleydi aslında durum: elimizde 150 sayfalık, yıllara yayılan epik bir destan vardı ve elimizdeki bütçeye bakıp deneyeyim bakalım ben bunu yapabilecek miyim, bu filmi bu bütçeye sığdırabilecek miyim diye yola koyuldum. Yeniden senaryoya kapandım. Az zamanda az bütçeyle anlatmak istediğim şeyi nasıl anlatırım diye düşündüğüm yeni bir süreç ve yepyeni bir öğrenme dönemi başladı. Senaryonun duygusunun merkezde kaldığı ama anlatım yollarının değiştiği yeni bir serüven başladı. Delirtici bir süreçti ve çok zorlandım ama ilerledim.

Sonra da bir başka kişi dahil olmadı ama senaryoya?

Şöyle oldu. Ben bu arada ekstra para da aramaya başladım. Şöyle düşünüyordum aslında. Hani dizi sektöründe iyi kötü bir isme sahibim, zaten yapımcılar da gelir, oyuncular da “Evet” der diyordum. Ama hiç de öyle olmadı, kimse önüme kırmızı halı sermedi yani. Senaryonun bir döneminde dizi çekmeye başladım. Bir nevi ek iş yapmaya başladım ekstra para toparlayabilmek için. Şimdi de yapıyorum hatta, bu defa borçları ödeyebilmek için… Bu yeni dizi sürecinde o işin (Gönül İşleri) yazarı Necati Şahin yardımcı olmaya başladı senaryo konusunda, o benim elimi çok rahatlattı. Birlikte bir yöntem belirledik. Haftada iki üç gün buluşup konuştuğumuz, sonrasında da benim yazarak ilerlediğimiz bir dönem başladı. Çok çok çalıştı benle, çok yardımcı oldu senaryo konusunda.

Diğer yandan da para arama süreci devam etti tabii?

Evet. Ben o sırada diğer yandan daha önce çalıştığım yapımcılarla görüşmeye başladım filmle ilgili. Ama hemen hepsi onlara dizi çekmem karşılığında bu filmi yapabileceklerini söyledi. Bir de başka istekler de başladı diğer yandan. Yani senaryoyu sevdiler ama gişeye yönelik istekler filan da oldu hikâye akışında. Ama bu türde bir çalışmayı ben zaten televizyon için yapıyorum senelerdir. Ki onlar da sevdiğim, memnun olduğum işlerdi ama kendi filmimde böyle bir şey yapmak istemediğimi söyledim onlara. Bu senaryonun bu hâliyle benimle yola çıkmak isterseniz, öyle olsun ama öyle olmazsa da yapmayalım dedim.

Sinemada bir formüle bağlı kalmadın aslında. Televizyonda bazı şablonlar, sınırlar ve alanlar var ama bu hikâye ona müsade etmedi senin için, öyle mi?

Tam da öyle. Bağımsız ve özgür bir alanda durmak istedim. Bir şey anlatmaya çalıştığım bir işte, gişeyi düşünmek, daha farklı bir cast ya da prodüksiyon düşünmek, benim kendi işime ihanet etmek gibi geldi. Bana başka bir sinema filmi teklif etselerdi ve o senaryo üzerinden konuşsaydık elbette daha farklı olurdu ama bu başka bir şey. Bilmiyorum belki biraz fazla duygusal ve naif ama öyle hissettim. Tam bu noktada da Erol Avcı devreye girdi. Bize bir finans desteği sağladı ve asla senaryonun herhangi bir noktasına müdahale etmedi. Sen böyle bir şey yapmak istiyorsun madem kızım, ben de buna destek olmak istiyorum dedi. Ve gerçekten de o andan itibaren de bizi inanılmaz destekledi. Her başım sıkıştığında beni teselli de etti, maddi olarak destek de sağladı. Böylece filmi sete taşıma kısmı başladı.

Aslında kendini ilginç bir yerde bırakmışsın bir yandan da. Hiyerarşik bir düzenin taşları olarak birbiriyle sürekli savaşan ve çatışan senarist, yönetmen ve yapımcı kimliklerinin üçünü birden yüklenmişsin. Bütün kararlar da tek bir kişide toplanmış böylece. Yani aslında bu hem inanılmaz cesur bir hareket, hem de büyük bir risk ve aslında neredeyse şizofrenik de bir hâle götürebilecek bir durum seni sette. Bu durum senin hangi noktada elini rahatlattı, hangi noktalarda işine engel olacak noktalara geldi süreç içinde?

Yani doğru söylüyorsun ama buradaki tek motivasyon aslında filmi yapmaktı. Buradaki tüm birimlere ve bu saydığın işlere olduklarından fazla anlam yüklemeden, esas merkezdeki duyguyu film yapmak üzerinden toplamaya çalıştım. Senarist, yönetmen, yapımcı kimliklerinin hepsi aynı şeyi istiyor aslında. O yüzden o üç birim hep yol açmak üzere çalıştı. Yapımcı olarak bir fizibilite çıkardıktan ve eldeki manzaraya göre senarist kimliğini tekrar brief’ledikten ve bazı kısımları yeniden gözden geçirdikten sonra zaten geriye sadece yönetmen olarak bu işi kotarmak kaldı. Orada da yönetmenlik tecrübeme dayanarak biraz cesaret göstermem gerekti açıkçası. Varsın kusurlu olsun ama bu film bana ikinci filmi yapma cesareti versin. Buydu aslında düşünebildiğim şey daha çok. Sonra da zaten filmi çekebilecek parayı bulduk ama bu sefer de ekip bulamadık. Herkes bir tarafa dağılmıştı, piyasada daha önce birlikte çalıştığımız, bu filmde çalışmak istediğimiz insanların çoğu dizilerdeydi, işleri devam ediyordu. Yani kendi sektörüm bana çelme taktı.

Bir aşama ite kaka geçiliyor, bir sonraki aşamada yine sorunlar, belalar başlıyor resmen.

Evet ve ciddi şekilde ekip bulamaz bir hâldeydik. Ya da mesela oyuncu buluyoruz, dizi var deyip gidiyor. Para kazanmak zorundayız diyorlar ve haklılar. Oyuncu buluyoruz, bu sefer ekip kaçıyor. Hepsini buluyoruz yürütücü yapımcı bulamıyoruz filan korkunç bir süreçti. Bütün bunun üzerine Erol Avcı’yla konuşurken bir gün dedi ki, Kızım sen senaryonu yazdın, parayı da buldun ama ekip bulamıyorsun, bu iş olmayacak, sen yol yakınken dön. Tabii ticari bir refleksle, bir neden sonuç ilişkisi kurarak bakıyor. Sonradan daha da zor bir duruma düşmemi istemiyor. Ve o gece o kadar çok ağladım ki. İnanamıyorum da bir yandan. Yani neredeyse geldik diye düşünüyorum ve nasıl yapamam bu filmi bu noktadan sonra? Bu gecenin sabahında Yapacağım ben! diye uyandım.

Işığa uyanma sabahı gerçekleşmiş.

Ne olursa olsun ben bu işi yapacağım dedikten iki gün sonra Seyhan Kaya’yla konuştuk. O da o sırada başka bir filmin yürütücü yapımcılığını yapacaktı. Neyse ki son dakika o iş de iptal oldu ve Seyhan’la buluştuk. Ve daha ilk buluşmada masada sanat yönetmeni, kostümcü, mekâncı, herkes oturuyordu ve gerçekten gözlerime inanamadım. Herkes şunu nasıl yapalım, bunu böyle mi yapalım filan diye sormaya başladı ve benden gelen tek cevap: siz nasıl isterseniz öyle yapalım.

Sonunda!

Mucize gibiydi. Çıkacağız sete galiba duygusu geldi o anda. Bu sefer de prodüksiyon sürecinde işimizi ekstra zorlaştıran şeyler çıktı karşımıza. Yani filmde maşallah şehirler, mekânlar, resimler, boyalar, tablolar, heykeller, yok yok… Bir ressam bulmamız gerekiyor. Okul bulmamız lazım, bulamıyoruz. Bulduklarımız çok pahalı. O noktada benim kendi okulum İzmir 9 Eylül Üniversitesi dedi ki, gelin burada çekin biz sizden para da almayacağız. İnanamadık, Yaşasın! olduk… Ama tabii sinema ve televizyon birbirinden o kadar ayrı prensiplerle çalışan iki farklı yer ki. Yani bakıyoruz, elimizde en az 7-8 haftada kotarılacak bir iş var ve dört haftalık bir takvim var önümüzde. Çok sıkışık bir zaman. Ve oyuncularla çalışmam lazım. Zaten derdimi yalnızca iki oyuncu üzerinden anlatmak zorundayım… Bir de kendime de bir gol atarak kronolojik sırada çekmek için de tutturdum.

“ŞUNU DÜŞÜNÜYORDUM SÜREKLİ: ÇEKTİĞİM FİLM DİZİ GİBİ OLACAK, BENİ HEP BURADAN VURACAKLAR. DİZİ GİBİ OLMUŞ DİYECEKLER…”

Aman Allahım! Yani Bir yönetmenin işini de daha nasıl zorlarım diye düşünülmüş adeta. Ve yine senin tarafından.

Evet. Bir de sette bir yürütücü yapımcı var ama son karar yine bana kalıyor. Herkes her şeyi yine son kertede bana soruyor filan. Ve ben böyle olunca işe konsantre olamıyorum. Bir yandan parayı idare etmekle uğraşmak, diğer yandan senaryoyu didik didik edip neyi nasıl çekeceğime bakmak, diğer taraftan oyuncularla ilgilenmek filan derken gitti kafa. İlk hafta müthiş dağıldım. Ve dedim ki ben bu işi yapamayacağım.

Yine geldi o bunalımlar…

Yani şunu düşünüyordum sürekli: çektiğim film dizi gibi olacak, beni hep buradan vuracaklar. Dizi gibi olmuş diyecekler. Zaten istediğim gibi de olmuyor. Filan falan… Kan, ter, gözyaşı… Ve gerçekten fiziksel olarak kan kustuğum günler oldu. Yaklaşık üç gün kadar sürdü bu. Ve sürekli telkinlerle, çık burdan, böyle düşünme, bu işi yapacaksın gibi motivasyonlarla ilerlemeye çalışıyorum ama bir yandan da hayatımda ilk kez sete çıkıyor ve yönetmenlik yapıyormuşum gibi hissediyorum.

Of tam bir travma şöleni!

Tam! Ve bu benim en korktuğum şeydi ve başıma geldi. Başıma geldiği için de dördüncü gün inanılmaz rahatladım. Çünkü artık bundan kötüsü olamaz diye düşünmeye başladım, burası dip. Hemen şöyle bir moda geçtim: Evet ne yapıyoruz abi? Hmmm… Paramız da bitmiş, çok güzel. Elimizde ne var? Devam ediyoruz… Artık filmle ilgilenmeye başladım tamamen. İzmir’de geçen çekim sürecinin sonlarına doğru artık iyice eğlenmeye başladık. Başka bir uyum sağlandı ve güzel sahneler çektik. O özgürlük duygusu da geri gelmeye başladı.

“HİSSİM ŞUYDU: ŞİMDİYE KADAR ÇEKTİĞİM DİZİLERİN ARASINDA BİLE HAYATIM BOYUNCA YÖNETMENLİK BECERİSİ SIRASINDA HİÇ BU KADAR VASAT BİR ŞEYLE KARŞI KARŞIYA KALMAMIŞTIM…”

Ve çekimler tamamlandı.

Hem de öngördüğümüz gibi dört haftada tamamlandı ve ama paramız da bitti. Stüdyo kısmına geldik işin. 8MM’de başladık montaja ve onlar da sonsuz destek oldular cidden bu süreçte. Bu arada filmin içinde video-art gibi bir şey vardı. Montajcımız olmadığı için, 8MM’de filmler aktarılırken bize biri yardımcı olmuştu. Tanışmıyorduk o sırada, Deniz Kayık… O bizim film serüvenimize bu video-art çalışması üzerinden dahil oldu. Filmin en büyük şanslarından biri olduğunu düşünüyorum ben onun. Enerjimiz ve filme dair hissiyatımız tuttu, çok inandı filme. Biz onunla oturduk masaya, montajlamaya başladık işi. Ve nihayet “ak göt kara göt” dediğimiz kısma geldik ve ben 10 günün sonunda hayatımın en büyük kabuslarından birini yaşamaya başladım. Çünkü hissim şuydu: şimdiye kadar çektiğim dizilerin arasında bile hayatım boyunca yönetmenlik becerisi sırasında hiç bu kadar vasat bir şeyle karşı karşıya kalmamıştım.

Ve yine travmalar… Montaj sırasında hemen her yönetmenin başına gelen, kendi çıplak işiyle karşı karşıya gelip, hiç hoşlanmama kısmı. Nasıl aştın bu süreci?

Tam bir kabustu! On gün boyunca filmin ilk çekim günlerine geri döndüm, rezil olduğumu düşünmeye başladım. Bu filmde tamamen yönetmenlik işine konsantre olamadığımdan, diğer işleri de halletmeye çalışırken işin yönetmenlik kısmında olağanüstü büyük bir fire vermişim aslında. Vasat dediğim şey de bu. Hani dedim ki, “Ben çıkmayayım ya, yakayım o kadar da parayı. Hani olmadı. N’apalım? Ben beceremedim derim”. Çünkü her gün bağlıyoruz, çıkmıyor, olmuyor. Kendimce gördüğüm o kadar büyük hatalar var ki. Bu benim hissim. Ne Deniz öyle hissediyor, ne birlikte çalıştığım asistanlar öyle hissediyor, montaja gelip kabaca bağlananları görenler Delirdin heralde diyorlar.  Ama benim hissim şu: 8MM çöksün altında kalayımBuradan birşey çıkarmamız mümkün değil arkadaşlar. Yine serüven bitti, buraya kadardı dediğim etaplardan biriydi ve gene kalktım önceki kadar inançlı değildim çünkü para bulmak kadar somut ve duygusuz bir şey değil ya bu… 160 dakikalık bir malzeme var elimde, bundan iki tane film çıkar ama ben bir tanesi bile olmaz diyorum.

“BİR İŞİN OLMASI İÇİN NE KADAR KÖŞELERİMİ YUMUŞATTIĞIMI, SADECE İŞİN GERÇEKLEŞMESİNE HEDEFİ KOYDUĞUMU, YAPILAN İŞİN SONUCUNDAN ÇOK, İŞİN YAPILMA SERÜVENİYLE İLGİLENDİĞİMİ VE NE KADAR ESNEDİĞİMİ GÖRDÜĞÜM BİR SÜREÇ OLDU.”

Bu süreç cidden senaryo ve sette yaşadıklarından da yoğun olmalı. Elinde bitmiş bir süreç de olmasından dolayı. Nasıl çıkabildin bu kabustan peki?

Dedim ki artık bir araya getirelim, bakalım. En kötü arkadaşlarla oturur izleriz. Tabii Deniz, “Ben bu kadar vahim bir şey görmüyorum” diyor… Neyse küçük küçük yapmaya başladık. Önce bir-iki ay filan çılgınca bir montaj serüveni. Yedi aya yakın montaj stüdyosunda kaldım. Şunu söyleyebilirim, asla bu kadar esnek biri olduğumu bilmiyordum. Bir işin olması için ne kadar köşelerimi yumuşattığımı, sadece işin gerçekleşmesine hedefi koyduğumu, yapılan işin sonucundan çok, işin yapılma serüveniyle ilgilendiğimi ve ne kadar esnediğimi gördüğüm bir süreç oldu.

Aslında film yapma tecrübesi de tam böyle bir şey. Sonuçta elinde bir artılar eksiler, bundan sonra ne yaparım ne yapmam listesi kalıyor. Tamamen öğretici bir iş.

Tam öyle. Sonsuz şey öğrendim, bildiğimi sandığım her şeyi gözden geçirdim. Filmine aşık senarist, yönetmen, yapımcı gibi değil de, bir işin olmasını isteyen, insani duyguları olan biri gibi bir mücadele içine girdim. Bu da üçüncü etabıydı aslında işin. Senaryoyu yolda değiştirip, sonrasında karşılaştığım malzemeyle bu sefer de montaj masasında başka bir şey denedim. Büyük sinemacıların, Nuri Bilge Ceylan’ın, Bergman’ın, Tarkovsky’nin, Haneke’nin kitaplarını çok okudum o dönem. Her vazgeçtiğimde onlar bana çok ilham verdiler. Böyle bir sürece girmeden önce Kieslowski için, Terrence Malick için Nasıl bu adamlar montajda değiştiriyor yahu bu filmleri, senaryo kanundur çıkarsın çekersin işte filan diye düşünürken meselenin nasıl olduğunu çok iyi anladım. Acaba filmi böyle okuyabilir miyiz’e bakmaya başladık. Sahneleri yan yana getirdikçe de, o onla uymadı, bu bundan sonra tutmadı gibi hisler devam etti.

Bu sırada montaj sürüyor ve sahneler kısalmaya devam ediyor.

Deniz gayet kararlı bir şekilde, “Bu sahneleri buradan çıkartmamız lazım” diyor. “Ama biz onu çok zor çektik” filan diyorum ben de… Filmin montajı sırasında bu hikâyenin merkezini bu kızla oğlan üzerine kurmalıyız dedik. Benim filmimin senaryosu çok gevezeydi, çok konuşuyordu ama montajdan sonra film daha anlara, durumlara, hislere yer açan bir hal aldı. 93 dakika yaptık filmi ve ciddi hızlandı. Bu baya ideal bir süreydi.

Ve nihayet tamamlandı film. Bu aşamadan sonra neler oldu?

Yakın çevremizden birkaç kişiye seyrettirmeye başladık filmi, ki onlardan biri de sendin. Onlardan yorumlar almaya başladık. Tabii ki herkesin başka bir fikri vardı. Dağıtımcılara gösterdik, orada da sancılı süreçler oldu, ticari bir bakış açısıyla fikirlerini çok direkt söyleyenler oldu. Onların bazıları benim kanıma dokundu. Halbuki onlar kimseyi kollamadan, kendi beklentilerine göre nasıl olması gerekiyorsa onları söylüyorlardı. Şimdi aradan zaman geçince bu olgunlukla durumu anlayabiliyorum. Ambalajı ve vitriniyle ilgili başka türlü çalışmalar yapılabilirse başka bir film olabilecek bir şey vardı elimizde ama ben özü itibariyle gerçekleştirmek istediğim filmi gerçekleştirmiş oldum aslında. Bundan çok büyük bir haz duyuyorum, bunu yapmaya cesaret gösterdiğim için gurur duyuyorum.

Image
Image

Anlattığın süreci dinlerken şöyle geldi bana: filmin kahramanı olan kızın adamla yaşadığı ilişki gibi aslında filmin kendisi de bir karakter ve sen onunla benzer bir ilişki yaşamışsın ve artık onu geride bırakıyorsun gibi…

Hiç böyle bakmamıştım bu duruma ama öyle galiba. Konforlu alanlardan çıkmak meselesi önemli sanırım benim için. Özgüvenli ve cesaretli gözüküyor olabilirim ama aslında dünya korkağı biriyim. Fakat o korkular beni bazı şeylere doğrudan cesaret ettiriyor. İnsan hayatta risk almadıkça büyüyemiyor. Konforlu alanda kalmaya devam ettikçe ne hayatında bir şeyler değişiyor, ne de büyüyebiliyorsun, ne yetişkin olabiliyorsun. Sürekli bir ergen olarak oralarda takılıyorsun aslında. Sürekli birilerini suçluyorsun yapamadığın şeyler için.

Zaten sürekli yeni bir şey deneme, kendini bir sınava daha sokma gibi bir motivasyonun var hep. Otomatik değilsin sanki hiç. Atıyorum, filminin kahramanı kadının da hayatındaki iki adama bakınca, birinin eliyle koluyla iş üreten bir sanatçı, diğerinin ise diliyle para kazanan bir avukat olması gibi bir gerçek var. Kimsenin bilgisayar ekranlarıyla, telefonla bile işi yok filmde. Analog ve sürekli mevcut şeyi ellerinle kazır bir hâlin var sanki. Bir kadın yönetmen olarak, televizyonda yirmi yıl boyunca başarıyla var olmuş olmak, tek başına ayakta durmak dışında da her projede yeni bir şey arıyorsun, televizyonda daha önce yapılmamış bir şey yapmaya çalışıyorsun ama seçtiğin meseleler yine aşırı derece hayatın içinden ve gündelik. Bu motivasyonun kökünde ne yatıyor? Filmdeki karakterlerin de etnik ya da sosyal, ailevi bağlarını kurcalıyorsun mesela? Bu tırmalayan varoluş halinin dibinde ne var?

Bilmiyorum tam olarak aslında. Yani sen bunu söylediğinde kafamı açtın şimdi. Bu film benim için gerçekten bir büyüme hikâyesi. Hayat hep güllük gülistanlık geçen mutlu günler, iyi günler değil. Başımıza gelen kötü şeylerden de ibaret ve biz ona hayat diyoruz işte. Aynı yerde kalıp, hep bir şeylerden şikayet edip ya da oturduğumuz yerden “Hmm o film çok kötü olmuş”, “Bu oyun da boktan” ya da “Bu da öyle, bu da böyle” demek olmuyor… Demezler mi, “Ya sen ne yaptın bu hayatta?” Bu büyük mücadelenin içine girdim, başıma gelecekleri de göze aldım ve kendimi daha olgunlaşmış görüyorum.

Biraz da işin hala öğreniyor, yeni şeyler keşfediyor olma kısmı tavlamış seni sanki?

Bir sinema profesyoneli değilim ve nasıl yapılacağını öğreniyorum ve öğrenmeye devam edeceğim. Ama en büyük öğrenme serüveninin insanın canını yaka yaka, poposunun üstüne otura otura, insanlarla çatışa çatışa olduğunu düşünüyorum.

“EĞER KENDİMİ TANIMLAYAN STANDART, BENİM YEN BİR ŞEYLER YAPMAMA, YENİ ÖZGÜRLÜK ALANLARINDA BİR ŞEY ÜRETMEME ENGEL OLACAKSA BEN ONU ÖLDÜRMEK İSTİYORUM.”

Genel olarak dışarıdan bakıldığında sert ve tavizsiz bir durumun var. Ve tam bu noktada da şunu merak ediyorum, filminin kahramanı da bir kadın yönetmen ve bu yüzden de filme otobiyografik yerlerden yaklaşan sorular geliyordur. Bu sorunun cevabına dahi gelmeden, senin gibi bir karakter bu sorunun yolunun dahi açılmasına, yani kendi dünyasının böyle teşhir edilme ihtimaline bile nasıl alan açar? Bu aslında kendinle de ciddi bir yüzleşme olmalı. Bu riski nasıl aldın? Sanatın herhangi bir dalıyla uğraşan insanlar bu riskleri nasıl alıyor?

Benim için işin en korkunç tarafı tam tarif ettiğin şeydi. Çünkü bu anlamda mahremine çok düşkün biriyim. Ama sanat denilen şeyin aslında temel insani duygulardan yola çıkarak bir bütün oluşturduğunu ve bir evrensellik arz ettiğini farkettim diyebilirim. Bu konuda korkak davranmanın, bu kadar kendine özenmenin kibirli bir davranış olduğunu düşünüyorum aslında. Çünkü günün sonunda o film ortaya çıktığında bana biri gelip şunu diyor, “Sen benim hayatımı biliyor olamazsın değil mi, olamazsın yani? Benim hayatıma bir kamera koymuş ve görmüş, benim yaşadığım ilişkiyi ben kimseye anlatmadım ama sen bunu biliyorsun…” Aslında evet, çok korktum kendimi açarken, yapmasa mıydım acaba, yere düşmüş ve beni tekmeliyor olacaklar hissi çok geçti mesela bana; tepeleyecekler, kan revan içinde kalacağım ve kalkamayacağım yerden… Ama şimdi de şu duygudayım. Evet beni tekmeleyebilirler ama ben her zaman ayağa kalkarım. Kalkmakta da bir beis yok.

Yine de kendine bir engel katmanı daha çıkarmışsın aslında filmde kendinden bir alan açarak ya da öyle bir okumaya müsade ederek.

Ama insanlar bu filme otobiyografik bir film olarak yaklaşsalar da bile hayır, bu bir kurgu. Çünkü gerçek hayat, çok sıkıcı hikâyelerle dolu ve biz eğer onun içine hayallerimizi katmazsak, kurguyu katmazsak, onu birtakım yalanlarla dolanlarla süslemezsek, siz zaten onu seyretmezsiniz demeyi öğrendim.

Aslında tarif ettiğin şey de tam olarak bu filmin ambalajı neye benziyor olursa olsun, bu filmi bağımsız bir arthouse’a dönüştüren şey. Yani hem filmi gerçekleştirme yöntemin, hem de filmin özü. Bir çeşit hayat hikâyeni sürdürürken, bir üst sınıfa geçme ödevi gibi. Kendinle ilgili verdiğin bir sınavın parçası ya da senden çıkan, çıkmak zorunda olan bir şey gibi. Zaten ilk kez beş yıl önce dizi setinde ben bir film yapmalıyım dediğinde de hayat planın sana bunun vaktinin geldiğini söylemiş gibi. Sen bir hikâye anlattın ve bu hikâyenin de geldiği nokta bu filme dönüştü. Buradan da yola çıkarak filmlerin bu ambalajlarla, paketlerle nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsun? Özellikle Türkiye’de filmleri belli özelliklerine göre etiketlemeyi pek seviyoruz, malum. Sen filmleri bu şekilde kalıplara sokuyor musun? Bunu aynı zamanda sıkı bir festival takipçisi olduğun için de soruyorum.

Ben o kalıpları hiç sevmiyorum ve elimden geldiğince de öyle bakmamaya çalışıyorum. Buna da ne kadar keskin bir şey söyleyebilirim, onu bilmiyorum. Ama mesela şunun da ölmesini istedim bu arada. Türkan Derya ismi, tırnak içinde bir markadan bahsediyorum. Bu benim göze aldığım bir şeydi. Türkan Derya çok iyi dizilere imza atmış bir yönetmendir ve şimdi bok gibi bir film yaptı, Allah da cezasını versin Türkan Derya’nın. Ben kendim diyorum bunu. Eğer kendimi tanımlayan standart, benim yeni bir şeyler yapmama, yeni özgürlük alanlarında bir şey üretmeme engel olacaksa ben onu öldürmek istiyorum. O ölsün ben yine yaparım dizi. Ama müthiş bir rahatlıkla ve farklı bir özgüvenle yapıyorum şimdi diziyi (Kanal D’de bu ay başlayacak olan Altınsoylar). Daha önce birlikte çalıştığım ekip arkadaşlarım bana şöyle diyorlar, “Bir şey olmuş size, başka birisiniz, olmayan bir şey için tepinmiyorsunuz”. O özgüven değil galiba, hani olur ya…

Bir rahatlama ve sürece kendini koyverme?

Evet. Şimdi sen o tanımları yapınca bunları söylememe sebep oldun açıkçası. Mesela benim Türkiye sinemasında en sevdiğim film Muhsin Bey’dir. En yani! Birlikte çalışma şansını yakaladığım, tanışmaktan gurur duyduğum, birlikte –o bir üstat ama- bir şekilde hayatımızın bir dilimi içinde mesai içinde bulunmuş olmaktan dolayı çok keyif aldığım biridir zaten Yavuz Turgul. Ama bu film meselelerini türler üstü görüyorum ben. Biz şimdi Muhsin Bey’i nereye koyuyoruz? Ana akım mıdır? Festival filmi midir? Arthouse mudur? Ne diyeceğiz ona? Ben sinemaya biraz böyle bakıyorum. Aynı şekilde Mungiu’nun 4 Months, 3 Weeks and 2 Days’i mesela ya da The Lives of Others. Nereye koyacağız biz bu filmleri? Dardenne’lerin The Kid with A Bike’ı ya da Kieslowski’nin Bleu’su. Her biri başka başka yollardan giden bu filmleri arthouse torbasına koyup geçecek miyiz? Türkiye’den mesela Erol Mintaş’ın Klama Dayika Min / Annemin Şarkısı. Şimdi yani festivallerde bir sürü ödüller almış ama seyircinin hak ettiği kadar yüz vermediği bir film olduğu için başarısız diye mi etiketleyeceğiz? Benim film anlayışım, bana göre “iyi film” ve “kötü film”.

Bu iyi-kötü ayrımına gelmişken, filmlerin birbiriyle yarıştırılması, kıyaslanması meselesiyle ilgili ne düşünüyorsun? Festivallerin sağladığı bu yarışmalar vitrinini nasıl değerlendiriyorsun? Kendin de jüri üyeliği yapmış biri olarak çeşitli festivallerde, jüri tarafında da işin nasıl ilerlediğini biliyorsun. Bir grup insanın değerlendirmesiyle kazanılan sıfatları nasıl buluyorsun?

Festivalleri çok önemsiyorum. O yüzden de yıllar boyu, çocukluktan beri para biriktirip, hatta bilet alırdık İstanbul Film Festivali’ne ve o 10 gün, iki hafta hayattan kopardık, hala da öyle. Bütün o işin gücün arasında koşa koşa gidiyorum filmlerime. Çok önemsiyorum ve aşırı ciddiye alıyorum o filmleri takip etme işini. Festivaller yolun başında olan genç yönetmenler için çok önemli mecralar bence. Görünür olmaları için… Ama işleyişte sıkıntılar var. Bu birbirlerini kollamak, birbirlerinin yanını yöresini tutmak bence çok Türkiye toplumuna özgü bir durum ve bunun festivallerde de görünür olması gibi bir durum var. Kendi içimde adalet ve hakkaniyet duygusunu çok kollayan ve önemseyen biriyim. Dönem dönem bazı hassasiyetler jürilerde öne çıkabiliyor ya da bazı filmlerin festival programlarına alınıp alınmamasına neden olabiliyor. Kimi zaman nitelik ikinci planda kalabiliyor.

Bu çifte standart yalnızca festivallerde değil, tüm sektörde ve hatta hayatın içinde dahi var sanki?

Aynen öyle. Türkiye’de hep şey var. Hepimizin yaşadığı bir şey bambaşka bir şekilde anlatılıyor ve sunuluyor. Ben de sürekli şu duyguyu yaşıyorum: Ama ben oradaydım, öyle değildi, neyi kaçırdım da böyle oldu? Bunun da şundan kaynaklandığını düşünüyorum: Gerçeklik duygusuyla çok temassız büyütülüyor bütün çocuklar. Bir gerçek var ortada. O gerçeği kabul etmek için sarf etmemiz gereken efordan kaçıyoruz, en küçük bireyler topluma yayılıyor, büyük düşmanlar yaratıyoruz böylece. Yöneticilerimizi de bu motivasyonlarla yaratıyoruz. Onlar bizim büyük düşmanlarımız falan. Kim? En küçük orta sınıf ailede de bu var, bütün akrabalar bize düşman, bizi kimse sevmiyor… Allah Allah, niye? Ya da bu mantıktaki suçlamalar…. Kimse kendine dönüp ben de böyle bir şey yaptım, yanlış yapmışım gibi bir yere yatırmıyor kafayı. O konfor alanından kimse çıkmıyor yani.

Image
  1. “Gerçek” sanatın bir tür parodisi: Dimitris Rokos

    “İnsanların çalışmalarımda bir tür anlamsızlık görmesi ya da neler olup bittiğini idrak etmekte zorlanması beni mutlu eder.”

  2. Dancehall sanatının sessiz ve üretken kahramanı: Wilfred Limonious (1944 – 1999)

    “Limonious, Jamaika’daki günlük hayattan özgün bir evren yaratarak fantastik, destansı bir şeye dönüştürdü.” Diplo, In Fine Style

  3. Koyun ve keçilerin farklı karakterleri: Kevin Horan’dan “CHATTEL”

    Bir gün koyunlar ve keçiler evlerinin duvarına asmak üzere kasabadaki ufak fotoğraf stüdyosuna gidip portrelerini çektirecek olsaydı...

  4. A’dan Z’ye: Nick Cave

    Skeleton Tree ile kariyerinin en duygusal ve çarpıcı albümlerinden birine imza atan Nick Cave’e dair, A’dan Z’ye her şey.

  5. “İş birazcık dengeyi bulmakta”: Islandman ve Hey Douglas

    Islandman ve Hey Douglas’ı bir araya getirdik ve sözü onlara bıraktık...

  6. “Beraberce kendimiz olabilmek”: Arto Tunçboyacıyan

    Bu sene dijital formatta üç albüm yayınlayan Arto Tunçboyacıyan’ı geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye geldiği kısa dönemde yakaladık. Grammy Ödüllü Tunçboyacıyan bize müziği ve yaşamı kendi doğrularıyla ve içtenlikle anlattı.

  7. İnsan olmaktan utandıran bugünler için şarkılar: The Radio Dept.

    “Ben pop müzikte en iyi neticenin insanların gerçekten umursadıkları şeyler hakkında şarkı yazdıklarında alındığını düşünüyorum.”

  8. Marakas, Hugh Hefner ve Metin Alatlı: Goat

    İsveçli psikedelik rock grubu Goat’un üçüncü stüdyo albümü Requiem, bu ay Rocket Records ve Sub Pop ortaklığıyla karşımızda.

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  10. Paterson şerefine: Jim Jarmusch’un yalnız karakterleri

    Paterson bahanesiyle Amerikan Bağımsız Sineması’nın en başarılı yönetmenlerinden Jarmusch’un yarattığı yalnız ve orijinal karakterleri masaya yatırıyoruz.

  11. “Alt tarafı dünyanın sonu”: Beyaz perdenin ölümle imtihan veren karakterleri

    Türkiye’deki ilk gösterimini Filmekimi’nde yapacak olan ve ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen Louis’nin hikâyesini anlatan Juste la Fin du Monde’dan (Alt Tarafı Dünyanın Sonu) hareketle sinemanın ölmek üzere oldukları haberini almış karakterlerinden bir seçkiye bakıyoruz. Bu yazıda geçen bazı ölümlerin “spoiler” olabileceğini de ekleyelim.

  12. Seren Yüce ile orta sınıfın dertleri üzerine: Rüzgarda Salınan Nilüfer

    İlk filmi Çoğunluk’la büyük ödüllerin neredeyse tamamını silip süpürdüğü Antalya Film Festivali’nde bu ay Rüzgarda Salınan Nilüfer ile yarışacak olan Seren Yüce ile filmini ve sinemasında kurcaladığı meseleleri konuştuk.

  13. Televizyondan sinemaya dikenli bir yolculuk: Türkan Derya

    Televizyon tarihinin İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul, Hırsız Polis gibi klasikleşmiş dizilerine imza atan Türkan Derya’nın ilk filmi Çok Uzak Fazla Yakın’ın kimsenin bilmediği zorlu yapım sürecini birinci ağızdan dinledik.

  14. “Beden yoksa ruh da yok”: Ali Omar

    8 Ekim’de Bant Mag. Mekân’da açılacak Mevsimler – Fasıl III sergisinde işlerini göreceğimiz Ali Omar’dan, resimlediği insan portrelerinin ardında yatan fikirlere ve onu nelerin harekete geçirdiğine dair yanıtlar aldık.

  15. Küçük hayatlarımızın, küçük kaygıları: Mert Tugen

    8 Ekim’de Bant Mag. Mekân’da açılan Mevsimler - Fasıl III sergisinde son dönem işlerinden bir seçkiyi göreceğimiz Mert Tugen ile profesyonelleşme süreci, “göz” takıntısı ve sergide yer verdiği işleri üzerine konuştuk.

  16. Londra Occupy çadırlarının “insansız” belgeleri: Ben Roberts

    Occupy protestolarının beşinci senesinde, fotoğraf sanatçısı Ben Roberts ile Londra’daki eylemler sırasında St. Paul Katedrali’nin bahçesindeki çadırların içine giren “Occupied Spaces ” serisi üzerinden söyleştik.

  17. Kırgızistan’ın Queer komünistleriyle geleceğe dönüş: STAB

    Kırgızistan Bishkek menşeili queer aktivist oluşum STAB ile geçmiş ve geleceğe dair.

  18. Hayatlara izler: Dövme sanatçılarının dilinden hikâyeler

    Dövmenin neden hayatla iç içe olduğunu hatırlamak için severek takip ettiğimiz dövme sanatçılarının dilinden tüyleri diken diken edecek hikâyeler topladık, size okumak kaldı.

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler