Bir veya birden fazla odak noktasına, iki farklı bakış açısından yaklaşan fikirlerin sıralandığı A Yüzü B Yüzü konseptini uzunca bir aradan sonra yeniden ziyaret ediyoruz. Konumuz, birçok açıdan ortaklaşsalar da seyircilerine bambaşka dünyalardan seslenen, hatta birbirlerinin “antitezi” olarak nitelendirilen iki fenomen dizi: Euphoria ve Heartstopper.
Aslı Ildır; değişim ve iyileşmenin çanta keklik olmadığını savunan, herhangi bir eğitici işlev üstlenmeyi reddeden, “Burada her şey gerçek!”i slogan belleyen Euphoria’yı yazdı. Ezgi Oğraş ise “Başka bir hayat mümkün.” diyen, çetrefilli deneyimleri optimist bakışla tasvir etmeyi tercih eden, klişelere sadık kalınarak da özgün olunabileceğine inanan Heartstopper’ı kaleme aldı.
Ergenliğin kasıtlı çıkışsızlığında: Euphoria
Yazı: Aslı Ildır
Euphoria’nın yaratıcısı Sam Levinson, internetin içinde doğup büyümüş yeni neslin dünyasını şöyle tanımlıyor: “Tamamen farklı bir dünya, pusula yok, yol haritası yok. Gerçekten işe yarar tavsiye verebilecek kimse yok.” Belki o yüzden ilk bakışta bir “ergen distopyası” gibi okunabilecek Euphoria’da yetişkinler yok değerinde. Daha doğrusu, dizideki liseli karakterlerimiz ne kadar kayıpsa, büyükler de bir o kadar dağılmış durumda. Yetişkinliğin ne bilgeliği ne yol göstericiliği, sadece yorgunluğu kalmış. Her birinin ancak acil durumlarda müdahale edecek gücü kalmış sanki, ergenlerin dünyası artık tam anlamıyla baltasız bir ormana dönüşmüş. Bu ormanın kuralsızlığı kimi zaman bir öfori hâlinde, geleneğin ve geleneksel ailenin yerle bir edildiği bir devrim ânı olarak resmedilirken, kimi zamansa ergenliğin en karanlık dehlizlerinde, bir disfori hâlinde buluyoruz kendimizi. Euphoria’yı Heartstopper (ve biraz da Sex Education) gibi zamane liseli anlatılarından ayıran, hatta onların bir karşıtı kılan -baş karakteri Rue’nun ruh hâlinden ödünçle- manik depresif tutumu. İniş çıkışlarının keskinliği, ne seyircisiyle ne karakteriyle herhangi bir uzlaşma yoluna girmemesi; eğitmeye, doğruyu işaret etmeye yanaşmaması ve değişime kolay kolay inanmaması. Ve bunları bir tavır olarak değil, kendi de bilmediğinden, anlayamadığından ve çözüm bulamadığından yapması.
Euphoria karakterlerine değişip dönüşebilme ve iyileşebilme ihtimalleri üzerinden yaklaşan bir dizi değil. Tam tersine anlatı yapısını değişememe, sürekli geri dönme ve nüks etme (relapse) eylemleri üzerine kuruyor. Kamerası bile öyle, sürekli mekânın ve karakterlerin arasında rastgele şekilde fır dönüyor. Rue’nun uyuşturucuya, Maddie’nin ona şiddet uygulayan sevgilisi Nate’e, Kat’in bedenine olan nefretine, Cassie’nin bir sevgili tarafından onaylanmaya dönüşü… Belki de dizi etrafında yaratılan “ahlaki panik” sadece uyuşturucu, alkol ve seks dozuyla değil; aynı zamanda değişime ya da iyileşmeye dair isteksiz tavrından da kaynaklanıyor. Karşılaşılan her zorluğun üstesinden gelinen, en dipten de olsa bir şekilde çıkılan, özellikle lise anlatılarında arkadaşlığa, dayanışmaya ve çoğunlukla da aileye yapılan vurguyla temize çekilen bir dünyadan çok uzak burası. Zayıflıklar, bağımlılıklar ve düşüşler bir geçiş süreci, bir aşama, daha iyiye ve doğruya ulaşırken atlanması gereken engeller değil burada. En az her şey kadar gerçek hepsi, hissi ise daha gerçek. Çünkü ergenlerin dünyasındayız, bedenin ve zihnin çığrından çıktığı, aşkın, acının, kaygının ve sonsuz bir spektrumdaki diğer duyguların tüm güzelliği, çirkinliği ve şiddetiyle uçlarda yaşandığı o çekici ve tehlikeli bölgede. Dizinin özellikle renk kullanımı ve kamera hareketleriyle etkili bir biçimde görselleştirdiği bu ruh hâlinde her duygunun ağırlığı birbirine eşit, hepsi bu parıl parıl resmin bir parçası. Bu dünya sadece karakterlerinin çeşitliliğiyle değil, duyguların çeşitliliğiyle de rengârenk.
Ergenliği ve lise hayatını asla çocuklukla yetişkinlik arasında bir köprü olarak sunmuyor Euphoria. İnsan hayatını -ve de kahramanın yolculuğunu- sadece ileri gidebildiğiniz, illa ki iyileşip değiştiğiniz doğrusal bir çizgi olarak resmetmeyi reddediyor. Ergenliğin kendi içinde çok ağır bir gerçekliği var, çünkü hayatın belki de en yoğun, gerçek ve saf hâli, Rue’nun deyişiyle “kim olduğunuza dair bir seçim yaptığınız bir dönem”. Bu nedenle Euphoria için ergenlere değil de yetişkinlere yönelik bir dizi olduğu yakıştırması bir anlamda doğru. Dizideki hiçbir karakterin geleceğine, üniversite başvurularına, lise sonrası hayata dair bir derdi, sözü ya da hikâyesi olmaması belki bu yüzden. Karakterleri tanıtırken çocukluklarına şöyle bir değinen (onu da karakterlerin âdeta minyatür versiyonlarıyla yapan) ve gerçekten ergenliğin ötesiyle ilgilenmeyen, bu dünyayı kasıtlı olarak çıkışsız kurgulayan bir dizi var karşımızda.
Kendisi de eskiden bir bağımlı olan Levinson, sadece Rue’da değil, dizideki her karakterde kendisinden bir parça olduğunu söylüyor. Bir yetişkinin geriye dönüp bakması, büyük resmi görmeye çalışması, hem yaratıcı hem yıkıcı o yoğun duygu hâlini hatırlaması bir yandan da Euphoria.
Lise hayatını ya da çocukluğu konu edinen dizi ve filmlerin en büyük problemlerinden biri, yetişkinler tarafından belirli bir zamansal ve eleştirel mesafeyle yazılmış olmaları. Duyguların, iniş ve çıkışların bir hikâye oluşturacak şekilde yerli yerine oturduğu, güvenli ve hafızasız anlatılar çoğu. Bu nedenle Euphoria’nın evreninin bu denli parıltılı, plastik ve dışavurumcu oluşu, gerçekçi bir temsile yanaşmaması ve her şeyin çok abartılı oluşu iyi bir hatırlama biçimi. Bu nedenle Levinson’ın kendi hikâyesini birçok karaktere bölerek anlatması, bir ergenin yaşadığı çelişkilerin, kimlik bunalımının, iç çatışmaların ve duygusal iniş çıkışların temsili için mükemmel bir yöntem.
Öte yandan, Zendaya ve Sam Levinson verdikleri bir röportajda dizinin 17 yaşın altındakiler için pek uygun olmadığını, ancak bir şekilde onlara yardımcı olabileceğini söylüyor. Bunu da ancak çocuklar ve ebeveynleri arasında bir diyalog başlatarak yapabileceğini belirtiyorlar. Dizinin herhangi bir eğitici işlev üstlenmediğini, daha karmaşık ve çetrefilli bir ruh hâlini tercih ettiğini söylemiştik. Bunun nedeni sadece didaktik olmayı ya da tozpembe bir dünya kurmayı reddetmesi değil, tam da ergenlik ve bağımlılık temaları üzerinden zamanın ruhunun tasvirine girişmesi. Çünkü Rue ve arkadaşlarının kaybolduğu, her gün telefonlarının ekranında binlerce hayatın, olasılığın, doğrunun ve yanlışın onbinlerce versiyonunu gördüğü bu çoksesli, sürekli değişen, dikkati dağınık ve hiper dünya ancak bir ergenin ya da bir bağımlının zihni ve duygularıyla sinema/televizyon diline çevrilebilir: “Her iyi hissettiğimde sonsuza kadar sürecek sanıyorum ama sürmüyor.” Rue’nun bu sözü, geçiciliğin ve uçuculuğun kaide hâline geldiği günümüzün bir özeti gibi.
Peki Heartstopper gibi yürek ferahlatan, kocaman bir temsil boşluğunu dolduran ve peşinde koştuğu ütopyayı çok net işaret ve ifade edebilen bir örneğin yanında, Euphoria’yı nasıl bir yere koymak gerek? Değişmeye ve iyileşmeye dair sadece yüzde beşlik bir inancı olan (Annesi tarafından bir kez daha rehabilitasyon merkezine sürüklenen Rue’nun haykırışını hatırlayalım: “Yüzde beş. Bu kadar şansım var, yirmide bir!”) bir hikâyeyi yine de bu denli etkileyici ve kimileri için iyileştirici kılan ne? Bana göre, bu yalnızca dizi gibi uzun bir formda doğabilecek bir karakter derinliğinin; günümüzün parlak, ilgiyi seven, dikkate aç görsel estetiğiyle aktarılmasıyla ilgili. Çocukluğundan babasının ölümüne, ilk aşkından ilk ayrılığına her şeyine tanık olduğunuz – üstelik tüm hikâyeyi size anlatan ve bu tuhaf dünyayı size tanıtan karakterinizin, Rue’nun, iki sezon sonunda başladığı yerden daha kötü bir yerde olması, düşmesi ve kalkamaması. Dizinin asıl gücü ve farkı burada sanki.
Yine Rue’dan dinleyelim: “Size yemin ederim ki eğer farklı bir insan olabilseydim, olurdum. Ama ben istediğim için değil, onlar istediği için.” Hem gençlerin hem de yetişkinlerin daha fazla başaramamış, olamamış, sadece öylesine yaşamanın bile üstesinden gelememiş karakterlere ihtiyacı var bana göre. Kuir aşk hikâyesiyle, trans karakterini temsil ediş biçimiyle, ergen cinselliğini korkusuzca ortaya koyuşuyla pek çok konuda sınıfı rahatça geçen Euphoria’nın çok temelde doldurduğu asıl temsil boşluğu, sinemanın sattığı hayallerin en büyüğünü reddetmesinde. Mutlu olmayabilir, değişemeyebilir ve iyileşemeyebilirsiniz, hatta daha kötüye gidebilirsiniz ve hikâyeniz en dipte bitebilir.
Belki bu yüzden Euphoria ikinci sezonun sonunda Leslie’nin oyunuyla kendi kendini anlatmaya, temsil etmeye çalışıyor ve bile isteye başarısız oluyor. Leslie’nin dizinin küçük bir versiyonunu izlediğimiz oyunu bir izdihama neden oluyor, yarıda kesiliyor, beklenen o iyileştirici etkiyi veremiyor. Anlam kurulamıyor, hikâye tamamlanmıyor, çıkarılacak dersler bir bir yitiyor ve Leslie’nin endişelendiği şey oluyor: Oyun bazı insanları üzüyor. Ama bazılarına da iyi geliyor. Bu bilinmeyenle barışık bir dizi Euphoria, her duyguyu, her tepkiyi göze almış. Tek inandığı şey güzellik belki de. Çünkü “çok güzel” bir dizi Euphoria, her şeyiyle parıldıyor, Jules gibi biraz. Belki güzelliğe olan bu inanç, daha kuralsız ve doğrudan bir ifade biçimi olarak biraz da şiirsel olana dair bir inanç. Ali’nin Rue’ya sohbetlerinden birinde söylediği gibi: “Şiire inanmak zorundasın, çünkü hayattaki her şey seni başarısızlığa uğratacak, kendin dâhil.”
Ergenliğin umut limanları: Heartstopper
Yazı: Ezgi Oğraş
Toplumsal meseleleri, çeşitli hissiyat ve düşünceleri ifade ediş biçimimizin hızla değişip dönüştüğü günümüzde, gençlik yapımları da bu başkalaşımın altını çizecek yenilikçi formda anlatılar yarattı kendilerine. Büyüme hikâyelerine kök salan otosansürden ve çeşitli klişelerden uzak durularak cinsel kimlikler temsil ediliyor, herhangi bir didaktik kaygı duymadan karanlık bölgelerde gezintiye çıkılıyor. Tam ihtiyacımız olan seyir deneyiminin bu olduğuna inanacağımız noktada, klişelere sadık kalarak özgün olmanın bir yolunu arayan ve anlatıdaki cesareti tanımlama biçimimizi değiştirmeye hazırlanan Heartstopper‘la tanıştık.
Alice Oseman’ın aynı isimli çizgi romanlarına dayanan Heartstopper, kuir aşk öykülerini merkeze alarak lise hayatının portresini çiziyor. Bu kez lise hikâyelerinde sıklıkla karşımıza çıkan uyuşturucu bağımlılığı, seks, şiddet, cinsel istismar gibi kavramların yerini kalp atışını hızlandıran duygular alıyor. Güven veren güçlü arkadaşlık bağları, milkshake içilen buluşmalar, mutlu sonla biten aşk hikâyeleri, ebeveynlerinin koşulsuz sevgisini hisseden gençlerin olduğu bir dünya burası. Neredeyse ütopik tınlıyor fakat homofobi, zorbalık ve cinsel kimlik arayışının getirdiği dertleri de anlatısına yedirmekten geri durmuyor Heartstopper. Karanlığa gömülmeden de acı verici deneyimlerin gerçekçi bir tasvirini yapmayı başararak, öncülü gençlik yapımlarının izinden gitmeyi reddediyor. Oluşturduğu yalın ifade alanıyla türünün diğer örneklerinin içinde hızla parlamasının sebeplerinden biri de bu.
Kimi dönemdaşlarının; ilk gençliğin çalkantılı, bilinmez ve öngörülemez duygu dünyasını Z jenerasyonunun ruhuyla ifade etmek istediğinde, yetişkin ögelerle kuşatılmış tekinsiz sulara hapsolduğuna şahit oluyoruz. Ergenliğin sarsıcı doğasından gelen öfke, karamsarlık, isyan; hayallerden ve umuttan yoksun kaldığı, gelip geçici duyguların esiri olduğu farz edilen bir neslin kimlik arayışıyla harmanlanınca kasvetli bir tasvir ortaya çıkıyor.
Heartstopper ise dönemin ruhunu yansıtmak isterken yorucu bir telaşla boğuşmuyor; kendinden çok emin, farklılaşan hayatın içinde zamansız kalacak gerçeklikler ile hislere temas etme niyetinde. Günümüz dünyasının buhranlarının ve büyüme sancısının ortasında sıkışıp kalan gençlerin, durumun içinden sıyrılma gücünü aldıkları yanları ortaya çıkarıyor. Sorunları hızlıca sindirmeye, unutmaya ve bir yenisiyle uğraşmaya dayalı bugünün temposunda ergenlerin geliştirdiği çözüm mekanizması, sistemin bizzat ruhunda mevcut dizinin kurduğu evrene göre. Karakterlerimiz kaotik döngüye teslim olmadan ona eşlik etmek gerektiğinin bilincinde. Zemini kaygan yollarda yalınayak yürüyorlar. Düşmeden yol almanın anahtarı, olduğu insanı ortaya çıkarmaktaki kararlılıkları ve kendini ifade etme arzusundaki güçlü tavırlarında karşımıza çıkıyor.
Kimliğini kabul etmenin ya da keşfetmeye başlamanın özgürleştirici doğasıyla ilgilenen bir yapım var karşımızda. Kendi düzeninde huzur bulmak için mücadele verenlerin sesine kulak veriyor. Benzer yapımların pek ilgilenmediği bir boşluğu doldurarak, LGBTİ+ temsilini optimist biçimde yapıyor. Ne onlara acıyan bir tavırda başlarını okşamaya çalışıyor, ne de tepeden bakarak büyük sözler söylüyor. Euphoria ve benzeri LGBTİ+ temsiliyetine girişmiş birçok yapım, taşınan yüklerin ağırlığıyla yüzleştirme kaygısı içinde yer yer kaybolurken, bu dünyada mutluluğa giden bir çıkış kapısının olmadığı yanılgısına sürüklüyor seyirciyi. Aile içinde tecrübe edilen ayrımcılık, toplumdaki heteronormatif kodlar ve homofobinin insan psikolojisindeki travmatik izlerinin takibini sürme konusunda oldukça filtresiz ve sarsıcılar şüphesiz ki. Ancak yaratılan etkinin gücünü aldığı yer, hissettirdiklerinin aşinalığından azade değil. Karakterlerin yolculuğunu izlerken, onların yarasını sarmak isteyen bir konumda buluyoruz kendimizi yeniden.
Heartstopper, buna karşı kendi antitezini yaratarak, kuir bireyler için güvenli bir alanın olabileceğini işaret ediyor. Hak ettikleri sevgiden ve kabul görme duygusundan mahrum bırakılan gençlere sarılıp, yol arkadaşı olma arzusunda. Toplumun dayattığı ahlak kurallarına teslim olan bireyler, kimlik bunalımının getirdiği psikolojik sorunlarla imtihan edilen ilişkiler, platonik olmaktan öteye geçemeyip yarım kalan duygulara Heartstopper’da yer yok. Tabii bu cinsel kimlik ve yönelime dair suçların ya da zorbalığın yeryüzünden silindiği bir dünya yarattığı anlamına gelmesin. Yöneliminin henüz farkına varmış ve bunun hakkında konuşmaktan çekinmese de çevreden gelen homofobik baskılardan muzdarip baş karakterimiz Charlie, trans bir genç olmanın getirdiği zorlukları yaşayan Elle, maskülenitenin ağır bastığı ortamında kimliğini sorgulama fırsatı bulamayan Nick, gördüğü zorbalık sebebiyle lezbiyenliğini sesli olarak söylemekten çekinen Tara… Var olma arzusuna ket vurulanların kendilerinden izler bulabileceği geniş bir karakter yelpazesi sunuyor. Kuir kimliklerinin altını çizmeye ihtiyaç duymadan karakterlerin duygusal yolculuğunu incelikle, doğal bir akışta anlatıyor. Her birinin ortak özelliği ise kendileri için belirlenmiş sınırların dışına çıkacak bir yol bulabilmeleri ve dizinin kalbimizi çalan tarafı da tam olarak bu. “Hiç bir şeyleri sadece herkes öyle yapıyor diye yaptığını düşündün mü?” Nick’in sesinden duyduğumuz bu sorunun aslında her karakterin zihninde tezahür ettiğini hissediyoruz. Ancak bu kez dillendirmenin bile güç olduğu sorular zihni bulandırmıyor, yapbozun eksik kalan parçasını bulmanın getirdiği ferahlık hissine kavuşturuyor.
Heartstopper’ın gençliğe bakışında nihilist tondan eser yok. Başından sonuna kadar en basit tanımıyla midede kelebekler uçuşturan, yürekleri ısıtan bir atmosfer hâkim. Tabii çizgi roman estetiğine uyum sağlayacak şekilde diziye yerleştirilmiş görsel imgelerin, bu atmosferi yakalamadaki payı büyük. İlk öpüşme ya da el ele tutuşma gibi anlarda duyguyu sembolize edecek şimşek, kalp gibi ögelerin etrafta uçuşması; sevgiyle kutsanmış bir LGBTİ+ gençlik hikâyesiyle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Büyük resim içinde kaybolan anların görünür kılınmasını sağlayarak, o yaşlardaki “masum” heyecanların gelip geçiciliğine değil dönüştürücü etkisine temas ediyor. Hatırlanmaya değer duyguların, zamanı geri döndürmek isteyecek güzellikte anıların var olabileceğini anımsatıyor. Birlikte olma hâlinden güç alarak mutlu sonla biten kuir aşk hikâyeleri de vardır diyor ve kendimizi bu fikrin nefes aldıran etkisine teslim ediyoruz. İlk aşkların baş döndürücü heyecanı ve tatlı telaşlarını yaşayan, kendisi olma ve ikili bir yaşam sürme arasında sıkışıp kalan ergenlik çağındaki LGBTİ+’ların dertlerini duyuyor, hayal kırıklıklarını mutluluğa çevirecek bir alan yaratma cesaretini veriyor.
Dizinin marifetlerinden bir diğeri de genç izleyicileri hedef alarak onlarla sıcacık bir iletişime geçerken, yetişkin seyircileri de boşlamayıp onlara günümüzden bir lise öğrencisiyle empati kurdurması. Aynı zamanda LGBTİ+’ların dertlerini anlatabilmek için yetişkin ögelere ve travmatik deneyimlere ihtiyaç duyulacağı algısını yıkarak, ebeveynlerin farkındalığını artıracak ilham verici bir işe girişiyor Heartstopper. Boğuşulan sorunlar, kaygılar aynı ancak belki de kimliği üzerine düşünemeyecek kadar özgürlük alanı sınırlı bir dünyaya doğmuş ebeveynler için çok daha anlaşılır her şey. Davranışların temelindeki duyguları anlamak, ertelenen konuşmaları başlatmak için anahtar niteliğinde. Nick’in eşcinsel olduğunu annesine açıkladığı sahnede annesinden aldığı tepki de buna bir örnek. “Bunu bana söylediğin için teşekkür ederim. Söyleyemezsin gibi hissettirdiysem özür dilerim.” İçten bir şefkat duygusunun rahatlığıyla tanıştırsa da Heartstopper’ın alametifarikası, tamamlanmış hissetmek için buna ihtiyaç duyulacağına inanmamasında. Nick’in ona dayatılan basmakalıp tüm düşüncelerden sıyrılmaya başladığı andan itibaren, kendi gerçekliğini farkına varmanın özgürlüğe ulaşma yolunda atılan en büyük adımı olduğunu hissediyoruz. Belki hâlâ “başka bir hayat mümkün” fikrine inanmak isteyenlerin cesarete dönüştüreceği, belki de geç kalmış hissedenlerin ergenliğine sarılması için ihtiyaç duyacağı türden bir düşünce.
Heartstopper’ın seyircisiyle kurduğu bağın özgün olmasının bir diğer sebebi de yabancılık hissi uyandıran lise anlatılarından ayrışan bir perspektifle hikâyesini sunma biçimi. Gençlerin “sıradan” hayatının içinde ilgi çekici ögeler bulmanın peşinde değil; onu en doğal biçiminde, yorucu bir çaba olmaksızın aktarma amacında. Göz alıcı makyajlar, ihtişamlı partiler, lisedeki günlük rutinleri kıran aktiviteler karşımıza çıkmıyor. Karakterlerimiz kimi zaman küçük arkadaş grubuyla patlamış mısır eşliğinde film geceleri organize ediyor, kimi zaman ebeveynlerinden eve dönüş saati alıyor. Yani hepimizden birer yansıma var aslında ve bu sayede Heartstopper aktarmak istediği deneyimin seyircide organik bir karşılık bulmasını sağlıyor.
Her ne kadar kalıplaşmış fikirleri ve önyargıları kırmak için önemli bir adım atsa da Heartstopper‘ın Türkiye’deki sansür mekanizmasına takıldığını hatırlatalım. Alice Oseman’ın Kalp Çarpıntısı ismiyle Türkçeleştirilen çizgi roman serisi, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun kararıyla muzır ve müstehcen ilan edildi. Çevrimiçi satışının da durdurulduğu çizgi romanlara kapalı zarflar içinde sunulan hâliyle yalnızca kitap dükkânlarından erişilebiliyor. Son skandal karar ise Netflix’ten. Türkiye’de başlangıçta 13+ yaş ibaresiyle yayına giren dizinin yaş sınırı 18+ olarak değiştirildi ve sinopsis kısmında sansürlendiği dışında herhangi bir içerik bilgisi bulunmuyor. Kalan umut kırıntılarının da üzerine kabûs gibi çöken bu kararlar Heartstopper benzeri yapımlara neden ihtiyaç duyduğumuzun özeti niteliğinde. Dizinin umut ışığı aramaya dair bıraktığı kocaman inanca sıkı sıkıya sarılmak dışında pek de bir seçenek yok gibi zaten.