İlk konserini Ocak 2019’da Demonation Festivali No:9 kapsamında vermişti Lalalar. Bir ay sonra da ilk tekli “İsyanlar” gün yüzüne çıktı ve sonrasında “Mecnun’dan Beter Haldeyim”, “Yalnızca Ölü Balıklar Akıntıyı Takip Eder”, “Hata Benim Göbek Adım”, “Hiç Mutlu Olmam Daha İyi”, “Ninja Partisi” gibi parçalar peşi sıra üzerimize savruldu. Tekliler arttıkça, Lalalar turizm Avrupa’nın dört bir yanını kapsama altına aldı; Le Guess Who?, Trans Musicales, Ment gibi prestijli festivaller için yollara düşüldü.
Köşeli ama kıvrak, isyankâr ama koyvermiş, buralı ama evrensel bir müzik dilini benimseyen Ali Güçlü Şimşek, Barlas Tan Özemek ve Kaan Düzarat üçlüsünün ilk albümü “ha geldi, ha gelecek” diye beklenen ayların ardından 6 Mayıs’ta, Bongo Joe Records ve Dunganga Records ortaklığıyla gezegene inişini yaptı.
Bi Cinnete Bakar albümünün Klein Phönix’i baştan sona dönüştüren bir prodüksiyonla gerçekleşen lansman konserinin ardından Lalalar’la buluştuk. Her şeyin nasıl başladığından bugüne doğru ilerledik, üçlüyü geriye bakarken biraz da duygulandırdık galiba…
“Herkes en iyi bildiği şeyi yapınca çok iyi çalışabiliyor mekanizma, biz de şaşırıyoruz bazen.” -Barlas Tan Özemek
Lalalar’ın ilk albümü sonunda inişini gerçekleştirdi ve artık aramızda. Nasıl hissediyorsunuz?
Ali Güçlü Şimşek: Çok iyiyiz galiba. Albüm bir şeylerin artık somutlaşmış hâli tabii, içine kodladığımız çok fazla duygu ve anı dolu. Zaten iyi arkadaşlar oluşumuz yetmiyormuş gibi geçirdiğimiz dört senede inanılmaz şekilde kenetlendik. Çocukken kurduğum grup hayallerinin hissi bedene bürünüyor gittikçe. Ongoing process bir albüm olacağını baştan beri biliyorduk. Üç-dört sene sonunda hem “biz” adam akıllı Lalalar olduk, hem de albümü paketlenmiş oldu. Hiç de acelemiz yokmuş belli ki. Yolun en başındaki hedeflerimizden birisi albüm çıktığında Lalalar’ın hâlihazırda küçük bir şehir efsanesine dönüşmesiydi. Oldu gibi oldu, hatta belki fazlasıyla beraber. Şimdi ikinci albüm için biraz daha büyük şeyler peşindeyiz.
Gündem oluyor mu ikinci albüm şimdiden?
AGŞ: Kurcalamaya başladık bile.
Kaan Düzarat: Tabii. Konuşmaya başladık, laf arasında geçiyor. Bir üç sene daha geçmesin.
10 parçası önceden yayımlanmış olmasıyla Bi Cinnete Bakar alıştığımız tarzda bir ilk albüm değil.
AGŞ: Zaten 15 şarkı, 2 plak…
KD: İçimiz el vermezdi. İlk albümümüze bu şarkılardan bazılarını koyamasaydık, sanki bir yavrumuz bir yerlerde kalmış gibi hissederdik. Gerekirse çok şarkı olsun ama hiçbiri eksilmesin istedik. Şarkıları sıraya dizerken falan da zorlandık epey. Plak olunca dört tane A yüzüne giriyormuş gibi düşünmek rahatlattı bizi. 1’den 15’e dizmek çok daha zor olurdu.
Sektör bambaşka bir yöne gitmiş olsa bile sizin için de bir albüm yapmış olmanın başka türlü bir hazzı olduğuna inanıyorum.
Barlas Tan Özemek: Ben bu tip durumlarda çok romantik tepkiler veren biri değilimdir ama herhalde ömrüm boyunca en romantik tepkiyi verdiğim plak Lalalar plağıdır. Elime aldığımda en yüksek hissettiğim plak olabilir.
AGŞ: Açıkcası yaşlarımız belli bir kıvamda, merdivenler belli eşiklere dayandı. Bu saatten sonra temel amacımız dünyaya özel şeyler bırakmak, içimize sinen, dış etkilerden olabilidiğince bağımsız şeyler. Geriye güzel bir şey bırakmak çok temiz bir his. He hâlâ bir yığın defosu yok mu? Gırla…Hata bizim göbek adımız değil mi? Her gün, her an…
Lalalar’ın tohumları ilk atıldığında Ali’nin aklında bir arayış olduğunu hatırlıyorum. İlk başta kafanda canlanan müzikal haritayla Lalalar’ın sonuçta vardığı nokta ne kadar benzeşiyor?
AGŞ: Dürüst olmam gerekirse Lalalar öncesindeki duraklama dönemimde müzikal anlamda kendimi nasıl daha doğru şekilde ifade edebileceğime hissettiğim birkaç denklemim vardı ama takım her şeyin ötesinde bir kurgu. İyi bir takım, münferit bireylerin ederlerinin toplamından daha fazlasına ulaşabilir. Mesela bence hepimiz üçer puanız ama topladığında en az 10 ediyoruz. Ne mutlu ki geride bıraktığımız dört sene hem arkadaşlık namına hem sonik hem de müzikal anlamlarda doğru adımlar attığımızı gösterdi bize.
Barlas’ın geçmişinde çok fazla grup var ama Kaan’ın bu anlamda nasıl deneyimleri var, hiç bilmiyorum.
KD: Benim için aslında yeni bir şey. Ortaokul yıllarım 1995 falan olduğu için hepimiz bir şekilde gitarı elimize alıyorduk. Bir grubumuz vardı, Nirvana’dan Slayer’a coverlar çalıyorduk. Üç-dört sene devam etti, 1999’da biraz daha Underworld, The Chemical Brothers, Fatboy Slim gibi içinde rock tandansı da barındıran elektronik müziklere, sonra da iyice techno house dünyalarına geçtim. Köklerde hep vardı bir şekilde. Tamamen uzak değilim rock’n’roll’a.
AGŞ: 20 yıllık bambaşka bir birikimi ve akışı olduğu için refleksleri bizim alışkın olduklarımızdan biraz daha farklı diyebilirim ki bu da bize düşünsel ve davranışsal zenginlik katan şeylerden biri. Başlarda ara ara system error verdiysek de şu an yakaladığımız uyuma bayılıyorum.
KD: Ben hep tek başına seyahat ediyordum ve hâliyle tamamen kendimden sorumluydum. Kendimi yarı yolda bıraktığım olmuyor ama başkasını yarı yolda bırakmamak başka bir sorumluluk. Buna turnede geç kalkmamayı, uçağı kaçırmamayı da katabilirsin, başka birçok şeyi de. Neyse ki öyle bir falso yaşamadık ama tamamen farklı bir bilinçmiş. Üniversitede Falso diye bir grubumuz vardı, sonra bir de Analog Kültür Experiment’le serbest doğaçlama çalıyorduk ama “grup grup” ilk deneyimim Lalalar.
BTÖ: Ali Uskumruköy’de Lalalar’la ilgili “birtakım fikirler biriktirdim, adı bile hazır gel beraber yapalım” dediğinde hissettiğim şeyin aynısını şu anda da hissediyorum. O kadar taze ve zamansız geliyor. Çok heyecanlı, gerçek grup hissi. Edindiğimiz ve biriktirdiğimiz tüm donanımı aktardığımızda ışıldayan bir şey Lalalar. Bunu görmek çok özel bir his.
Gerçekten bu donanım meselesi önemli bence. Kendi zanaatında çok fazla birikimi olan bir üçlüsünüz. Ekip içinde görev dağılımı üzerine konuştuğunuz bir şey mi? Yoksa doğalında mı gelişiyor?
BTÖ: Herkes en iyi bildiği şeyi yapınca çok iyi çalışabiliyor mekanizma, biz de şaşırıyoruz bazen.
AGŞ: Tam olarak öyle. Bazı şeyler çok netti kafamda ama bir şeyler kafanda net diye her şey istediğin gibi olmuyor. Grup psikolojisi, insanların birbirine güveni, açılımı… Herkesin ortak özellikleri de var grupta; herkesin bazı özelliklerinin daha fazla parladığı durumlar da var. Uyumlu bir orkestra gibi herkes doğru zamanda gerekli şeyi hâlletmesi gerekiyor. Taşların tam anlamıyla yerine oturması birkaç sene sürdü sanırım. Barlas prodüksiyonda tek kişilik dev orkestra. Mesela orada parıldayan özelliklerine gölge etmemek için orada o direksiyonda. Kaan’ın yıllara yayılmış müthiş bir müzikal donanımı var. İnanılmaz bir göz, kulak. Ben de kendi enerjimi yıllar içinde anladıkça; neleri iyi yapabiliyorum, neler çok istesem de o kadar da iyi olmuyor ayrımını yapınca doğru yerlerde rol aldığımı hissediyorum.
Albüm için acele etmemek de birbirinizi daha iyi tanımanıza yol açtı muhtemelen.
AGŞ: Gerçekten Lalalar bir ongoing process. Yolda şekillendi pek çok şey. Albümümüz iki yıl önce çıksa belki yine aşağı yukarı buna benzer bir şey olurdu. Ama biz stüdyoda nasıl olurduk, sahnede nasıl olurduk, kim bilir. Ortalama 40’larında olan adamların birbirine doğru atmaktan çekinebileceği pek çok adımı cesurca ve sarifçe atabildik. Hem kırılganlığa, hem kızgınlığa hem de değişime pay bıraktık. Bizi aileleştiren şeyler yaşadık. Kişisel olarak o kadar çocukluk fantezim ki, gözlerim dolmadan söylemeye çalışıyorum burayı, çok iyi arkadaşlar olduk.
KD: Ben sonradan dâhil oldum aslında. Sadece grup tarafında da değil; dostluk arkadaşlık anlamında da onların daha eski bir mazisi var. Bizim saygımız, sevgimiz, yaptığımız işlere hürmetimiz vardı. Onlar başladıktan sonra ben bir cesaretle “Hadi beni de alsanıza bu gruba” diyerek girdim muhabbete.
AGŞ: Böyle saçma bir teklif olabilir mi!
KD: Ne çalacağımı da hiç bilmeden, cahil cesareti de diyebilirsin. Bir şekilde olacağını hissettim. Çok kolay her şeye atlayan biri de değilim, tek başıma da mutluydum yani. Büyük de iş aldım başıma ama hem çok şey öğrendim hem de zamanla çok içten kırılmalar yaşadık. İyi müzik uzun süre yaparsın bir şekilde ama bir arada arkadaşça iyi bir denge kuramadığın zaman bir projeden öteye gitmez yani. Çok sağlam bir yerde oturduğunu hissediyorum. Hepimizin süperstarlıkları var ama bir araya geldiğimiz de herkes biraz törpülüyor diye düşünüyorum.
Çok eğlendiğiniz belli oluyor zaten. Müziğin bir de karakteri var; biraz serseri ya da haylaz diyebileceğimiz, kendini çok ciddiye almayan bir mizaç var. Bu karakter grupça tasarlanmış bir şey mi yoksa Ali’nin stilinin getirisi mi?
AGŞ: Hiçbir şeyi üzerime almama gerek yok ama bu karakterimle alakalı bir durum tabii. Daha önceki müzik girişimlerime en kontrast olan yanı da bu aslında. Doğru formatın arayışı bu. Ortak yarattığımız oyun alanı olmasa ben de böyle rahat rahat atıp tutamam açıkcası. Öyle bir yerlerden birbirimize güvenip elde avuçtaki puanlarımızı artırıyoruz ki… Mahallede top peşinde koşan AGŞ gibi olabildiğim yegâne ortam burası. Aslında en önemlisi herkesin birbirine kendi karakterini yaşamasında saygı duyabilmesi. Müzik serseri, haylaz falan tabii ya ne olacak? Sen nasılsan o da öyle! Zaten kişisel anlamda geçmişteki müzik girişimlerimden en temel farkı buralarda. Olabildiğince az filtreyle iletişim kurabilmek. Parça şöyle söylenir, aa o zaman ben de böyle söylemeliyim gibi kalıpların kırıldığı; olmadığım ya da içime sinmeyen bir şeyi dinleyiciyi bırak grup arkadaşlarıma bile sunmadığım bir hâl. Birbirimize bu payları bırakabilidiğimiz için çok şanslıyız. Zaten her şeyin herkesin içine yüzde 100 sindiği bir senaryo olduğuna inanmıyorum, olmasına lüzum da yok.
BTÖ: Bence yüzde 90’lardayız ve çok iyi bir eşik bu.
“Fikirler hep değişebilir ama hani bazı kırmızı çizgiler vardır. Lalalar’ın da kırmızı çizgileri oluştu diye düşünüyorum.” –Ali Güçlü Şimşek
Bir sürü insanın da çok rahat ilişki kurabileceği sözler var şarkılarda. Kelime oyunları, metaforlar var, evet, ama “ne anlatıyor ya bu?” dedirtecek bir dil değil.
BTÖ: Ali’nin yıllar önce bir Tumblr sayfası vardı. Kendi kendine yazıyordu. Ben orayı okuyordum ve inanılmaz etkileniyordum. Sanki ben yazmışım gibi hissediyordum. Kafasının içindeki birtakım yolculuklardan bahsediyordu temelde. Lalalar sözleriyle de hep benzer hissel bir bağlantı kurarım. Çok sevdiğim bir his. Dert ortağı gibi oluyorsun.
KD: Çok ciddi şeyler anlatıyor aslında ama bir yandan bununla dalga geçer bir tavrı da olduğu için, ciddiyet sıkıcılıktan uzaklaşmış oluyor. Sokak jargonuna da yakın, isyanıyla da mutlu.
İsyan önemli anahtar kelimelerden biri. Nitekim ilk şarkı da “İsyanlar”dı. İlk şarkıya ve devamına nasıl karar verdiniz?
AGŞ: Mutfakta ne varsa onu yayımlıyorduk. Eşzamanlı üzerine çalıştığımız parçalar da oluyordu ama şarkı bitti – yayımladık gibiydi süreç. Bizi ilk konserimize teşvik eden J. Hakan Dedeoğlu’dur. 5 Ocak’ta, onun doğum gününde gerçekleşecek Demonation Festivali’nde çalmamız için davet etmişti. Biz de o zamanlar haftada iki-üç gün stüdyoda beraberiz ama hep partiliyoruz, çok konuşuyoruz, takılıyoruz; işin dalgasındayız biraz. O konserle beraber bir anda hizaya geçmemiz gerekti. Çok da iyi oldu. Sonrasında yine Hakan ve Aylin (Güngör) vasıtasıyla yurt dışı bookingcimiz Fitz’le tanıştık. Fitz bizi Bongo Joe ile buluşturdu. İlk görüşte aşk zinciri, çorap söküğü gibi. Çok kısa sürede kendimizi yollarda bulduk. Dolayısıyla mutfakta ne varsa onu servis ettik. Genelde kısık ateşte pişirdik diyebiliriz.
KD: Uzun bir süreçte piştiler gerçekten. “İsyanlar” şarkısı hazır geldi. Onun üstüne inşa edildi. Temel sağlam oldu yani. Onun dışındakiler çok zaman aldı aslında. “Mecnun” da yüzde 90 gibi gelmişti ama başka yönlere gitti.
BTÖ: Mesela 3-4 tane “Mecnun” versiyonu var. Birçok şarkının üçten fazla versiyonu var.
AGŞ: E çünkü aradık. Evet kafada bir şeyler var ama kendini tekrar etmek de istemiyorsun. Tabii üç-dört sene önce bir parçanın başına oturuşumuzla şimdiki oturuşumuz aynı değil. Şu an herkes Voltran’ın neresini oluşturacağını biliyor. O zamanlar herkes her şeyini vermeye çalışıyordu. Saf kaos.
KD: Hem iyi hem kötü bir şey bu. Şu an çok rafineyiz evet ama o süper acemi ruhla, çok hevesli şekilde masa başına geçmek de güzel. İkinci albüme de o hisle başlayacağız umarım.
BTÖ: Lalalar’la ilgili sonik girişimimiz önceki tecrübelerimizden bir tık farklı. Özellikle Ali’yle ben canlı müzik çalmak üzerine bir disiplinden geldiğimiz için Lalalar’da konu da uygulama şekli de zamanlamalar da başka aslında. Yeniden enstrüman çalmayı öğrenmek gibi. Hoparlörde bir şeyleri birleştirmeye çalışmak olasılıkları çok fazla artırıyordu. İlk başta neleri istemediğimizi belirlememiz gerekiyordu ve sanki öyle bir yoldan başladık diye hatırlıyorum.
AGŞ: Neyi istemediğini bilmek konusu çok net. Fikirler hep değişebilir ama hani bazı kırmızı çizgiler vardır. Lalalar’ın da kırmızı çizgileri oluştu diye düşünüyorum.
“Kısa zamanda adlandırılamamak biraz handikap gibi gözükse de bence şu an için iyi bir şey.” –Kaan Düzarat
Bahsettiğiniz oyun alanını albümün genelinde de hissediyorum. Hemen her parça bu alanın farklı bir köşesine gidiyor, başka bir yerindeki kumu alıp orada karıştırıyor. Çok ağırbaşlı, kederli başlayan bir şarkı bir spoken word denemesine evriliyor; kıvrak bir groove’la başlayan başka bir şarkı ansızın techno beatlerine yaslanabiliyor. Kompozisyon sürecine biraz mash-up gibi yaklaştığınızı söyleyebilir miyiz?
KD: Biraz cesurca bir hamle, belki dinlemesi kolay gelmeyebilir. Sanırım insanlara farklı, esprili, maceralı gelen şey de o. Parçanın bir anda double time’a çıkması, bir anda drum&bass, amen break falan olması ve bu formun parça içinde üç kere, bazen dört kere değişmesi çok eğlenceli. Kendini onun içine bıraktığında gerçekten çok eğleniyorsun. Ama bir yandan da iddialı ve kafa karıştırıcı tabii. Kalıplara giremiyorsun, janrlaştırman zor, adlandırman zor. Rock playlistine giriyor, hmmm diyorum. Zaten bir klasik, Üçüncü Yeniler diye bir liste var, ona giriyor, hmmm diyorum.
Albümün belli bir yerine gelen dinleyici ses paletinin neler barındırdığını kodlamış oluyor. Bahsettiğin kafa karışıklığının üstesinden gelen bir şey bu bence.
AGŞ: Aslında biraz daha dışarıdan bakmaya çalıştığımda, çocukluktan beri dinlediğimiz bütün müzikleri duyuyorum içinde. Yabancı gelen hiçbir şey yok. Bazen hardcore oluyor, bazen trip-hop, bazen doom falan oluyor, hayvan gibi doom oluyor hem de. Sevdiğimiz bütün gruplardan esintiler var ama asıl güzel olan yanı, başka birinin kıyafetini üzerimize yakıştırmıyor oluşumuz ve kendi koleksiyonumuzun peşine düşmemiz… Tabii ki ilk albümde peşinden koştuğumuz ama cevabını henüz bulamadığımız bir sürü şey var. Ama sorularımız sağlam, önümüzdeki maçlarda cevapları aramaya devm edeceğiz.
BTÖ: Bazı ipuçlarımız da var tabii ki. Mutfakta pişmiş olan bütün yemekleri albüme koyduk ama buzdolabında sakladığımız bir şeyler de birikti.
KD: Önümüzde uçsuz bucaksız bir macera var ve çok heyecan verici. Tabii bilmediğin, içselleştiremediğin bir şey yapamazsın. Dolayısıyla buralara yine dokunacaktır elbet. Kısa zamanda adlandırılamamak biraz handikap gibi gözükse de bence şu an için iyi bir şey.
AGŞ: Yazan yazıyor abi, indie pop bile yazan var.
BTÖ: Doom pop, doom pop!
AGŞ: Evet mash-up gibi bir his var ama öyle bir reçetemiz yok, çok çocuksu bir yerdeyiz. Mr. Bungle’ın da bir yığın yüzünü görürsün ya yani, o kadar köşeli mi bilmiyorum ama o tarz bir ruh özgürlüğü.
BTÖ: Sonik olarak sınırları ne kadar zorlayabiliriz diye soruyoruz. Bir arada durması muhtemel olmayan şeyleri bir araya getirmenin yollarını buldukça kendimizi başarılı hissediyoruz stüdyoda.
Avrupa konserleri hızlı bir şekilde başladı demiştiniz. Bir sürü prestijli festivalde çaldınız, turneler yaptınız. Lansman konserini biraz konuşalım isterim. Türkiye’deki ilk büyük Lalalar konseriydi aslında bu. Mekân seçimi, prodüksiyon, kurgu, her şey nasıl hayata geçti?
AGŞ: Valla açıkcası Düzo’nun 1001 meziyetiyle gerçekleşti o konser. Bayrağı inanılmaz şekilde sırtladı; bir menajer gibi, bir teknik amir gibi çok önemli roller aldı. Sadece fikirle ya da vizyonla değil, çözümlerle de beraber. Herhangi bir organizasyonda garanti işler yapmak varken içimizdeki ateşi ısrarla körükledi sağolsun.
KD: Özel bir şey olmalıydı. Saygı duymama ve yollarımız birçok kez kesişmesine rağmen kurumsal çatıların altındaki mekânlardan ziyade insanların yeni yerlerde, daha underground yerlerde bir şeyler dinlemeye aç olduklarını düşünüyorum. “X mekâna şu kişi geliyor”dan öteye geçemiyorsun.
AGŞ: Ve her şey çakılı. Değişiklik yapamıyorsun.
KD: Hep söylediğim o oldu benim de. Son 20 senedir geldiğimiz noktada ya otellerin içine ya da bu tip konsept mekânların içine hapsolmuş durumda eğlence ve konserler. Buna karşı bir şey yapmanın tam zamanıydı. Gerekiyorsa para kaybedelim ama bunu gruba bir yatırım olarak görelim dedik. Güzel de oldu.
Sahnedeki görseller ve ışık tasarımı da harikaydı. Onun arkasında kim var?
AGŞ: İki yıldır Sadık Avcı var. Işıkta ve son dönemde görsel tetiklemede.
KD: İlk başta Temel Hüseyin’le birtakım görselleri seçerek, filtreleyerek bir havuz oluşturmuştuk. Şu an o havuzun devamını kullanıyor gibiyiz. Orada da yeni açılımlar arıyoruz, görsel dile çok önem veriyoruz. Sinematik bir tarafı da var soundun. İnsanlar parçaları dinlerken gözlerinin önüne bir sahne geldiğini, bir kovalama hissettiğini söylüyor.
Peki böyle hummalı bir hazırlık sürecinin ardından gerçekleşen bu geceden dinleyici ne hissederek ayrılsın diye hayal ettiniz?
AGŞ: Bir kere ben isterdim ki kendini özgür hissetsin ve bu his dövme gibi zihnine kazınsın.
BTÖ: Sahnede yaşadığımız o his, mutluluk, sevinç, özgürlük, dopamin… O hissin amplifiye olması tam olarak insanlarla geçirgenlikte oluyor. Ne kadar çok insan seninle aynı şeyi hissederse ortaya koyduğumuz his büyüyor. Tecrübenin kendisi de bundan kaynaklanıyor bence. Ben bu soruya yanıt olarak aynı şeyi hissettiğimize emin olmak derdim.
AGŞ: Zaten sen, sen olduğunda seni takip eden insanlar da kendilerindeki seni keşfetmeye başlıyor. Ortak bir paydanın altına buluşuyorsun ve beraber electric boogie yapıyorsun gibi br şey oluyor, müthiş bir senkronda. Kesinlikle interaktif bir şeye dönüşüyor. “Bakın biz buraya üç kişi geldik ama buradan üç kişi ayrılmıyoruz” gibi.
Uluslararası festivallerde de çalıyorsunuz, siz de deneyimliyorsunuzdur zaten; artık sahneye çıktım iyi çaldım konser oldu devri bitti aslında. Bir deneyim yaşatmak gerekiyor. Özellikle çok fazla grubu peş peşe izleyen festival kitlesini hesaba katınca. “Aynı şeyi hissetmek” vurgusu çok değerli.
KD: İnsanların çok kısıtlı vakitleri var artık. Bir saat, bir buçuk saatte o tecrübeyi paketlemek gerekiyor.
AGŞ: Her konser bizim de afyonumuz patlamıyor, bazen elinden gelenin en iyisini yapıyorsun. Şey çok hoşuma gidiyor; atıyorum İsviçre’de bir festivaldesin, çoğunlukla seni hiç dinlememiş insanların oluşturduğu bir kalabalığa çalıyorsun. Sahneye çıktığımızda baştaki soğukluk, anlamaya çalışan insanlar, anlık kişisel çekingenlikler veya kafa karışıklıkları gibi çok fazla değişken oluyor. Ama dakikalar ilerledikçe o insanları saklandıkları deliklerinden çıkartmak ve bir yerde kavuşmak… Spagettiyi uzatırsın iki kişi ucundan ısırır ve nihayetinde öpüşür ya, biraz ona benziyor. Bazen o spagetti kopuyorsa da çoğunlukla şehvetli bir öpüşmeyle bitiyor diyebilirim.