Ziya Demirel’i, 68. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan kısa film Salı’nın yönetmeni; Nazlı Elif Durlu’yu ise Unutma Beni İstanbul filmindeki -Hany Abu Assad rejisiyle çekilen- Almost isimli kısa metrajın senaristi olarak tanıyor olabilirsiniz. Onların yaratıcı ortaklığı, benzerine pek sık rastlamadığımız bir üretim modeliyle, 41. İstanbul Film Festivali’nden birden fazla ödülle dönen iki yapımı hayata geçirdi. Beraber iki filmin senaryolarını yazmalarının ardından, Nazlı Elif Durlu, Zuhal; Ziya Demirel ise Ela ile Hilmi ve Ali için yönetmen koltuğuna oturdu.

Sohbete koyulan Demirel ile Durlu, ortaklıklarının mazisini, yazım ve çekim süreçlerinde yaşadıklarını, aldıkları geri dönüşlere dair hislerini paylaşırken; bir yandan da “İnsanları çektikleri filmlerinden tanımak mümkün mü?” sorusuna cevap arıyor, hangi eserlerin üretimlerini istemli ya da istemsiz etkilediğinin altını kazıyor, yaklaşan projelerine dair ilk ipuçlarını veriyorlar.

Nazlı Elif Durlu, Zuhal setinde
“Yazma sürecinde çok şey öğrendik diye düşünüyorum.” – Nazlı Elif Durlu

Nazlı Elif Durlu: Nerede başlamıştık? Kadıköy’de bir sokakta tanıştık diye hatırladım. Emre Yeksan tanıştırmıştı. Bir mitingdi. Peki ama neydi? 

Ziya Demirel: Ben senin filmleri biliyordum. Seviyordum da. O sırada senaryoma bakmanı istiyordum, Mavi Balon’du ismi Salı’nın. 

N. E. D.: Evet ben de okuyup yorum yapmıştım ama ne yazmıştım tam hatırlamıyorum. Sen hatırlıyor musun?

Z. D.: Evet, hatırlıyorum bazı şeyler. Ritmiyle ilgili bir şeyler söylemiştin.

N. E. D.: Haklı mıydım?

Z. D.: Haklıydın. Casting konusunda da baya konuşmuştuk etmiştik. Genel olarak olumluydun. Olumlu olman da bana biraz cesaret vermişti sinema konusunda.

N. E. D.: Sonra yine ben Emre ile birlikte senin oyununa geldim.

Z. D.: Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi. Bizim İlyas’ın İstanbul Tiyatro Festivali’ne başvurduğu bir projeydi ve bu metin bir tiyatro oyunu değildi. 256 olasılıktan oluşan bir zam isteme simülasyonu gibi bir şeydi. Sonsuza kadar gidiyordu. Benim de endüstri mühendisliği günlerimden simülasyona büyük bir ilgim vardı, ona bağlı görselleştirme yapmıştık oyun için. Georges Perec de sık sık okuduğum bir yazar. Beğenmiş miydin oyunu?

N. E. D.: Gerçekten çok beğenmiştim, çok şaşırtıcıydı, hiç düşürmüyordu, hep yukarıda, her an yeni bir şey çıkıyordu ve öngörülemez, çok parlak diye düşünmüştüm. Ne kadar beğendiğimi yazdım sana. Ondan sonra bira içmeye gittik.

Z. D.: Evet yemek yemedik, bira içtik birkaç kez.

N. E. D.: Sonra bana Salı’yı göndermeye devam ettin. Çünkü şunu hatırlıyorum, Berlin’e gitmiştim bir süre bir projede çalışmak için. Sen de sürekli Salı’nın yeni versiyonlarını gönderiyordun. Sürekli üzerinde çalışıyordun. Sürekli değiştiriyordun. Sonu sürekli değişiyordu.

Z. D.: Ben de şeyi hatırlıyorum: Sürekli Salı’nın yeni versiyonları merak ediyordun. “Bana Salı’nın yeni versiyonunu yolla” diyordun.

N. E. D.: Tabi tabi. O zaman öngörülebilirmiş demek ki bizim nasıl çalışacağımız, şimdi fark ediyorum. Çünkü iki senaryoyu da biraz aynı şekilde, Salı’yı yazdığın gibi yazdık diyebiliriz herhalde.

Z. D.: Nasıl yani?

N. E. D.: Çok versiyonlu.

Z. D.: Birileri için o küçük değişikler, yeni versiyon olacak kadar büyük değişiklik olmayabilir belki.

N. E. D.: Sence öyle miydi? Hep küçük küçük değişiklikler mi yaptık?

Z. D.: Yok, hep küçük küçük değişiklikler yapmadık.

N. E. D.: Hem küçük hem büyük, bir sürü değişiklik yaptık diyebiliriz.

Z. D.: Evet, evet. Bir yandan da filmi çekmemize daha var olmasının da verdiği bir rahatlık…

N. E. D.: Merak ve kararsızlık…

Z. D.: Evet, biraz öyle bir yıkıcılık. Ücret Artışı süreci de sonsuz olasılıktan oluşuyordu. O yüzden kararsızlık çok zor yapıyordu süreci. Fakat yine de sona doğru, o kesin deadline’ın getirdiği bir toparlanma durumu oluyor. Bence filmlerde de öyle oldu yani. Filmlerde daha fazla beklememiz gerekseydi, yine değişebilirdi senaryolar gibi geliyor bir noktada. Belki gelmemeli. Belki öyle olmamalı.

N. E. D.: Evet. Bu şekilde çalıştığımız için yazma sürecinde çok şey öğrendik diye düşünüyorum.

Z. D.: Tabii tabii, çok…

N. E. D.: Ama bir daha o şekilde çalışmam diye umuyorum. Çünkü daha fazla şey üretebiliriz, aynı şeyi çok defa üretmektense. Şu an aynı şeyi kendi kendime yapıyor gibiyim biraz, itiraf etmem gerekirse.

Z. D.: Ben de hızlandım artık. Tek versiyonda senaryoyu bitiriyorum. Yeni bir senaryo yazdım geçen hafta.

N. E. D.: Geçen hafta?

Z. D.: Hemen de bitti bu arada. Evet. Her şey farklı artık yani.

N. E. D.: Bulaşıcı mıymış yani?

Z. D.: Senle ilgiliymiş belki.

N. E. D.: Olabilir. Bir ay sonra tekrar yaparsak bu konuşmayı, o zaman senin söylediğinin ne kadar gerçek olduğu konusunu açabiliriz.

Z. D.: Evet, açabiliriz.

Ziya Demirel, Ela ile Hilmi ve Ali setinde
“…bizim hikâyelere bağlanmamızı sağlayan bazı öğelerin, zaten başından destek almamızı da hafiften engelleyen şeyler olduğunu görmüştük.” – Ziya Demirel

N. E. D.: Bana Deniz’in yazdığı bir hikâyeyi göndermiştin. Ben Berlin’deydim. Hikâyeyi okumuştum, sana bir film önermiştim. Hatırlıyor musun? Film de Caméra d’Or almış bir filmdi. 

Z. D.: Año Bisiesto mu?

N. E. D.: Hah, evet! Onu önermiştim. Sen doğru bir öneri olduğunu söylemiştin.

Z. D.:  Evet, çok tek mekân bir filmdi. O zaman Ela ile Hilmi böyle tek mekân mıydı? Ali var mıydı, ondan da emin değilim.

N. E. D.: Ali yoktu o zaman, yani isme eklenmemişti en azından.

Z. D.: Zuhal hiç yoktu, senin başka bir işin vardı.

N. E. D.: Zuhal yoktu, benim başka bir projem vardı. Ama onu da bırakmıştım galiba.

Z. D.: Ondan sonra Kuşadası’nda bir işe gitmiştik seninle beraber. Hatırlıyor musun?

N. E. D.: Evet, evet.

Z. D.:  Bir çekim işiydi yani sinemayla ilgili bir iş değildi, röportajlar falan çekiyorduk galiba. O sırada da Kuşadası’ndaki gittiğimiz otel bomboştu çünkü ölü bir sezondu. O otelle ilgili bir şey yazmak istemiştik. Düşünmeye başlamıştık. Böyle Zebercet tarzı bir karakter düşünmüştük, Anayurt Oteli gibi… O noktada biraz heyecanlandığımızı ve ilk defa beraber bir şey yarattığımızı hissetmeye başladığımızı hatırlıyorum. Hatta orada da kavga ettiğimizi hatırlıyorum. Belki de ilk kavgamızdı. Yeni başlamıştı ve çok yüksek başlayıp sonra bir yerde bir sebepten sıkıntı çıkmıştı diye hatırlıyorum. Ondan döndükten sonra da sanki orada düşündüğümüz bazı şeyler üzerinden de Herkül’ü yazdık.

N. E. D.: O bambaşka bir projeydi. Kuşadası’na yazdığımız projeyi kendi kendimize bıraktık. Vazgeçtik.

Z. D.: Ya da bir şeye evrildi. Bana sanki bir şeye evrildi gibi geliyor.

N. E. D.: Ama bambaşka bir hikâyeydi.

Z. D.: Ben nedense oradan Herkül’e evrildi diye hatırlıyorum. Bu ikisini nasıl birleştirdiğimizi hatırlamıyorum ama birleştiğini çok iyi hatırlıyorum. Ondan sonra One Night Stand’e (Hollanda televizyonu için bir proje) başvurduk ve orada aslında ilk beraber net yazışımızı yaptık. Çok da iyi bir ortaklıktı. Yine deadline’ımız vardı, hani diğer bütün projelerin dışında. Bitmişti ve çok mutluyduk. Etrafımız da çok mutluydu. Yapımcımız çok mutluydu. Kesin olacak deniyordu. Son anda olmamıştı. Çok kötü bir telefon konuşmasıydı, hatırlıyorum. Hayatın en kötü anlarına giren bir konuşmaydı. Sonrasında Ela ile Hilmi ve Ali’yi yazmaya başladık ya da belki öncesinde biraz yazıyorduk.

N. E. D.: Evet, onu ilk beraber yazmaya başladık.

Z. D.: Ondan sonra da sen bir gün Leyla’dan bahsettin.

N. E. D.: Evet. Yani Zuhal‘in hikâyesine konu olan kişi… İlk başta ben birazcık tek başıma bir uğraştım, sonra sen katıldın diye hatırlıyorum. Çok da uzun sürmemiştir benim tek başıma uğraşmam.

Z. D.: Sonrasında başladık ve aslında bir süre sonra da bu filmlerin Bakanlık desteği alamayacak filmler olduğunu anladık. Çünkü başvurularınız reddedildi.

N. E. D.: Senaryo başvurularımız da reddedildi. Devamında, yapım başvurularımız da devamında.

Z. D.: Bir aşamada bu süreçlerin biraz uzun olacağını hissettik. Bir noktada senaryoları revize ettikten sonra tekrar başvurduk ama aslında bizim hikâyelere bağlanmamızı sağlayan bazı öğelerin zaten başından destek almamızı da hafiften engelleyen şeyler olduğunu görmüştük. O noktada, dışarıdan bir baskı unsuru olmayınca yazarlar birbirlerini, yani ekip genel olarak birbirini biraz didiklemeye başlıyor. O noktada da eğer hatam olduysa kusura bakma. Helalleşme zamanı…

N. E. D.: Helalleşme röportajı gibi bir şey oldu. Hem sinema yapmak üzerine hem kendimiz üzerine hem birbirimiz üzerine bir sürü şey öğrendik diyebilirim. Benim için mesela bazı sahneler var, özellikle Zuhal‘de. Bazı sahnelerin aklımıza geldiği anlar…

Z. D.: Bir tanesinden bahsetmek ister misin?

N. E. D.: Üç dakika sessizlik, Göcek’te ortaya çıkmıştı. Böyle değişik değişik yerlerde… Şey de düşünüyorum… Bu son üç yılda yazıldı iki proje. Mesela Ankara’da olduğumu hatırlıyorum. Ankara’dayım. Annem ameliyat olacaktı. Hastanedeyim. Ama biz telefonda Ela ile Hilmi ve Ali‘den bahsediyoruz. Yurt dışına gidiyorum; havaalanında yine Ziya’yla mesajlaşıyoruz, bunlardan bahsediyoruz. Beraber seyahatlerimizde bir yerlere gidiyoruz, onlardan bahsediyoruz. Bugün güzel hatırladığım bir şey aslında bu. Bir sürü mekana ve zamana yayılan hikâyeler…

Z. D.: Evet, evet. Bir de bazı açılardan işte çok detaylı, çok tekrar ediyor falan denilen şeylerde de onların her birinin ayrı ayrı kendi açtıkları parantezleri hatırlıyorum bir yandan.

N. E. D.: Bununla birlikte bir sürü film izleyip, keşfedip, birbirimize söylememiz…

Z. D.: Zevklerimiz uyuşuyor mu?

N. E. D.: Uyuşuyor. Uyuşmuyor mu?

Z. D.: Bence de uyuşuyor.

N. E. D.: Biraz espri anlayışımız uyuşuyor.

Z. D.: Biraz.

N. E. D.: Biraz. Sen kendinin espri anlayışın daha gelişmiş olduğunu düşünüyorsun. Doğrudur tabii.

Z. D.: Hayır, hayır, hayır. Öyle bir şey demedim.

Ela ile Hilmi ve Ali

“…böyle art arda çekilmeleri, ikisinin de var olabilmesinde önemli bir şeydi. Bir anlamda zorunluluktu.” – Ziya Demirel

N. E. D.: İkimiz de jeneriklerde senaryo yazarı olarak geçiyoruz ama iki filmin de bir sürü aşamasında vardık.

Z. D.: Oynadık.

N. E. D.: Doğru, oynadık. Yani sen oynadın, ben göründüm gibi.

Z. D.: Yok canım, öyle değil.

N. E. D.: Çekimlere gidip geldik bol bol. Boş günlerde de görüşüyorduk diye hatırlıyorum. Boş günlerde bile kavga etmiş olabiliriz.

Z. D.: Ben de hatırlıyorum. Bir gün hatırlıyorum. Vapur vardı. Onu da hatırlıyorum.

N. E. D.: Çekim nasıldı senin için? Zuhal’in çekimi nasıldı mesela?

Z. D.: Bir yandan rahatlıkla gidiyordu ama bir yandan da Ela ile Hilmi ve Ali‘nin de çalışmaları vardı.

N. E. D.: Zuhal’i çektik. Ondan hemen bir hafta veya iki hafta sonra Ela ile Hilmi ve Ali’nin seti vardı. O yüzden aslında Zuhal çekilirken senin kafan bir yandan da oradaydı.

Z. D.: O yüzden aşırı rahat değildim ama yine de orada olmak hep güzel bir duyguydu. Oynamak da güzeldi.

N. E. D.: Senin oynaman benim için de çok rahatlatıcıydı.

Z. D.: Nihal’le oynamak çok iyiydi. Bir yandan tiyatroda amatör olarak oyunculuk yaptığım için öyle bir yerde o, bayağı güzel bir şeydi. Bana zamanlamayı Nihal Yalçın öğretti.

N. E. D.: Neyi kastediyorsun bunu derken?

Z. D.: Timing yani esler, tempo, climax sonra tekrar es. O oyunculuk tarafı iyiydi. Yusuf da Alex’le birlikte müzik yaptı.

N. E. D.: Sen de Yusuf da bana sormadan audition videosu gönderdiniz.

Z. D.: Evet ben kendiminkini hatırlıyorum.

N. E. D.: Sonra Yusuf’un gönderdiği videoyu zaten direkt kullandık filmde. Yusuf’un ufak şarkı söylediği.

Z. D.: Oradaki sözleri de sen yazmıştın.

N. E. D.: Sözleri ben yazdım. Besteyi Yusuf yaptı. Bir gün wetransfer’den bir video geldi. Açıyorum ve Ziya kendini göndermiş.

Z. D.: İnisiyatif aldım. Yani oyunculukta girişim önemli bir şey. Zaten beklemiyordum benim seçileceğimi. Bir aşamadan sonra sen söyledin. Ben birazcık geyik olsun diye yollamıştım.

N. E. D.: Evet biraz da şakaydı ama başka birini de aramadık galiba. Ziya yapar dedik.

Z. D.: Evet evet ve art arda çekildiler. Ve böyle art arda çekilmeleri, ikisinin de var olabilmesinde önemli bir şeydi. Bir anlamda zorunluluktu.

N. E. D.: Evet. Şeyi hatırlıyorum: Son set gününü. Sabaha karşı bitmişti. Hani ikisi de bitti hissi çok güzeldi diye hatırlıyorum.

Z. D.: Kazasız, belasız…

N. E. D.: Ne gibi bir kaza olabilirdi ki?

Z. D.:  Yakan, yıkan filmler ya.

Zuhal

“Kendim gibi bir film çekmemek mümkün değilmiş gibi geliyor bana, eninde sonunda ne kadar öyle değil gibi yapsan da. Kendini açık ediyorsun, ondan kaçarak bile kendini açık ediyorsun.” – Nazlı Elif Durlu

Z. D.: Anna Maria (Aslanoğlu) ile nasıl başladınız?

N. E. D.: Biz 2009’da tanıştık aslında, başka bi projede. Senaryo yazarıydım Unutma Beni İstanbul‘da. Yabancı yönetmenlerin İstanbul hakkında yaptığı bir kısa filmler bütünüydü, onlardan bir tanesini yazdım. Orada yönetmen yardımcısı olarak çalışıyordu, öyle tanıştık aslında. Sonrasında hep karşılaşıyorduk. Uzaktan birbirimizi seviyorduk falan. Sonra yine ben Berlin’deyken Anna Maria geldi. Orada arkadaş olduk. Salı sürecinde de bir şekilde ben de vardım siz filmi yaparken. Arkadaşlığımız daha da gelişti. Sonra galiba sen daha çalışmadan önce, ben Zuhal‘in sinopsisini yazmıştım. Anna Maria okudu. Hatta bir kahve içmeye gittik ve orada “Tamam, biz beraber çalışırız.” diye karar verdik. Salı bitmişti hatta Cannes’a gitmiş, gelmişti galiba.

Z. D.: Olabilir. Gitmişti sanırım çünkü Herkül’den sonraydı diye hatırlıyorum. Aslında bir nevi yaptığımız her şeyde vardı, bir tek Herkül’de ve beraber yaptığımız tiyatro oyununda yoktu. Türkiye’deki sinema işlerimizde Anna Maria da aslında hep üçüncümüzdü. Hep birlikteydik. Bütün senaryo süreçlerine, bütün çıkışlara, inişlere… Hepsine maruz kalan biriydi.

N. E. D.: Hakkı ödenmez.

Z. D.: Ondan sonra da ekibe kimler geldi? Kurgudan Selda (Taşkın), kamera ekibinden Zeynep (Seçil) gibi iki filmde de çalışan ortak kişiler oldu. İki filmin de castingini Kutay (Sandıkçı) yaptı, iki filmde de oynadı. Üçümüzün böyle yedi haftada çektiği, pandemiyle beraber uzayan yıllarda çıkardığı iki film oldu bir yandan. 

N. E. D.: Aslında ikimiz de iki filmin bir sürü versiyonunu izledik.

Z. D.: Bir açıdan bütün bu süreçler dolayısıyla, sanki birkaç film deneyimi yaşadık gibi hissediyorum.

N. E. D.:  Antalya. Zuhal’in İlk gösterimi. Senin için nasıldı?

Z. D.: Duygusaldı bayağı. Antalya’ya dönmek de güzeldi, benim için biraz ferahlama gibiydi. Hem deniz hem de bir yandan filmler gösteriliyor. Bütün o dertlerden sonra da biraz mutlu olacağımız bir andı. Genel olarak çok güzel geçti. Eğlenceli ve komikti. Tabii ben yazar olarak biraz daha rahat bir bölgedeydim. Sen kendi sürecinden bahset istersen.

N. E. D.: Benim için biraz daha gergindi galiba. Ama büyük ekiple orada olmak çok güzeldi diye hatırlıyorum. İlk gösterim, festivalin ilk günündeydi. O da çok güzeldi. Acaba nasıl karşılandı gibi endişeler, meraklar falan oluyor tabii ister istemez. Özellikle ilk film olduğu için… Sonra Tallinn’e yine beraber gittik. Zuhal’in ilk yurt dışı gösterimiydi. O da güzeldi.

Z. D.: Yurt dışındaki tepkiler nasıl, onu görmek de güzeldi. Şakalara güldüler. Antalya’yla İstanbul farkı da vardı. Çok uygun bir film değildi açık hava için.

N. E. D.: Evet sesle ilgili bir film olduğu için. Ve İstanbul’da Ela ile Hilmi ve Ali

Z. D.: İlk ve tek gösterimi.

N. E. D.: Aynı yarışmada beraberdik. Bence çok güzeldi.

Z. D.: Evet. Bence de güzeldi, tatlı bir durumdu.

N. E. D.: Ben izlerken mutlu oldum. Sevdim filmi. Bir süredir izlememiştim çünkü aslında. Yani kurgusunu izlemiştim ama işte renginin ve sesinin tamamıyla bitmiş hâlini izlememiştim. Hiç büyük ekranda görmemiştim.

Z. D.: İkisini yakın zamanda ve büyük perdede izlemek… Filmlerin ne kadar birbirine benzediği ve bir o kadar da birbirine benzemediği konusu… Böyle çok yorum oldu. Bazı detay seviyelerinin benzemesi ama bir yandan bazı mesafeyle ilgili durumların benzememesi, yine tonla ilgili farklılıklar olması…

N. E. D.: Ki bunu da öyle çok bilinçli yapmadık.

Z. D.: Zaten biz filmleri pandemiden önce çektik. İnsanlar eğer pandemi sebebiyle tek mekân filmleri yaptığımızı zannediyorlarsa bu doğru değil. Gerçekten hep böyle filmler yapmak istiyorduk. Bazı açılardan bütçe kısıtı olduğunu anladığım noktada, yönetmenliğime biraz daha yardımcı olacak ve prodüksiyon kalitesini zorlamayacak bazı kısıtlar koydum. Tek mekân filmi yapmak ise genel olarak buradan gelen bir şey değildi, hep tek mekân isteğim vardı. Bunların tam olarak pandemiyle ve bütçeyle ilgisi yoktu aslında.

N. E. D.: Peki kendi filminde kendini görüyor musun? Çünkü biz bunu hep konuşuyorduk: İnsanları filmlerinden tanıyabilirsin veya filmlerinden insanları tanıyabilirsin. Mesela benim filmimde beni görüyor musun? Birbirimizi daha iyi tanıdığımız için.

Z. D.: Tabii ki de evet yani. Cevaplaması zor bir soru aslında. Ne bileyim, açığa vurulmuş gibi oluyor. Özellikle festivallerde bir insanla tanıştığında o insan ilgini çektiyse filmi nasıl diye düşünüyorsun ama filmi gördüğünde çok büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorsun. Bir kendi gibi film çeken insanlar var bir de kendi gibi olmayan film çeken insanlar…

N. E. D.: Ben buna inanmıyorum ya. Kendim gibi bir film çekmemek mümkün değilmiş gibi geliyor bana, eninde sonunda ne kadar öyle değil gibi yapsan da. Kendini açık ediyorsun, ondan kaçarak bile kendini açık ediyorsun.

Z. D.: Herhalde. Evet ama bir yandan da kendin gibi bir şey yazmak da çok zor.

N. E. D.: İşte bu yüzden belki de bu kadar çok versiyon yazdık diye de düşünüyorum. Orada bir arayış da vardı. Bunun bilincinde olduğun için bir korkma da var.

Z. D.: Biraz kendi üzerine yaptığın işkence de oluyor bu bir yandan. Kendimi rahat hissettiğim ortamlarda güzel hikâye anlatabildiğimi düşünüyorum. O özgüvenle film yapmak üzerine bir isteğim var. Ulaşabilirsem çok güzel olur. Tabii ki 50 kişilik set yönetirken bunu yapmak kolay değil ama yani hep buraya ulaşmayı istiyorum.

N. E. D.: Evet ama o dile hâkim olmakla da alakalı bir şey. Sinema diline hâkim oldukça belki…

Z. D.: Buna tam ulaştığını hissettiğim bazı sahnelerim var yani. Hilmi’nin balık simülasyonu oynadığı sahne, benim çok sevdiğim sahnelerden bir tanesi filmde. O mesela “Daha fazla bir şeyler yapabilirdim” dediğim bir sahne değil. Var böyle birkaç tane sahne, bir tanesi o. Ama Zuhal’de de kendime dair şeyler hissettiğim oldu. Orada yine bir benzeşme var.

N. E. D.: Raymond Carver’a ikimizin de takmışlığı var bir süre. O nasıl başlamıştı?

Z. D.: Ben senden öğrendim diye hatırlıyorum.

N. E. D.: Evet ama ben nereden çıkarmıştım diye hatırlamaya çalışıyorum. Bir ara Amerika’ya gittim. O zaman bir sürü kitap alıp geldim. Kirli Gerçekçilik diye bir akımdan Carver, o akımdan başka yazarların olduğu kitaplar da vardı. Ama ikimiz de bayağı okuduk değil mi Raymond Carver?

Z. D.: Evet, evet. Tek cümlesi bile çok karmaşıktı ama çok da sadeydi.

N. E. D.: Aslında biçimsel olarak çok sade ama anlattığı duygular çok karmaşık. Karmaşık doğru kelime değil de, ne denir?

Z. D.: Derinde bir şey gibi geliyordu. İkimiz için de ortaktı.

Ela ile Hilmi ve Ali

Z. D.: Ela ile Hilmi ve Ali sürecinde geliştirme laboratuvarına çok gitmedim. Çok gitmek istemiyordum. Bunun sonrasında avantaj ve dezavantajlarını gördüm. Yani o sebeple bir dahaki projelerimde daha çok katılabileceğimi düşünüyorum. Ama bir yandan da gördüğüm şey: Katıldıkça filmlerin birbirlerine -özellikle turning point olarak- benzemesi hâlini hissediyordum. Öyle bir şeyim vardı, “Hiçbir filme benzemesin.”. Hani referans aldığım bir filmim yoktu; buna benzeyecek, şuna benzeyecek diye… En azından sinemadan hiç yoktu. Ama kurguya doğru artık final sürecine geldiğimde aslında birkaç film bayağı etkilemiş beni diye düşündüm.

Ten Minutes Older diye bir film vardı, çocukların ilk defa film izlemesini gösteriyordu. Gözlerindeki parıltı çok sade, çok basit ama çok etkileyiciydi. Benim için Ela ve Ali’nin porno izlediği sahne için çok özel bir referanstı. Öncesinde izlememiştim ama filmin kurgu sürecinde Tous les matins du monde’u izledim. Aslında benzer bir hissi olduğunu gördüm. Luis Bunuel filmlerine benzerliği daha sonra farkettim… Kendi adıma fark etmediğim bir etkilenme durumu söz konusu olduğunu kavradım. Onun dışında da tiyatrodan Jean Genet. Jean Genet’nin Hizmetçiler’i. Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’nun tirat atölyesi vardı. Hizmetçiler’in ilk sahnesini seyrettiğimde şey çok hoşuma gitmişti: Bir tane hizmetçi sahibelerini, diğeri de ötekini canlandırıyordu. Oradaki rol yapma ve yerine geçmenin böyle bir ilginç bir değişmeyle olması çok etkilemişti beni, hani kesin kullanabilirim demiştim. Aslında etkilenmeden de öte, direkt Jean Genet’den almıştım; onu hatırlıyorum. Georges Perec’in içerik biçim ilişkisi, sanki hep cebimde olan ve yazdığım çoğu şeyde de kullandığım bir bakış.

N. E. D.: Bayağı düşünmüşsün bunu. Film bittikten sonra mı düşündün?

Z. D.: Evet.

N. E. D.:. Ben de senaryo bittikten sonra Toni Erdmann’ı izledim aslında. Zuhal‘in de öyle birebir referansı yoktu. Öyle değil mi? Ben öyle hatırlıyorum. Bitmemiş miydi yani?

Z. D.: Bitmemişti ama ileri bir aşamadaydı.

N. E. D.: İzledikten sonra “Zuhal’e benzeyen şeyler var.” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Belki final versiyon yazılmamıştır ama temelini attıktan sonra demek istiyorum. Yani somut bir etkisi olmadı.

Z. D.: Almanya’da Toni Erdmann ile Türkiye’de Zuhal, dinamikleri açısından farklı ama benzer bir duyguları var.

N. E. D.: Ya bu soru geliyor hep, ben böyle kitleniyorum.

Z. D.: Bir Fransız filmi vardı seviyordun. Neydi filmin ismi?

N. E. D.: Ha şey, Jeune Femme. Ama sonuçta etkilediğini düşünmüyorum. Bir referans olarak göremiyorum. United States of Love vardı, belki o olabilir yazım aşamasında. Sonra biçimsel olarak ona da benzemedi.

Z. D.: Şeyi düşünmüştük: Dardennelerin Marion Cotillard’lı filmi. (Deux jours, une nuit) Hani bir sürü durağa gidiyor, bir sürü insanla tanışıyordu. Bu fikir üzerine düşünürken, mesela durmadan duraklara gidilen ve birilerinin ikna edilmeye çalışıldığı bir film de olabilir dedik. Ondan sonra da belki biraz daha gerilim ögelerinin olduğu, karakterin iç dünyasına gidip filmin de subjektifleştiği bir şey olabilir diye düşündük.

Zuhal

N. E. D.: Ben yeni bir senaryo yazıyorum. Yazmaya başladım. Aslında bir sene önce başladım. Ama son üç aydır falan büyük bir değişiklik yapmaya karar verdim. “Yapmayacağım, yapmayacağım” dedim ama şimdi heyecanla onun üzerine çalışıyorum.

Z. D.: İsmi ne?

N. E. D.: Ya ismi şu an belirsiz. Onu da değiştireceğim. O yüzden onu söylemek istemiyorum. Sen?

Z. D.: Uzun yıllardır tasarladığım Deli Defteri ismindeki dizi projesini nihayet Can Utku ve Melis Balaban’la beraber geliştiriyorum. Bir kasabada henüz işlenmemiş bir cinayetin polisiyesi. İki de film var, senaryoların bittiği, birbirleriyle ilişkili filmler:  İki Gözlüler ve Kara Şimşek 3

N. E. D.: Peki film çekmeye devam edecek miyiz? Bu soru beni sinirlendiriyor. Yani “Tabii ki!” gibi geliyor cevabı. Neden yani, bu mümkün mü? Benim için en azından, çok uzun sürmüş bir ilk film projesi var, bunun öncesi de var aslında. Hani hiç başka bir şey yapmayı düşünmüyorum. Hiç kendi kendime sorgulamadığım bir şey, “Acaba devam etmeyecek miyim?” sorusu. Ama bir şekilde bu soru geliyor. Bu soru neden geliyor acaba diye düşünüyorum.

Z. D.: Nuri Bilge’ye de soruyorlarmış. Ben de istiyorum bir yandan, bir yandan da bunun çok yıpratıcı bir süreci de oluyor. Zaman zaman onunla ilgili şüpheye düşüyorum.

N. E. D.: B planın var mı?

Z. D.: B planım, keşke mühendisliğe biraz daha tutunsaydım diye düşünüyorum ama bunun ikisini beraber götüremezdim. Eğitim öğretim gibi bir şeyde kalabilirdim, onu yaparken de senaryo yazmaya devam edebilirdim gibi geliyor. Üniversitede ders veriyordum ama tezim olmadığı için yeni yönetmeliğe göre veremez oldum. Şimdi Prag Film School’un güz döneminde senaryo derslerini vereceğim. Film yapmamanın da bir huzuru var.

N. E. D.: Onu yaparken huzuru bulmak mı, yoksa onu yapmayarak huzuru bulmak mı? Tabii ki de katılıyorum yıpratıcı tarafına ama…

Z. D.: Tabii ki tercihim yaparak. Bir tane uzun metraj yönettim, bir tane de uzun metraj yazdım ve bu çok güzeldi. Bunu yapmış olma deneyimini hiç yaşamamış olsam daha kötü olurdu.

N. E. D.: Ben şunu düşündüm, biliyor musun? Pazar günü Ela ile Hilmi ve Ali gösterildi. Salı günü Zuhal gösterildi. Sabah gösterimiydi. Ondan sonra öğlen işte bir kutlama oldu. Sonra eve yürüyerek döndüm. Çok tatlı şeyler söylendi. Beraber olmak çok güzeldi. Yolda giderken “Aslında yapmak çok zevkliydi.” diye düşündüm. En zevklisi yapmaktı diye düşünüyorum.

Z. D.: Ben de düşündüm. Teşekkürler.

Deşifre: Eftelya Koyuncu

  1. Zezeah ve ölümün bitmeyen olasılıkları

    Big Baboli Printhouse’un kurucularından Zezeah ile bir ölüm sonrası ölüm tasviri sunan ilk solo sergisi All Will Fall / Hepsi Düşecek’i ve ardındakileri konuştuk.

  2. Süreğen kriz ortamında yayıncılık: Tespitler, hayaller, gerçekler, küçük ölçekler ve dirayet

    Bağımsız yayıncıları “kırıp döken” koşulların bugününe nasıl gelindiğine dair yerinde tespit ve tahliller toplamak, yayıncılığın farklı kollarına emek verenleri dinlemek için yola çıktık.

  3. Editors şimdi de yedi dakikalık kapkaranlık şarkılar yapmak istiyor

    Benjamin John Power takviyesiyle sahalara dönen Editors’ın geçirdiği son dönüşümü, gitarist Justin Lockey ile masaya yatırdık.

  4. A Yüzü B Yüzü: Euphoria & Heartstopper

    Birçok açıdan ortaklaşsalar da seyircilerine bambaşka dünyalardan seslenen, hatta birbirlerinin “antitezi” olarak nitelendirilen iki fenomen dizi.

  5. Sevgili mektuplar, mektuplaşmalar, mektuplarcalar

    Shirley Jackson'dan Allen Ginsberg’e, James Baldwin'den Italo Calvino'ya, mektuplaşma kitaplarının fısıldayan dünyasına dalıyoruz.

  6. Voltran üç kişiyle de oluşur: Lalalar

    Bi’ Cinnete Bakar, sonsuz güven, ortak hisler ve (belki) doom pop. Lalalar’la duygu seline hoş geldiniz.

  7. Bağımsız müzik sahnesinde yeni patikalar, yeni pratikler

    Sirän, Bağımsız Müzik Yapımcıları Derneği, Noirgazer, Sesseda ve Kültür Emeği’ne kulak verin.

  8. Lucasfilm’in imkânsızı mümkün kılan sihirbazları

    Star Wars filmlerinin senaristlerinden Lawrence Kasdan ile Dennis Muren, Phil Tippett ve Janet Lewin’e bağlandık. Serinin çığır açan görsel efektlerini ve Light & Magic belgeselini dinledik.

  9. Müstehcenlik üzerine bir deneme: Kaçık Porno

    Radu Jude ile “zamanın ruhunu provoke eden”, 71. Berlin Film Festivali'nden büyük ödülle dönen, oyunbaz ve hınzır son filmi Babardeala cu bucluc sau porno balamuc üzerine.

  10. Görmüş Geçirmiş Kaptan 88’in yapı taşları

    Boyutlar arası bir kesişim kümesi olan bilinci, zamansızlığı ve melankolisiyle Kaptan 88 ve açtığı kapılar.

  11. Arayüzdeki diri çizgiler: Ryoichi Kurokawa’nın ağırbaşlı medya sanatı

    Ryoichi Kurokawa, imgelerin farklı dinamiklerini konuşmayı mümkün kılan ağırbaşlı medya sanatının ardındakileri anlatıyor.

  12. Egemen kadrajın dışındakiler: Aşağıdakiler de yukarıyı gözetliyor

    Altyazı Fasikül ekibinden Senem Aytaç, Fırat Yücel ve Yetkin Nural’la Aşağıdan Yukarıya’nın yolculuğu, kapsamına aldığı meseleler ve ortaya çıkan üretimlerin zihnimizde canlandırdıkları üzerine bir sohbete koyulduk.

  13. Cem Kaya ile Aşk, Mark ve Ölüm üzerine

    “Gurbetteki insan hasret duyduğu şeyin bir versiyonunu yaratıyor ama bir değişim de var. Benim ilgimi çeken şey de tam olarak bu.” 72. Berlinale’den seyirci ödülüyle ayrılan belgeselini Cem Kaya anlatıyor.

  14. Tahribat zamanları ve normalleştirilenler: Ali Kemal Çınar’dan Geceden Önce

    Söz, Beriya Şevê / Geceden Önce’nin yönetmeni Ali Kemal Çınar’da: “Birtakım dertleri mizahla yumuşatacak hâlim kalmamıştı."

  15. Kolektivizme inanın: Kulağımız sinema topluluklarında

    Standart - ticari dağıtım ağına alternatif bir sinema kültürü geliştirmeyi hedeflemiş, farklı şehirlerde konumlanan toplulukların deneyimleri, görüşleri, çözüm önerileri…

  16. Belirsizliğin gerilimi, mutluluğun çelişkisi: Anadol ve Felicita

    Son Anadol güzelliği Felicita’nın his haritasını çıkardık. Şarkıların perde arkasını da bizzat Gözen Atila anlatıyor.

  17. Aklımdakiler: Mode XL

    Yeni bir Mode XL çağının başladığına işaret eden teklilerin ardından VEYasin ve Besta’ya yeni nesil hip hop sahnesinden sorular var.

  18. Ergenlik yılları: Belle and Sebastian'dan Dave McGowan'a sorduk

    Belle and Sebastian’ın nostalji dalgasına kendimizi kaptırdık. Zaman makinemizi 80’lere gönderiyoruz, 3-2-1…

  19. Bu dünyaya sıfır verenler: Klondike

    Berlin, Sundance ve İstanbul Film Festivalleri’nden ödüllü Klondike’ın Ukraynalı yönetmeni Maryna Er Gorbach ile bir soru - cevap seansı.

  20. Bağımsızda bir umut aramaya devam: Armağan Lale ve Ceylan Özgün Özçelik sohbeti

    Yeni belgeselleri 15+, güncel çalışmaları, Türkiye’deki dijital platformların sürdürülebilir olmayan proje seçim pratikleri ve çok daha fazlasına uzanan bir sohbet!

  21. Bir nevi helalleşme: Nazlı Elif Durlu ve Ziya Demirel sohbeti

    Ela ile Hilmi ve Ali’nin yönetmeni Ziya Demirel’le Zuhal’in yönetmeni Nazlı Elif Durlu, “Kişiyi çektiği filmden tanımak mümkün mü?” sorusuna ve çok daha fazlasına cevap arıyor.

  22. Melis Danişmend’in dört mevsimi: Büyüyemeyenler

    Yıkımların neşeyle buluştuğu kavuşmalara yol alan bu ilk kitap üzerine içten bir sohbet etme ihtiyacı hasıl oldu.

  23. Kendin olamamanın adaletsizliği: Çilingir Sofrası

    “Çilingir Sofrası”nın yönetmeni Ali Kemal Güven ile toksik maskülenliğin bıraktığı izler, başka kuşakların kuiri olmak, rakının dürüstlüğe iten doğası ve daha fazlasını kapsayan bir muhabbet.

  24. Jeyan Kader Gülşen ve Zekiye Kaçak ile Bu Ben Değilim'in yapım süreci

    Cinsel yönelimini gizlemek durumunda kalmış, muhafazakâr aile çevrelerinde heteroseksüel erkek sanılan, hatta aile babası olan gizli gaylerin hikâyesi…

  25. AySay ve su gibi akan sesler

    Nordik, Kürt ve Türk kültürlerine dokunan AySay şarkılarının ardında neler yatıyor?

  26. Hassas bir zamandan Spoon şarkıları

    Yılın ilk yarısının dikkat çeken albümlerinden Lucifer on the Sofa’yı konuşmak üzere, Spoon gitaristi Alex Fischel’a bağlandık.

  27. Zerre olma hissiyatı: Yaratıcıları Koudelka belgeselini anlatıyor

    Magnum Photos üyesi fotoğrafçı Josef Koudelka’ya odaklanan Koudelka - Aynı Nehirden Geçmek belgeselini, yönetmeni Coşkun Aşar ile senarist ve kurgucusu Ayhan Hacıfazlıoğlu’ndan dinledik.

  28. Künye

    ...