Berlin’de yaşayan Ryoichi Kurokawa, yakın dönemde popülerleşen dijital arayüz temelli görsel-işitsel medya sanatının öncü figürlerinden. 1999’dan beri çeşitli uluslararası sanat festivallerinde, müzelerde ve karma sergilerde yer bulan Kurokawa’nın işleri, sinestezi fikrinden ilham alıyor ve seyircisine sesleri görme, imajları duyma deneyimi yaşatıyor. Enstalasyon, konser performansı, sinema salonu gösterimleri, 3D heykeller, müzik albümü gibi pek çok farklı ortamda çalışan sanatçı, Avrupa’nın farklı noktalarında bulunan bilimsel araştırma gruplarıyla yaptığı işbirlikleri de dikkat çekici. Kurokawa için maddesel dünyadaki düzen ve kaos arası salınımları görselleştirmenin zorluğu, farklı hücresel boyutlar şekillenen yaşamın geçiciliği ve bilimsel bilgi ile kavramanın sınırları kendi işlerini biçimlendiren önemli temalardan birkaçı. 2011’deki Venedik Bienali’nde sergilenen Octfalls, tabiatın ortasında gürül gürül çağlayan suların içerdiği yaşam kuvvetini cam netliğinde kapalı ekranlara hapsederek temsil etmenin imkânsızlığını gösteriyor, bir yandan da İzlandalı tasarımcı Olafur Eliasson’un 2008’de New York Şehri’nin dört farklı noktasına yerleştirdiği şelalelere selam gönderiyordu. Kurokawa, 2022 yılı bahar aylarında İstanbul, Kalyon Kültür’de düzenlenen Flora isimli karma sergiye de benzer temaları işleyen Ittrans projesinden parçalarla katılmıştı. Osaka doğumlu Kurokawa, kendine örnek aldığı Japon-Amerikalı sanatçı Isamu Noguchi’nin deyişiyle “tabiatın affedeceği hatalar”ı işlerinde göstermeye ve duyurmaya çalışan, yeni medya sanatının özgün ve mütevazı figürlerinden. Kerem Ozan Bayraktar’ın “formalist pornografi” diye nitelendirdiği yeni medya sanatı işleriyle kıyaslayınca, Kurokawa’nın işleri “imgelerin felsefi, toplumsal ya da bilimsel dinamiklerini konuşmayı” mümkün kılıyor diyebiliriz.
Kurokawa ile sinestetik sanatı, ilham kaynakları, sanatı ile bilimsel veri dünyası arasında kurduğu ilişki ve içinde doğup büyüdüğü kültürel ortam hakkında söyleştik.
“Ben bir sinestetik birey değilim. Bu fenomen, işlerime seyirci olarak katılan insanlara belirli bir deneyim yaşatabilmeyi mümkün kılan bir tür işlev görevi görüyor benim için.”
Daha önce yayımlanan pek çok söyleşinizde sohbetin konusu, birden fazla duyu organını uyarıldığı anlara, “sinestezi”ye geliyor. İşlerinizin seyircide bir tür sinestetik deneyim yaratmasının önemli olduğunu belirtiyorsunuz. Sinestezi yaratan sanat işleri üretmeye dair ilginiz nasıl başladı?
Görsel-işitsel işler üretmeye ilk başladığım dönemde, sinestezi hakkında pek bir şey bilmiyordum. Başka insanlar işlerimi “sinestezi” sözcüğüyle beraber tarif etmeye başlamasıyla bu alana daha çok ilgi göstermeye başladım. Örneğin 1980’lerde bu mesele hakkında popüler bilim kitapları yazan ve anaakımlaştıran nörolog Richard E Cytowic ile tanıştım. Yaklaşık 20 yıl önce oluyor bu dediğim. Daha sonra bu fikri işlerimin kavramsal çerçevesine uyarladım ve sinestezi fenomeni, yaratım süreçlerimin ana eksenine dönüştü.
Peki bahsettiğiniz dönüşüme daha önce gördüğünüz yüksek öğrenimin etkisi oldu mu?
Ne sanat, ne müzik, ne bilgisayar bilimleri ne de fen bilimleri odaklı bir eğitim arka planına sahibim. Sadece o alanlara ilgi duyuyorum, ne biliyor ve yaratıyorsam kendi kendime öğrettiğim şeyler sayesinde. Öyle ya da böyle öğrenme süreci çok önemli, nerede eğitim aldığınız da. Ama benim sanat kariyerimin inşası sırasında resmî olarak gittiğim eğitim kurumlarının pek bir etkisi olmadı.
Sinestetik özellikler taşıyan işleri ya da kendi kişisel algı biçimleriyle ün yapmış modern sanatçılarla tanışıklığınız nasıl?
Wassily Kandinsky ya da Vladimir Nabokov, sinestetik karakteriyle bilinen meşhur figürler olarak sayılabilir. Onların işlerini ben de inceledim elbette. Geleneksel anlamda bir sanatçı olmasa da Richard Feynman’ı da bir ilham kaynağı sayabilirim. Feynman’ın otobiyografisinde tarif ettiği kendisi için spesifik renklere sahip matematiksel denklemler örneğin. Ancak ben bir sinestetik birey değilim. Bu fenomen, işlerime seyirci olarak katılan insanlara belirli bir deneyim yaşatabilmeyi mümkün kılan bir tür işlev görevi görüyor benim için.
Bu saydığım isimlerin yanına Charles Eames’ü ekleyebilirim. Endüstriyel, mimari ve grafik tasarımın kesişiminde üretim yapan insanlar bana her zaman ilham vermiştir. Sanırım görsel dışavurum odaklı sanata yönelmemi sağlayan başlıca unsur bahsettiğim kesişim noktalarında çalışan insanlar oldu.
“Eski usul teknikler ya da klasik bilimsel araştırmalar da benim için birer ilham kaynağı ya da üretim aracına dönüşebiliyor.”
Felsefe, bilişsel bilim, nörobilim ve nöroloji alanında çalışan araştırmacılar, kendi yaklaşımlarına göre sinesteziyi farklı şekillerde tanımlıyorlar. Kimi için sadece küçük bir insan grubunun sahip olduğu bir özellik iken (süperkahramanlara özgü bir güç gibi), başkalarına göre doğru koşullar sağlandığı zaman her insanın deneyimleyebileceği bir fenomen (örneğin Maurice Merleau-Ponty’nin fikirleri). Sizin konuya yaklaşımınız nedir? İşlerinizden hangilerini özellikle bu tartışmalara hitap eder görüyorsunuz?
Ben sinesteziyi istemdışı gerçekleşen, duyusal algıların birbirine karıştığı, birleştiği ya da alışıldık olmadık şekilde ayrıştığı nörolojik bir olay görüyorum. Örneğin kendim bunu deneyimlemiyor muyum emin değilim, daha önce de söylediğim gibi. Nörolojik çalışmaların katkısı yadsınamaz. Kariyerimin erken döneminden beri seyircilerime bu fenomeni yaşatmaya çalışıyorum ama 2011 tarihli “syn_” konser performansım özellikle ön plana çıkıyor.
Geçtiğimiz 10 sene içinde gerçekleştirdiğiniz farklı projelerde astrofizikçilerle, nanobilim insanlarıyla ve bitki biyologlarıyla iş birlikleri yaptınız. Bu deneyimler hakkında neler söylemek istersiniz?
Söz konusu projelerde tüm bilimsel süreçler, bilim insanları tarafından yürütüldü. Onları laboratuvarlarında ziyaret ettikten sonra sundukları bilgi ve teknoloji kaynaklarını kendi sanat üretimimde nasıl cisimleştirebilirim sorusuna kafa yordum. Bulduğum taslak cevapların ardından söz konusu işlerin kavramsal çerçeve ve hikâyesini geliştirdim ve iş birliği yaptığım bilim insanlarından daha spesifik ek bilimsel veriler istedim. Bu tür işlerde konvansiyonel bilimsel veri görselleştirmesi çıktıları almamaya özen gösteriyorum ama tabii söz konusu bilimsel alanın olgularını da çarpıtmadan. Böylece hangi verilerle birlikte çalışıyorsam onları sanatsal bir rendering’e dinamik biçimlerde tercüme ettiğim işler ortaya çıktı.
Güncel araştırmalarının evreni atom ölçeğinden galaksilere çok farklı boyutlarda büyük veri setleri halinde açıkladığı zamanlardan geçiyoruz. Sanatçılar ve bilim insanları arası olası iş birlikleri size göre nasıl daha üretken ve yaratıcı biçimler alabilir?
Sanatçıların bilimsel verilere erişimi günbegün kolaylaşıyor, tabii bahsettiğimiz kurumların dışarıya açık ve ücretsiz veri paylaşımı olduğu sürece. Bu erişim kolaylığı artarsa hem iş birliklerinin çeşitleneceğini hem de daha deneysel projelerin (katı çalışma düzenekleri olmadan) üretilebileceğini düşünüyorum. Bilimsel disiplinler arasında benim başlıca ilgi alanım fiziğe yönelmiş durumda diyebilirim. Ama başka alanlardan insanlarla da iş birliği yapmak, örneğin yeni beyin ve biyoloji araştırmaları üzerine çalışmak isterim.
Ancak bugünlerde bilimsel çalışmalara yaklaşan herhangi bir sanat projesi geliştirmiyorum. Sadece yeni teknolojilere ya da bilimsel buluşlarla ilgilenmemeyi tercih ediyorum. Eski usul teknikler ya da klasik bilimsel araştırmalar da benim için birer ilham kaynağı ya da üretim aracına dönüşebiliyor. Sonuçta bilim benim işlerimin tam ortasında bir yerde durmuyor. Son dönem keşiflerini takip ediyorum ama sırf takip ediyorum diye onlarla yeni projelerim arasında zoraki bağlantılar kuracağım gibisinden hedefler belirlemiyorum kendim için.
İşlerinizi inceleyen daha önce yayımlanmış bir yazıda sanatsal üretiminizin bir tür “wabi-sabi estetiği” üzerine örülü olduğu belirtiliyor. 3D modelleme ve animasyon araştırmacısı Alex Jukes yine benzer bir yerden “işlerinizde Japon felsefesine özgü ‘ma’ (şeyler arasındaki uzam) fikrinin işlerinizde önemli bir rol oynadığı”nı belirtiyor. Bir röportajınızda ürettiğiniz sesli parçalarda “bir Japon nefesli müzik enstrümanı olan Shō’nun özgün ses renginden” faydalandığınızı söylüyorsunuz. “Wabi-sabi”, “ma”, “Shō” ve Japonya’da büyümenizde etkisi olan diğer kültürel akımlar sizin için ne kadar önemli?
Japon kültürüne özgü bazı kavramlardan alışılmadık şekillerde faydalandığım doğru, tıpkı kimliğinin parçası olan milli ve kültürel unsurlardan etkilenen herkes gibi. Ama bu kavramları kendi yaratım süreçlerime bilinçli olarak dâhil etmeye çalışıyorum diyemem. Elbette her biri benim dünya görüşümü etkileyen önemli kavramsal araçlar ama bunları dillendiren ben değilim, benim işlerim hakkında yazan kişiler. Tabii başkaları sizin işlerinizi belirli şekillerde tanımlayınca, sizin bilinçaltınızı da etkileyebiliyorlar. Ama Japonya’da doğup büyüyen benim gibi insanların yabancılarla konuşurken özellikle bu terimleri kullanmaları bana biraz gülünç geliyor. Shō’ya gelince, evet, 2000’li yıllarından başından beri ürettiğim pek çok projede bu enstrümanı kullandım. Bazı akorları Batı müziği için aykırı tınlıyor ama gür ve titrek sesi beni cezbediyor. Aslında her tür müzik enstrümanını seviyorum, spesifik kültürel fikirlerden yola çıkmayarak. Sesin kendine has doğası, ses dalgaları ve ortaya çıkan farklı sentezler bana gerçekten çok ilginç geliyor.