Bir balerinin her bir adımı, dönüşü ve sıçrayışla hem özgürlüğünün hem de mahkumiyetinin nişanesi hâline gelen kan kırmızı ayakkabıları… Filmleri sadece izlemek değil, onlar üzerine ne bulunursa okumak üzerine de yoğun bir hevesin filizlendiği ilk gençlik yıllarımda, birden fazla nesil için adeta okul mahiyeti gören dergilerden Sinema’nın sayfalarında tanışmıştım The Red Shoes (1948) ile. Ekran başından küçük dilimi yutmuş hâlde kalktığımı, o yıllarda böyle bir filmin nasıl çekildiğinin ve daha önemlisi neden daha popüler olmadığının şaşkınlığını yaşadığımı anımsıyorum. Künyeye göz attığımda rejisör olarak iki isim çıktı karşıma: Michael Powell ve Emeric Pressburger. Onlar da kim? Black Narcissus (1947), The Tales of Hoffmann (1951), A Matter of Life and Death (1946) derken ikisinin muazzam külliyatlarını keşfetmek -oldukça bayık bir tabirle- “ustaların ustalarıyla” tanışmak gibiydi.
The Red Shoes tarafından aklı başından alınmış isimler listesi yapsaydık, Martin Scorsese’yi bu listenin en üst sırasına yazardık muhtemelen. “O kadar yoğun bir deneyimdi ki bu filmi izlemek, sinemaya duyduğum takıntının kaynaklarından biri bile olabilir.” diyor, derin ve bulaşıcı bir tutkuyla anlatıcılığını yaptığı, yakın zamanda MUBI kütüphanesine eklenen Made in England: The Films of Powell and Pressburger belgeselinde. Kendi tabirleriyle, “büyülü bir şeyler yakalamak için pusuya yatan; gündelik deneyimlerin ötesine geçip, hayatı derinliği ve gizemleriyle yansıtmanın yollarını arayan” bu ikili hakkında retrospektif bir bakışı var filmin. Yönetmenliğini, onları yakından tanıyan David Hinton üstlenirken; yapımcı kadrosunda ise “yaşayan en iyi kurgucu” tabirini kullanma konusunda asla çekincemin olmadığı Thelma Schoonmaker el sallıyor. Evet, neredeyse tüm Scorsese filmlerinin kurgucusu ve ondan “Marty” diyerek bahsedecek kadar kendisine yakın.
Biri hikâye ve iskelet kurma konusunda dahi; diğeri dinamo gibi, iş bitirici Michael Powell ve Emeric Pressburger’a yakından bakan Made in England’ı (ve düşündürdüklerini) dinlemek üzere kulaklarımızı Hinton ve Schoonmaker’a kabarttık. Gezegenin farklı noktalarından birkaç gazeteci, şüphesiz ki şanslı günündelerdi.
Michael Powell ile Emeric Pressburger’ın film yapım şirketi The Archers’ın, birkaç okun hedefi vurduğunu gördüğümüz logosu, ikilinin sinemasal açıdan belirlediği yüksek standartları ve herhangi bir stüdyo veya yapımcıya bağlılıkları olmadığını temsil ediyor. On yıllardır her filmleri öncesinde sinemacılar ve sinemaseverlerin kalp atışlarını hızlandıran, biraz sonra izleyeceklerine dair merak uyandıran bir jenerik. Bu külliyatın Martin Scorsese gibi nice sinemacıya yaşattığı heyecanı nasıl yorumlarsınız?
Thelma Schoonmaker: Endüstride yaşanan sorunlar nedeniyle ABD yapımı filmlerin televizyonda gösterilmelerine pek geçit verilmediği yıllarda, böyle kısıtlamalara tabi tutulmayan İngiliz filmlerine ise hanelerden kolaylıkla ulaşılabiliyordu. Bu dönemde Million Dollar Movie (1955-1988) isimli bir televizyon programı öne çıkmıştı ki haftanın filmini tam dokuz kez göstermesiyle ilginç bir üne sahipti. O yıllarda henüz küçük yaşlarda olan Martin Scorsese, eğer yayımlanan Michael Powell ve Emeric Pressburger’ın bir filmi ise dokuz gösterimin her birini yakalamaya çalışır; -dediğin gibi- ekranda The Archers şirketinin sembolü belirdiğinde her zamankinden farklı, özgün bir sinema deneyimi yaşayacağının bilincinde olurdu.
Bu ikilinin filmlerine derin bir tutkuyla bağlı olan tek kişi de Scorsese değildi üstelik. Francis Ford Coppola, George Lucas ve Brian De Palma da külliyatı keşfetmiş, “Kim bunlar? David Lean gibi yönetmenleri tanıyor ve haklarında çok şey duyuyoruz fakat neden bu ikisi hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz?” diyerek meraklarını dile getirmektelerdi. Bu merak duygusunun itici gücüyle, Scorsese sektördeki bağlantılarını kullanıp Micheal’ı (Powell) buldu ve böylece yıllara yayılan dostluklarının temelleri atılmış oldu. Kurdukları bağ Micheal için çok değerliydi zira neredeyse 30 senedir unutulmuş bir hâlde, İngiltere kırsallarında inzivaya çekilmişti. Otobiyografisinde “genç bir Californialı sayesinde kanın damarlarımda yeniden akmaya başladığını hissediyorum” ifadesini kullanıyor – ki bu oldukça komik çünkü Scorsese Californialı değil elbet. Sonuç olarak Powell ve Pressburger’ın yapıtlarının, Scorsese ve onun kuşağındaki diğer yönetmenler üzerinde muazzam bir iz bıraktığını söyleyebilirim. Devasa bir iz.
Made in England’da Powell ve Pressburger, “sistemin içinde yaşayan deneysel sinemacılar” olarak tarif edilmekte. Bu niteliği taşıyan yönetmenlerin günümüzde oldukça nadir bulunduğunu söyleyebiliriz sanırım, kariyerleri onların üslubuna ve sinemaya bakışlarına paralel ilerleyen pek fazla isim sayamıyorum şahsen. Sizce bunu nasıl başardılar?
Thelma Schoonmaker: David’in fikrini dinlemeden önce kısaca şunu belirteceğim: Onların, stüdyo ortamında yeni ve çarpıcı filmler yapan tek sinemacılar olduğunu düşünüyor Scorsese. Savaş döneminde filmlerin ticari açıdan başarı yakalayamaması hep olasılık dâhilindeydi ama ünlü sanayici J. Arthur Rank’in ikiliyi maddi açıdan desteklemesi, onların elini rahatlatan bir unsurdu. Scorsese filmlere böylesine destek verilen bir dönemde yaşayamadığı için ikiliyi kıskandığını söylüyor zira biliyorsunuz, kendisi her projesinden önce stüdyolarla mücadele ediyor. Benim gibileri de filmlerin mahvedilmelerini önlemek için kurgu masasında mücadele etmek zorunda. Bu nedenle Michael Powell ve Emeric Pressburger’ın yollarının kesişmesi ve bu filmleri yapabilmeleri, büyük bir şans bana göre.
David Hinton: Buna kesinlikle katılıyorum, bence de inanılmaz derecede şanslılardı. II. Dünya Savaşı başladığında bir araya geldiler ve o dönem; film yapımının, para kazanmaktan çok daha yüksek bir amaca hizmet ettiği düşünülen bir dönem. Michael ve Emeric de böyle düşünenler için gerçekten uygun isimlerdi, film yapmayı asla sadece bir kazanç yöntemi olarak görmediler. Bundan çok daha önemli amaçları vardı. Zaten daha farklı bir kültür hakimdi ve böylece birbiri ardına birçok başyapıt üretmeyi başarabildiler.
Bazı yönetmenlerin yapıtları zamanın aşındırıcı etkisinden muaf kalır, eskimezler; hatta ilhama sebep oldukları filmler ve sinemacılardan daha “taze” bile hissettirebilirler. Bence Powell ve Pressburger çıtayı çok yükseğe sabitleyen ve böylece zamansız kalmayı başaran sinemacılar arasında yer alıyor. Bu eskimezliğin altında yatan hikmet ne sizce?
David Hinton: Bu tamamen yüreklerini de filmlerinin içine koymalarıyla ilgili, değil mi? Kanımca filmler ancak samimi bir içtenlikle, yürekten yapılarak üretildiklerinde kalıcı olabiliyorlar çünkü böylesi örnekler belirli bir zaman dilimindeki belirli bir izleyici kitlesine hitap etmek amacıyla tasarlanmıyorlar. Böyle söylemem elbette garip gelebilir çünkü pek çok Powell ve Pressburger yapıtının II. Dünya Savaşı’nın olağan dışı koşullarında çekildiğini ve bir nevi propaganda amacı taşıdıkları biliniyor.
Evet, ikilinin II. Dünya Savaşı sırasında Britanya’nın moralini yükseltmek ve ulusal birliği teşvik etmek amacıyla sinemanın gücünü etkin bir biçimde kullandığı bilinen bir gerçek. Bazı üretimlerinin, devlet politikalarını meşrulaştırma güdüsü taşıyan bir yanı olduğunu ve bugünden bakıldığında kimi eleştirilerden kaçamadıklarını da söyleyebiliriz.
David Hinton: İşte bu bahsi geçen propaganda gerçeğine rağmen filmlerin sanatsal değeri ve zamansızlık niteliği taşımaları, gerçekten derinlemesine incelenmesi gereken bir husus. Bana göre burada sorunun cevabı, çektikleri bazı yapımlar propaganda amacı güdüyor olmasına rağmen, anlattıkları hikâyelere hep büyük bir inanç ve derin bir içtenlikle yaklaşmış olmaları.
Misal A Matter of Life and Death’i (1946) ele alalım. İlk bakışta, İngilizler ve Amerikalılar arasında dostane ilişkiler tesis etme amacı güden bir propaganda yapıtı olarak değerlendirilebilir. Lakin aynı zamanda, her an her yerde ortaya çıkabilecek ve dolayısıyla her an her yerdeki her izleyiciye hitap edebilecek, tamamen zamansız bir hikâye. Bu nitelikler, propaganda ile ilgilenmeyen filmlerinde de görülüyor. The Tales of Hoffmann (1951) bazı yönlerden kökleri sinemanın başlangıcına kadar uzanan sessiz bir film fakat aynı zamanda, herhangi bir döneme ait değilmiş gibi hissettiren bir zamansızlık var görüntülerde. Asla eskimiş hissettirmiyor.
Martin Scorsese filmin sadece yapımcısı ve anlatıcısı değil, anlatının kilit öznelerinden ve yer yer de tam kalbi. The Life and Death of Colonel Blimp’teki (1943) düello sahnesindeki cüretkâr reji tercihinin, Raging Bull’daki (1980) şampiyonluk maçı sahnesine; yine aynı filmdeki “pişmanlıktan azade olamamış arzu” temasının The Age of Innocence’a (1993) nasıl ilham olduğunu itiraf ediyor.
David Hinton: Herhangi bir sanatçıyla ilgileniyorsanız, onun ilham kaynaklarını keşfetmenin büyüleyici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bu belgeselle ilgili olarak beni bilhassa büyüleyen şey; Powell ve Pressburger filmlerinin Scorsese’nin bilinçaltını ne derece etkilediğini öğrenmemiz ve bu etkinin kendi kariyerine yansımalarını dile getirmesi. Gerçekten büyüleyici. Made in England’ı yapmadan önce bilinçaltının bir sanatçının üretimlerine ne ölçüde etki edebildiği konusunda yeterince düşünmemiştim, aydınlanma yaşadım. Scorsese’nin inanılmaz derecede sıra dışı bir çocuk olduğu açık, televizyonun karşısına oturup her gece aynı filmi izlermiş. Anılarını anlatırken ise en çok The Tales of Hoffmann’ın ismini zikrediyor. 10 yaşında bu filmi izlesem sıkıntıdan ölürdüm herhalde, 19. yüzyılda geçen bir operadan bahsediyoruz. Scorsese ise 10 yaşındayken bile izlediği şeylerden film yapımı ve tekniği hakkında her türlü şeyi kapıp özümseyen, inanılmaz derecede özel bir çocukmuş. Onun bir sinemacı olarak geldiği noktanın köklerini bu hikâyede çok net bir şekilde görebiliyorsunuz bence, özellikle kamera ve müzik arasındaki ilişkiyi nasıl keşfettiğini. Daha o yaşlarda iliklerine kadar işleyen bir tutku hissetmiş ve 70 yıl sonra bile, The Tales of Hoffmann’ın bir yerinde müziğin sahneye olan etkisi zihnine düşebiliyor. Bu çok büyüleyici bir şey, değil mi?
Belgeselin bir yandan da oldukça eğitici bir tarafı olduğunu söylemek zorundayım. Scorsese’nin sinema sanatına ne kadar kafa yorduğunu, filmlere beslediği sevgi ve ilgiyi, önem verdiği sinemacılara gösterdiği değeri hissetmemek mümkün değil.
Thelma Schoonmaker: Scorsese çok güzel işler yapıyor. Sadece Michael Powell ve Emeric Pressburger değil; pek çok eski sinemacının kariyerini kurtardığı gibi, birçok genç sinemacı için de büyük bir öğretmen oldu. Örneğin İngiltere’den Joanna Hogg onun sıklıkla danışmanlık verdiği bir yönetmen. Ama sadece Hogg değil tabii ki. Öğretmeyi çok seven biri Marty, New York Üniversitesi’ndeyken de böyleydi. Bu belgeselde görüleceği üzere, sinemayı konuşma üzerine tutkusu ve benzersiz yaklaşımı dikkat çekici; onun seviyesindeki başka bir sinemacının bile filmleri böylesine derinlemesine, etkileyici bir şekilde ele alabileceğini düşünmüyorum. Bence Michael Powell da bunu yapabilecek biri olabilirdi.
Kitlelere sinema tarihi hakkında daha fazla ders verilebilse ve böylece bazı ön yargılar yıkılabilse harika olurdu. Akademisyen arkadaşlarımdan duyduğuma göre gençler, siyah beyaz olduğu için bazı filmleri izlemeye daha gönülsüzler fakat siyah beyaz filmlerin 80 yıllık bir zaman dilimi boyunca çekildiğini ve aralarında büyük başyapıtlar olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Martin Scorsese sinema tarihini öğrenmenin kendisine büyük katkılar sağladığını ifade ediyor, ben de sinemacı olmak isteyen ya da istemeyen herkesin bu tarihi öğrenmesinin kıymetli olduğunu düşünüyorum.
David Hinton: Açıkçası ben biraz farklı düşünüyorum, sinemanın okulda öğretilmemesi hoşuma gidiyor! Gençliğimde sinemanın bana çekici gelmesinin en büyük nedeni, okul ile ilişkilendirilen her şeyden tam bir kaçış imkânı sunmasıydı. Sinemaya gitmek, eğlenmek için dışarı çıkmak demekti. Oysa okul tam bir eziyet. Bence sinemayı müfredatlara dâhil etmemeli, bırakın insanlar kendi öğrensin. Kendi yöntemleriyle ve ne zaman isterlerse…
Sinema tarihinin en saygın kurgucularından birisiniz. Made in England’ın kurgusunda emeği geçen Margarida Cartaxo ve Stuart Davidson’a herhangi bir katkıda bulundunuz ya da rehberlik ettiniz mi? Öte yandan Michael Powell ile olan ortak maziniz göz önüne alındığında, bu detay, Made in England’a olan katkılarınızı hangi açılardan etkiledi?
Thelma Schoonmaker: Michael’ı yakınen tanımam elbette çok yardımcı oldu. Gerçi David de onu şahsen tanıyordu ve Marty (Scorsese) de; üçümüzün de kendisiyle bir mazisi olması, belgesel üzerine çalışırken işimize oldukça yaradı. Benim Michael’la tanışmama -ve dolasıyla evlenmeme- vesile olan kişi Marty’dir bu arada. Her şey Powell ve Pressburger filmlerine büyük hayranlık duyması ve sohbetlerimizde konusunu açmasıyla başladı. Çok geçmeden evime filmlerin kopyalarını göndermeye başladı ki bunu çalıştığı bazı oyunculara da yapar, Powell ve Pressburger filmlerini yollar. Bu iki ismin yapıtlarına ilgi duyup sevmemi sağlayan kişi Scorsese’den başkası değil.
Belgesel üzerine çalışırken, Michael’ın otobiyografisini düzenlemesine yardımcı olduğum dönemi harika bir deneyim olarak gördüm; zira onun atlattığı karanlık zamanlar ve yeniden keşfedilmesi de dâhil olmak üzere, yaşadığı her şeyin üzerinden geçmiştim. Bu süreç, filmleri anlama ve hangi perspektiften ele alınacağı konularında bana çok yardımcı oldu. Elimizdeki malzemeler birikti, en sonunda yönetmenimiz David’in yönlendirmesi ve yoğun çabalarıyla, bu malzemeleri şimdi izlediğiniz makul bir uzunluğa indirgeyebildik. Umarım herkesin hoşuna gider.
David Hinton: Sorunun ilk kısmına dönecek olursak… Belgeselin kurgusunun büyük bir kısmını Thelma ve Marty birlikte üstlendiler; birçok sekansı beraber çalışarak şekillendirdiler. Biz Londra’da kurgu masasındayken, onlar da New York’ta paralel olarak ilerliyorlardı. Müşterek bir çalışmayla ortaya çıktı yani.
Thelma Schoonmaker: Benim için harika bir iş birliğiydi.
Filmde arşivlerden oldukça fazla çeşitlilikte sahne, görsel, kayıt ve belge göze çarpıyor. Michael Powell ve Emeric Pressburger’ın koleksiyonlarının ne kadarı hâlâ korunuyor? Bunları elde etmek ne derece kolay veya zordu?
Thelma Schoonmaker: Martin Scorsese’nin ve -kimsenin restore etmekle ilgilenmediği filmler için fon toplamak amacıyla kurduğu- The Film Foundation’ın sayesinde. Böylece Michael Powell ve Emeric Pressburger filmlerinden sekizi (ki bazıları sadece Michael’ın filmleriydi) Marty’nin topladığı fonlarla restore edilebildi. Adeta yeniden hayat buldular. Ne yazık ki henüz bu desteği alamamış pek çok sinemacı olsa da şimdiye kadar 500’den fazla filmin restorasyonunun yapılmış olması çok kıymetli – özellikle de restorasyon fonlarının sınırlı olduğu ülkelerin filmleri için. The Film Foundation’ın bugün artık ABD’deki birçok önemli yönetmenden oluşan, desteklerini esirgemeyen bir yönetim kurulu bulunuyor. Örneğin I Know Where I’m Going!’in (1945) restorasyon bütçesi için gerekli meblağı sağlayan kişi George Lucas’tır. Kendisi, Powell ve Pressburger filmleri restorasyonlarını da finanse edenler arasında. Tüm bunlara önayak olan, filmlerin kaybolmaması için çaba gösteren Marty’ye sahip olduğumuz için çok şanslıyız.
David Hinton: Bu konunun bahsi geçmişken, Thelma’nın Michael Powell’ın kişisel arşivinin büyük kısmını British Film Institute’e bağışladığını da eklemeliyim. Emeric Pressburger’in ailesi de benzer bir adım atmıştı. Günlük hayattan kişisel kayıtlar, belgeler ve dahası… Her iki yönetmen hakkında da belgeselde kullandığımız harika materyaller, bir koleksiyon olarak Enstitü’de yer ediniyor.
Thelma Schoonmaker: Her ikisi de kariyerlerinin sonlarında artık unutulmuşken, Michael’ın elinde yapmak istediği ve asla finansman bulamadığı neredeyse yüz proje bulunuyordu. İnsanların inceleyebileceği ve üzerlerinde çalışabileceği tüm bu projeler, malzemeler artık British Film Institute’de.
İkilinin mirasının yeni nesillerdeki karşılığını nasıl yorumlarsınız? Bu konuda ne gibi gözlemleriniz oldu?
Thelma Schoonmaker: Michael Powell ve Emeric Pressburger için geçen sene İngiltere’de düzenlenen bir etkinlik serisinde, inanılmaz sayıda gencin onların filmlerini izlemeye geldiğini gördük. Bilmiyorum, sanırım bu filmleri televizyonda ya da Scorsese’nin videolarında görmüşler. Ve bir tanesini izlediklerinde, daha fazla filmi görmek üzere hevesle doluyorlar. Geçenlerde Toronto Uluslararası Film Festivali’ne gittim, orada da belgeselin gösterimleri genç yaşta insanlarla doluydu. Neler olduğunu tam olarak anlamıyorum ama sanırım sinemaya dair aradıkları bir şey var. Ayrıca seyircilerden biri bana, bu görüntülerin nasıl böyle “parlak” görünebildiğini sordu ki sorunun cevabı, ne yazık ki artık var olmayan Technicolor. Filmlerinin birçoğu Technicolor ile çekildi, genç insanlar bu eski teknolojiyi göz kamaştırıcı buluyor belli ki. Bugünkü film yapımında tam tersi bir anlayışımız var çünkü renk kullanımını olabildiğince zorlamamaya çalıyoruz, o nedenle gördükleri karşısında gözleri kamaşıyor insanların.
David Hinton: Bu filmleri zamansız hâle getiren unsurlardan biri, tasarım ve sinematografinin canlılığı bana göre. Tabii gördüklerimizin yüksek estetik olarak kabul edilmesini, yapılan restorasyonların başarısından da ayrı düşünmek mümkün değil. Marty ve Thelma’nın haklarını da vermek lazım, onlar sayesinde filmlerin kusursuz versiyonlarını izleyebiliyoruz. The Red Shoes’un restore edilmiş hâline bakarsanız görüntü kalitesinin olağanüstü olduğunu görebilirsiniz. Bu görsel büyüleyicilik de genç insanlara geçiyor demek ki.
Thelma Schoonmaker: Restorasyonla filmleri orijinal versiyonlarına dönüştürebilmek gerçekten harika bir duygu.