Kaleme aldığı henüz ilk diziyle televizyon ve streaming dünyasına göktaşı gibi düşen yazar, yönetmen ve yapımcı Christopher Storer’ın yaratıcısı olduğu The Bear; varlığı süresince format içinde kabul gören anlatımı, dili, tekniği ve yapıyı değiştirip genelgeçer beklentilere kafa tuttu. Geçmiş ödül sezonunda külçe külçe Emmy kazanmasının ardından, 30 Rock‘ın 15 yıldır elinde tuttuğu “bir yılda bir komedi dizisine en fazla Emmy adaylığı” rekorunu ise daha yeni kırdı. FX on Hulu imzası taşıyan yapımın 3. sezonu da Disney+ Türkiye kütüphanesine ulaştı.
Jeremy Allen White’ın yanı sıra kadrodan -NİHAYET!- Ebon Moss-Bachrach’ın ve Letterboxd süperstarı Ayo Edebiri’nin yıldızını ânında parlatmış dizinin kadrosunda ayrıca Abby Elliott, Liza Colón-Zayas, Oliver Platt, Lionel Boyce, Molly Gordon, yapımcı ve danışman kimliğiyle Matty Matheson, Ricky Staffieri, Edwin Lee Gibson, Corey Hendrix ve Chris Witaske gibileri de var. Özellikle 2. sezonda dudağımızı uçuklatmış konuk oyuncu listesinden Olivia Colman, Jamie Lee Curtis, Jon Bernthal, Will Poulter, John Mulaney ve Joel McHale de rollerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Projenin yürütücü tarafında ise Hiro Murai, Hacks, Bojack Horseman ve Beef’e katkıları ile bilinen yapımcı Joanna Calo, Josh Senior ve New Yorklu meşhur restoran işletmecisi Will Guidara bulunmakta.
Yeni sezon öncesi basın için düzenlenen panelden bir koltuk kapıp ekibin sohbetine misafir olduk. Oyuncu kadrosundan Jeremy Allen White, Ayo Edebiri, Ebon Moss-Bachrach ve Matty Matheson’ın yorumları ışığında The Bear anlatısının yeni sezonunu birlikte eşeleyelim.
Onca ödülden sonra herkese böylesine ters köşe yapıp risk alma cüretini gösteren çok az yapım var. Bunun ekip üstündeki baskısı sohbet boyunca daima hissedilen bir detaydı. Bir sonraki ödül sezonuna dair beklentilerinin ne olduğu sorulduğunda, Jeremy Allen White’ın mülayimce kelimelerinde tökezleyerek anlattıkları şöyleydi:
“Bence gerçekten güzel olan şey, ilk sezonun elde ettiği başarıdan sonra kendi küçük baloncuğumuzu tekrar bulup bulamayacağımızı gerçekten merak etmemizdi. Hiçbir beklentimiz olmadan 1. sezonu yapabilmiştik ve o kıvamı tekrar bulup bulamayacağımızdan pek emin değildik. Sanırım 2. sezonda bunu başardık. Bence 2. sezondan sonra bu duyguların hepsi bir şekilde büyüdü. Bence diğer her şeyden ayrı olarak birbirimizle o yaratıcı alanı bulabildik, ki bence bunu tekrar tekrar yapabildiğimiz için gerçekten şanslıyız.”
The Bear artık böylesine büyük bir dizi olduğu için oyuncu kadrosunun üzerindeki baskının nasıl değiştiğine dair de şunları söylüyor Jeremy Allen White:
“Baskı büyük. 2. ve 3. sezonlar arasında başka bir işte çalışmadım sanırım; ödül sezonunun başarısı çok tazeydi ve ben de çok gergindim. Senaryoların gayet güçlü olduğunu ve her zamanki gibi elimizde büyük fırsatlar olduğunu biliyordum ama evet, baskı hep yoğundu. Diğer yandan da birkaç hafta bu çocukların ve güzel ekibimizin etrafına geri döndükten sonra her şey yerli yerine oturuyor. Her şey yeniden eğlenceli ve mümkünmüş gibi geliyor.”
Restoran için hem baya başarılı geçen hem de olabilecek en yıkıcı biçimde sonuçlanan açılış gecesinde bırakmıştık olayları. Baş karakterimizin kişisel hayatını ve kilit ilişkilerini uçuruma sürüklediği, bu durumun uzantısı olarak da karşılıklı The Bear müessesesinin yin ve yang’ını tanımladıkları Richie’yle artık nasıl toparlayacaklarını bilemediğimiz, yıkımlar yıkımı bir bozuşmayla kapanış yapmıştık.
Yeni sezonun açılışı ise karmaşayı, bu gibi sürtüşmeleri ardımızda bırakmadan ama bunların ötesinde bir yerde adanmışlık, durumsallık ve ruh hâlini mesken edinen bir sezon olduğuna dair doğrudan bir beyanla gerçekleşti. “Tomorrow” bölümü bu bizatihi tonu, sezonun üslubunu sundu ve dizi için büyük bir atılımdı. Şimdiyle geçmişin giriftiğini bu denli iyi aktaran bir başlangıç olamazdı. Rutinde kaybolmak, o uğraşın içinde tamamen yok olup hayatının geri kalanını dışarıda bırakmak Carmy’nin asıl amacı. Restoranlar değil, itibar da değil; bu yılki ısrarına rağmen Michelin yıldızı ise hiç değil.
3. sezon dizinin tüm olay örgüsüne koca bir parantez olma işlevinde. Carmy’nin deneyimleri, geçmişi, psikesi ve zanaati bütünüyle masaya yatırılmış durumda. Öncekilerden çok daha ağırdan alan bir sezon aynı zamanda. Bu, “binge” deneyimini diğer sezonlardan daha zor bir hâle getirmiyor değil ama Ayo Edebiri buna ilişkin bir soruya şu nefis cevabı veriyor:
“Kimse sizi hepsini aynı anda izlemeye zorlamıyor. Kendi hızınızı ayarlayabilirsiniz ki bence bu güzel bir şey. Çünkü bazen haftalık yayımlanan dizilerde kendimi bu hâlde buluyorum, dizinin sonuna kadar bekliyorum ve sonra kendime göre bir tempo tutturuyorum. Yani bence izleyici olarak böyle bir seçeneğiniz var. Özerkliğiniz var.”
Carm’la birlikte birçok yeni karaktere çok daha yakından bakıyoruz. Bu seferki bağımsız bölümlerde mekânın gönülsüzce anaç, fütursuzca kafa figürü Tina’nın (Liza Colón-Zayas) The Beef öyküsü ve Natalie “Sugar” Berzatto’nun -çoğunu- sınırda annesi Donna’yla geçirdiği; başta feci kabus, sonra sütliman doğum deneyimi oldu odakta. Bunlardan ilkine Ayo Edebiri’nin reji yapması ise baya yankı uyandırdı tabii ki. Onun ilk yönetmenlik deneyimi olan “Napkins” an itibarıyla sezonun IMDb’de en yüksek puan almış bölümü. Sezonun senaryoları dağıtıldıktan sonra konuştuklarında Chris Storer’a “eğer Liza bölümünü çekebilecek olsa, ona resmen henüz varolmayan ilk çocuğunu hediye edeceğini, çünkü Liza’yla o şekilde çalışmayı çok isteyeceğini” vurguladığını aktaran Edebiri şöyle detaylandırıyor yönetmenlik deneyimini:
“Yönetmek bir harikaydı. Gerçekten çok sevdim. Bir oyuncu olarak set ekibimizle çalışmak bir rüya gibi ve sanırım yönetmenliğin bir uzantısı olarak bu duygu daha da güçlendi. Her gün çok duygulandım ve çok etkilendim. Dünyadaki en sevdiğim oyunculardan bazılarını yönetmem gerekiyordu; bu hem bir atölye hem de bir hediye gibi geldi. Yanı başımda işinin gerçek ustaları olan insanlarla mümkün olan en iyi koşullarda bulundum ve kendimi çok şanslı hissettim. Belki de dünyadaki en iyi iş bu diye düşündüm. Ya da en azından oyunculukla birinciliği paylaştı. Gerçekten muhteşemdi.”
Biri okullu diğeri alaylı, biri kural bazlı diğeri uyarlı, biri katı ama hazırlıklı diğeri laçka ama esnek iki liderin birbirine zıtlığı; restoranın belkemiğiydi aslında. Fakat gördük ki aslında birbirlerinin neredeyse aynı olan tarafları, ikisinin de durumları ne kadar kolay yokuşa sürebilen, keçi inatlı ve kontrolsüz insanlar olmaları. Sezon ilerledikçe ilişkilerinin nasıl ilerleyeceği, sahip oldukları farklılıkların üstesinden gelip gelemeyecekleri sorulduğunda Ebon Moss-Bachrach ve Jeremy Allen White olayı süper tiye aldı:
Ebon Moss-Bachrach: Müthişler şu an. Müthiş.
Jeremy Allen White: Çarşamba günleri pickleball oynuyorlar.
Ebon Moss-Bachrach: Her sabah kalkıp koşuya çıkıyorlar. Ufak bir kahve sohbeti… Sanırım diziyi izlemeniz gerek değil mi?
Jeremy Allen White: Evet, evet. Carmy en iyi yaptığı şeyi yapmaya devam ediyor bence. Bu da devam eden tüm sorunlardan inanılmaz ölçüde kaçınmak. Göreceğiniz şey de tam olarak bu.
Oysa ki Richie dillere destan “Forks” bölümü sonrasında işlev ve varoluşunun apayrı bir boyutuna ulaşmış, Ever’dan beraberinde yenilenmiş bir (öz)değer algısı ve ilkeler dizisiyle karşımıza çıkmıştı. Yolculuğu 2. sezonun en vurgulu hikâyelerindendi. İkisi arasındaki dinamit fitili orta yerinden tutuşunca Carm gibi o da geriledi. İlk sezondaki, kendisiyle özdeşleşen o toy ve sivri hâli geri geldi. 2. sezonda Ever’da geçirdiği vaktin karaktere ve yeni sezonda olduğu kişiye yaklaşımı merak edildiğinde Kuzen’in bu seferki pozisyonuna dair dosdoğru konuşarak şunları söyledi:
“3. sezon, sanırım 2. sezonun üzerinden çok da uzun zaman geçmeden başlıyor. Bence Richie hayatında daha gelişmiş bir varoluş biçimine maruz kaldığı bir yerde ve ilerleyeceği bir yol görüyor. Ama yolu görmek başka bir şey, o yolda yürümek başka. Bu yüzden her tür kişisel gelişim gibi bu da bir ileri bir geri bir istikamet. Net ve tek yönlü bir yolu yok.”
Sydney ise hem ikisinin hem de Carmy ve uzlaşmasız dayattığı taleplerle diğer tüm çalışanların arasında kalıyor. Bunlar Carmy ona güvendiği ve kabiliyetini bildiği için tabii ki. Fakat Syd’in rızasını ya da iyi hâlini düşünmüyor pek, onun ortaya koyduğu -mantıklı- itirazları asla duymuyor. Carmy’ye dair tüm bunlar başlamadan önce sahip olduğu fikirle şu anda cebelleştiği versiyonu iç içe; birine tutunduğu için diğerini bırakamıyor. O fikre ve şu noktada restorana adandığı biçimde kendini gözetemiyor. Tam biraz kendine dönecekken de Carmy ortaklık teklifiyle gelip işleri değiştiriyor.
Ayo Edebiri: Sanırım sezonda ele aldığımız konulardan biri de bunun Sydney için ifade ettiği anlam ve bir sonraki adımın ne olduğu. Şimdiye dek gerçekten örnek aldığı ama şu anda birlikte iş yapmanın en civcivli yerinde olduğu Carmy ile olan ilişkisi için ne anlama geleceği. Bence bu ilişki birlikte çalışmaya başlamadan önce idealize ettiğinden çok daha kaotik. Sanırım bu bir şekilde karşınıza çıkacak bir mesele.
Jeremy Allen White: Evet. Bence Carmen çok iyi bir iletişimci değil ama Syd’le, mutfakla ya da herhangi biriyle iletişim kurmak için sık sık böyle büyük jestler yapıyor. Sanırım bu onun bir nevi birilerine ulaşma yolu. Ama çoğu zaman hissediyorum ki insanlar bunu karşılamaya hazır değiller. Bence aklında sürekli bir sürü şey var ve insanlar her an neler olup bittiğinin tam olarak farkında olmuyorlar: Bunun Carmen ve Syd’in ilişkisini nasıl etkilediğini açıkça göreceksiniz. Yine de bence Carmen’in ona biraz olsun kucak açma çabası, ortaklık anlaşmasının asıl amacıydı.
Belli yönleriyle daha karamsar bir sezon olmasının bir albenisi de Carm’ın bir anti kahraman olarak potansiyeline sezonun önemli bir kısmında baya eğilinmesi. Bu, Carm’ı belki o kadar da destekleyemediğimiz bir sezon. Olayı, Carmy’nin karakterinin tümüyle teşhir edilip, diğerlerinin bunun yörüngesinde The Bear’de ve esas da kendileriyle ne yapacakları. Terry Şef’in, belki daha çok da McHale’in sosyopatik cameosu David Fields’ın Carmy’nin zihninde nasıl yaşadıkları, onun üstündeki etkileri hepten irdeleniyor. Bu istismar Carm’ın o kadar derinine işlemiş ki David’in onu tanımladığı gibi biri olmadığını ve hiçbir zaman da olmayacağını kendisine kanıtlayan tüm dinamikleri ve ilişkileri sabote ediyor. Meğer ne kadar yansıtıyormuş adamı etrafına, ne kadar var etmiş onu içinde. 3. sezonun yaptığı esas ters köşe bu gerçekten. Tüm varlığıyla nefret etse bile onu idealize etmekten, örnek almaktan kaçamamış.
The Bear yemeğe, mutfağa, memleketleri Chicago’ya olduğu kadar dizinin yemek yapımcısı ve Chris Storer’ın kardeşi Courtney “Coco” Storer’ın profesyonel ve duygusal hayatına da bir övgü değerinde. Daniel Boulud (French Park Avenue), Thomas Keller (The French Laundry, Per Se) ve René Redzepi (Noma, tabii ki) gibi hakiki şefler; David Fields karakteri gibi zevkle acıtan şeflere zıt idealler aktarıyorlar sezon boyunca. Üç sezondur sahne çalmaya devam eden, YouTube’un alternatif tarafındaki en meşhur ve yırtık aşçılardan, White’ın “Chris’i en heyecanlı gördüğü anların ona replik atar olduğu zamanlar” olduğunu söylediği Matty Matheson, bu kişilikleri dâhil etmenin ardındaki niyeti şöyle açıkladı:
“Carmy ya da tüm şefler gibi harika kariyerlere sahip olan pek çok insan, bir sürü şefin altında çalışmıştır. Bunlardan hayatınız boyunca tutunduğunuz küçük parçalar var ve sizi siz yapan da bunlar, iyisiyle kötüsüyle. Aşçılık okulunda, bize 30 şefin kendisini nasıl yarattığını anlatan bir şefim vardı ve bana Avrupa’nın dört bir yanında tüm şeflerle ve aşçılarla çalıştığını; bu farklı işleri öğrendiğini anlatmıştı. Bu bir iş. Bence yol boyunca bu küçük becerileri edinmek -ki öğrenmeyi asla bırakamazsınız zaten- sizi siz yapan şeydir. Etrafınızdaki insanlar yani. Biz de Carmy’nin bu şekilde nasıl ve ne şekilde inşa edildiğine dair bir hikâye anlatmak istedik.”
Dizinin bu sezonundan en sık aklıma gelen, sabahın karanlığında o lanet alarmın her birinin yüzüne vuran mavi ışığı. Her sabah yatağın o kenarında önlerindeki günü tahayyül ederek, suratlarda yılgınlık ve endişeyle karışık bir karamsarlık içinde boşluğa baktıkları an. Mutfaklar, bir kültür ya da topluluk olarak Chicago ve tekrarlara olduğu kadar bu bireysel yalnızlığa da eğiliniyor bu sezonda. Kayıplar, yiten aşklar, anlaşmazlıklar, var mısın demeyen, her biri birbirinden zor geçen günler. Günbegün devam etmek ve buna değiyor mu, değmiyor mu düşünmeyi ya kesememek ya da bu şüpheyi işinin içinde bir yerlere saklayıp “sadece devam etmek”.