“Amerikalı Siyah bir adamı önce vampire dönüştür. Sonra o vampire yamuk yap. Ve neler olacağını gör.”
Alacakaranlık’tan, Vampir Günlükleri’nden ve hatta True Blood’dan önce, Vampirle Görüşme / Interview with the Vampire vardı. Ve Brokeback Dağı‘ndan, Milk’ten ve hatta Kuş Kafesi’nden önce, erkeklerin eşcinsel arzuları, sıkışmış, bastırılmış, bir yapbozun yokluğunu sürekli belli eden eksik bir parçası gibi yer alırdı görüntülü kurmacada. Oradaydı, hissediyorduk, karakterler de hissediyordu zaten; toplumsal bir gerilim, herkesin bildiği bir sır hikâyeye gölgesini düşürürdü.
Anne Rice’ın satış rekorları kıran kitabından uyarlanan ve bizleri, kuşağının arzu nesnesi hâline gelmiş iki erkeğin asla çözülemeyen cinsel düğümüne tanıklık etmeye çağıran Vampirle Görüşme, dünyanın en “dolapta” filmi olarak, ironik bir şekilde tüm dünyaya gizlice, iki erkeğin aşkının neye benzeyebileceğini izletmişti. Bir dönemin sonunda, yeni bir çağın başlangıcında, 1994’teydik. Philadelphia, Priscilla gibi; şöhretli aktörlerin yer aldığı LGBTİ+ temalı filmler, anaakımda bir kapıyı aralamış, Vampirle Görüşme ise o kapıdan sızamamıştı. Şimdi, 20 yıl sonra o kapı ardına kadar açık ve ikinci sezonu geçtiğimiz haftalarda final yapan dizi uyarlaması Vampirle Görüşme, âdeta bir Mardi Gras korteji gibi neşe içinde geçiyor kapıdan.
Anaakım bir drama olarak Vampirle Görüşme dizisinin plotu, bir internet sağcısının beyninin öfkeden patlamasına neden olabilir. Sadece gey değil; aynı zamanda Afro, ucube, karmaşık ve öfkeli bir uyarlama; ırk, cinsiyet ve cinsellik gibi güncel temaları işleyerek, tabiri caizse woke denilen heyulanın dibini sıyırıyor.
Evet, elflerden, deniz kızlarından, ucuz romantik komedi karakterlerinden, süper kahramanlardan ve türlü hayal ürünü canlıdan sonra, vampirler de Siyah ve eşcinsel olabiliyor. Bir yandan da mitoloji ve aslında tüm bu hayali evrenler, tam da bahsedilmesi yasak insanları, anlatılması günah hikâyeleri anlatmak için yaratılmamış mıydı? Vampirler hep gey, deniz kızları hep trans, zombiler hep Siyahtı. Sadece onların ne olduğunu söylemek yasak yahut sakıncalıydı. Düşmanca gözlerden izlediğimiz azınlıklar, ezilenler, sömürülenler, kendi hikâyelerini anlatma imkânı bulamadı. Artık dünya daha önce duymasına izin verilmeyen hikâyeleri de merak ettiği için çok sinirlenen insanlar var maalesef. Üstelik daha Batman bile açılmadı.
Vampirle Görüşme’nin bir uyarlamasında tarih aralığı daha güncel ve temelde 20. yüzyılı, tüm karmaşasıyla kendine bir arka plan hâline getiriyor. Louis ve Lestar, modernite ve kapitalizm tarihinin içinde salınarak, neredeyse pembe dizi kodlarını kullanan bir aşk ilişkisini kovalıyor. İkinci değişiklik ise Louis karakterinin insan geçmişine dair. Bir süt damlası kadar beyaz ve güneş kadar sarışın Brad Pitt tarafından canlandırılan Louis, köle emeğiyle işletilen bir plantasyon sahibiyken; Game of Thrones’un unutulmaz Gri Solucan’ı Jacob Anderson’ın canlandırdığı Louis ise köleliğin kaldırıldığı ancak Jim Crow yasalarının hâlen işlediği ABD’nin güneyinde, genç ve Siyah bir kerhane işletmecisi. Afro-Louis, Pitt-Loius’den farklı olarak, batmış bir plantasyon sahibinin oğludur ve ailesini geçindirmek için utanç verici bir işte çalışır. Louis’nin gelenekleri, ailesi ve inancıyla, yoz yaşamı ve cinsel kimliği arasında sıkışmış hayatı, sınırsız bir güce, ışıltılı bir güzelliğe ve baştan çıkarıcılığa sahip, Sam Reid tarafından canlandırılan Fransız aristokrat Lestat ile tanışana kadar, tarifi zor bir ırkçılığı sineye çekerek geçmektedir.
Louis ve Lestat’ın Amerikalı ve Avrupalı ahlakları, ortaya tutkulu bir çatışma çıkarır. Louis, insanlığı reddettiğinde bile, insanlığın yüklerinden kurtulamaz. “Amerikalı Siyah bir adamı önce vampire dönüştür. Sonra o vampire yamuk yap. Ve neler olacağını gör”.
Yönetmen kadrosunda Levan Akin’in (And Than We Danced, Crossing) de yer edindiği dizinin ilk sezonu, ABD kökenli Güneyli Gotiği janrasını takip ediyor. Güneyli Gotiği, Bülbülü Öldürmek’ten Fargo’ya kadar geniş bir film geleneğini kapsar; ABD taşrasının kölelik, sömürgecilik ve soykırımla şekillenen tarihini, toplumunu, kendi karanlığıyla yüzleştirmeyi amaçlar. ABD toplumu, özellikle de taşrası, Siyah ve yerli insanların hayatları, emekleri ve toprakları üzerine beyaz üstünlüğü inancıyla kurulmuş, hastalıklı olmaya mahkûm bir toplumdur ve janr bunun iyileşmeyen bir yara olduğunu önerir.
Aslında bu janr, Türkiyeli arthouse sinema izleyicisi için de oldukça tanıdık. Güneyli Gotiği’nde taşra çarpık, adalet duygusundan uzak ve tehlikeyle doludur. Tıpkı Kurak Günler’de ya da Karanlık Gece’de olduğu gibi, kötülüğün ve zalimliğin, işlevsiz bir toplumsal ilişkiler ağının tam ortasında durduğunu hissederiz. Hakkaniyet ve sağduyu taşraya uğramaz. Topraklardan acı dolu bir tarih fışkırırken, hiç bedel ödememiş failler gittikçe güçlenir. Fail öyle geniş, öyle suçlu ve öyle kalabalıktır ki aslında herkestir ve hiç kimsedir. Sonuç olarak, dolaptan çıkmama konusunda orijinal Vampirle Görüşme’den eksik kalır yanı olmayan Kurak Günler’de Emre ve Murat bir türlü kavuşamamıştı. Lestat ve Louis için ise en azından artık durum farklı.
Lestat ve Louis, iki sezon ve bir asır boyunca, çağı belirleyen an, yer ve olaylara tanıklık ederken, tabiri caizse vıcık vıcık bir romans yaşar. İki erkeğin yer değiştiren güç ilişkileri, istismar dinamiği ve birbirlerine duydukları tüketici arzuyla, arkalarında on binlerce hırpalanmış, istismar edilmiş ve gerçek anlamıyla kanı emilmiş insan bırakarak yaşadığı aşkı; gore seks, epik trajedi ve aile dramasıyla harmanlanmış şekilde izlemekten daha iyi ne olabilir.
Louis ve Lestat’ın toksik kelimesinden başka hiçbir kelimeyle tanımlanamayacak ilişkisi süregiderken Amerikan toplumu çözülür, kapitalizm inşa olur, modernite çöker, Avrupa faşizmi yener, avangart belirir ve gösteri çağı başlar. Biz fanilerin hayatı köklerinden parçalanırken, tarihe tanıklık eden bu iki erkek, yaşamla ve insan olmakla, birbirlerine duydukları sevgiden başka bir bağ kuramayarak varolurlar.
Dizi, New Orleans’tan başlattığı hikâyeyi önce diğer ABD eyaletlerine, ardından savaşın sürdüğü doğu Avrupa’ya, savaş sonrası Paris’e, 70’lerde ise cinsel devrimin Mekke’si San Francisco’ya taşırken, günümüzde geçen ve Louis’in gazeteci Molloy’a ikinci kez vampir hayatını anlattığı kısımlar ise Dubai’de çekilmektedir. Dubai. Ne konsept ama. Vampirle Görüşme, günümüzü sadece günümüz değil, tarihin sonu olarak da gösterir sanki. Bir tarihi, geçmişi, hatta toplumu bile olmayan Dubai’de Louis nihayet, sadece sıradan bir zengin adam olmayı başarabilmiştir. Molloy, bir bölümde Armand’a, “Senin buralı olduğunu sanıyordum” der. Armand ise “Dubai bir çocuktur. Burada yerli bir insan yok.” diye cevap verir. Zengin, eşcinsel, Siyah ve âşık Louis nihayet, herkesin yabancı olduğu bir yerde kendini evinde hisseder.
Vampirler gece yaşar ve hep genç kalır. İçsel bir ürperti ve cazibe yayar, kimliklerini gizlemeye zorlanır ve dehşet saçarlar. Vampirler, mitoloji ve kurmaca tarihinde aristokrasiyi, sapkın addedilen hazları ve karanlıkta yaşamayı simgeler; yani vampiri eşcinsellikten, eşcinselliği vampirden koparıp atmak neredeyse imkânsız. Tam da bu yüzden, Vampirle Görüşme tüm kusurlu, bayağı ve yer yer sıkıcı taraflarına rağmen belki de izlediğimiz en dürüst vampir anlatısını ortaya koyuyor. Lestat ve Louis, faniler gibi, heteroseksüeller gibi bir ilişki yaşayamıyor, aile kuramıyor. Louis, kendi varlığını, ne olduğunu reddetmeye çalıştıkça, Lestat ona bunu hatırlatıyor. İkilin ilişkisi ve çevrelerindeki vampir evreni sık sık Siyah ve beyaz burjuvazinin, modernite ve avangardın, heteroseksüel dünyaya asimile olmanın ya da olmamanın bir alegorisine dönüşüyor. Onlar, fani dünyadan ve maddi gerçeklikten koptukça, ilişkileri tarihin bir izdüşümü hâline geliyor. Tüm karakterler sık sık, sadece kendileri için değil; simgeledikleri bir toplam adına konuşurken buluyor kendini.
Lestat, Louis, ilişkiyi bir açmaza sürükleyen çocuk vampir Claudia, Armand, dâhil oldukları, tanıklık ettikleri insanlar ve topluluklar, orijinal yapımda yer alan tüm olaylar, küçük bir evrende insanlık tarihine dair tartışmaları sahneliyor. Vampirler, sadece vampir olamıyor; tıpkı hiçbirimizin sadece Siyah, eşcinsel, Kürt, trans olamaması gibi. Vampirlerin insanlığı, insanlıkları sorgulanan herkesi simgeliyor. Louis, Lestat’la ilişkisinin karmaşık yapısını, bir kez daha gazeteci Daniel Molloy’a anlatırken aslında hepimizin, her biten aşk ilişkisinden sonra yaptığımız saplantılı hesaplaşmayı, hangimizin daha boktan, daha hatalı, daha çok sevmiş, daha çok zarar vermiş olduğunu anlamak için yaptığımız yüzleşmeyi, tarihin tanıklığı eşliğinde ortaya koyuyor.
Tüm bunların yanında, dizi sık sık melodrama kapılıyor, sarkıyor ve açıkçası bazen dandikleşiyor. Loius ve Lestat’ın arasındaki gerilim, gittikçe kısırlaşıyor ve hikâyeyi taşımakta zorlanıyor. Uyarlamalar için en büyük risklerden biri olan tahmin edilebilirlik, dizinin akıbetini merak etmeyi imkânsızlaştırıyor. İlk sezon sıkı bir merak ve heyecan duygusu yaratırken, ikinci sezonun sonlarına doğru maalesef hikâye tekdüzeleşiyor.
Bütün tutkulu aşk ilişkileri böyle değil midir zaten? İki insanın, ruhunun tüm karanlık taraflarını birbirine yansıttığı, birbirini yavaş yavaş tükettiği ve iki kişilik bir evreni koca dünyaya kapatmaya çalıştığı, koparmaya çalıştıkça daha da yapışan, çözmeye çalıştıkça daha da dolanan ve bizleri gerçek hayatın banalliğinden bir an olsun koparabilen aşk da olmasa, bu yaşamın ne tadı kalır.