Türkiye sinemasının nev-i şahsına münhasır kimliklerinden Nur Sürer’le şöhreti kulaktan kulağa yayılan online dizi Masum’daki harika performansından başlayan sohbetimiz koyulaşarak akıp kendi yolunu buldu. Buyrun, kendisinin hayata baktığı o harika yerde tüm hayranlığımızla beraberce eriyip bitelim.


Yayınlandığı günden bu yana ortalığı kasıp kavuran Masum’un belki de en çok konuşulan şeylerinden biri, histerik orta direk ev hanımı Nermin ve onu canlandıran Nur Sürer’in nefis performansıydı. Masum’da sinir sistemimizi altüst ederken, karakterin gerçekliğiyle de büyüleyen Sürer’in her zaman tevazu sahibi bir oyuncu ve koyu bir aktivist olduğu bilgisine hâkimdik. Röportajı gerçekleştireceğimiz mekâna da gösterişsiz ama şık bir pantolon ve montla gelmesi de bu savımızı doğrular nitelikteydi. Ama karakteri de kariyeri gibi hoş sürprizlerle dolu Sürer, montunu çıkardığı anda kazağının üstündeki parlak pullarla işlenmiş çok net bir slogan gözümüzü aldı: No! Ömrümde böyle ironik bir süsle bezenmiş daha net bir ifade görmemiştim.

38 yıllık sinema kariyerinde önceliklerini hiçbir koşulda değiştirmemiş, bildiği ve inandığı şeylerin peşinden giderken bir an bile şüpheye düşmemiş, sonsuz bir aidiyetle bağlılıklarından kopmamış, müdanasız bir oyuncuyla kafenin tekinde her gün buluşup sohbet edebilme şansı bulamıyor insan. Elime geçen bu şansı hepimizin adına en iyi şekilde kullanmaya ve kendisinin dünyasına mümkün olduğunca dahil olmaya çalıştım.

Image

Masum’un tüm bölümlerini izlediniz mi öncelikle?

İzledim. Hatta oğlum da üyelik aldı, beraber de izledik.

Nasıl sizce genel hava? Diziye nasıl tepkiler geldi?

Valla ben sosyal medyada çıkan her şeyi takip edemedim. Devamlı takip edebilmem de mümkün değil ama buraya gelirken bir Fransız lisesinde öğretmen bir tanıdık bana mesaj attı. Çocuklarla birlikte izledik diziyi, çok beğendik, ellerinize sağlık diye. Sokakta da insanlar çevirip söylüyor, Satın aldık tek gecede izledik diyen var. Genel yorumlar olumlu yani.

MASUM’UN İLK İKİ BÖLÜM SENARYOSU GELDİĞİNDE VE ROL TEKLİF EDİLDİĞİNDE BÜYÜK BİR İLGİYLE OKUDUM VE HEMEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜ SORDUM… OYNADIĞIM HİÇBİR İŞİ BU KADAR MERAK ETMEMİŞTİM.”

Bir ilk de oldu aynı zamanda Masum. Bir online platform için yapılmış, insanların televizyonda karşılarına çıktığı için değil, aylık üyelik sistemiyle izlemeyi tercih ettiği ilk dizi.

Evet, ben bir öncü olduğuna inanıyorum kesinlikle. Amerika’da, Avrupa’da tabii yıllardır internete işler yapılıyor. Ama oradakiyle bizimkinin farkı şöyle; orada genel bir özgürlük şansı var. Baktığınızda Amerika da emperyalist ve muhafazakâr sayılabilecek bir ülke ama orada bile insanların sanat üzerinden bir yaptırımı olamıyor. Dolayısıyla ben oyuncu olarak kendimi çok özgür hissettim Masum’da çalışırken. Benim için en önemli özelliklerinden biri bu özgürlük hissiydi. Bir de kendi açımdan baktığımda da şöyle görüyorum. Bu sektörde uzun süredir varolan bir oyuncu olarak özel bir dikkatle inceliyorum gelen işleri. Elbette arada sevmediğim, keşke oynamasaydım dediğim filmler de oldu ama onlar için bile Keşke ben oynasaydım Nur Sürer yerine diyenler olmuştur eminim. 43 film yaptım bugüne kadar ama belki 20 tanesini filan beğeniyorum. O yüzden Masum’un ilk iki bölüm senaryosu geldiğinde ve rol teklif edildiğinde büyük bir ilgiyle okudum ve hemen üçüncü bölümü sordum. Yani çok iyiydi ve çok merak ettim devamını. Oynadığım hiçbir işi bu kadar merak etmemiştim. Çünkü genelde dizilerde biz alışığız tabii ilk üç bölümden sonra anlıyoruz. Bir yandan da hak veriyorum ama… Çünkü yazarın birkaç bölümde anlatacağı hikayeyi bir bölüme sığdırmaya çalışıyoruz.

Ki artık 140-160 dakika civarında da gezinen işler var televizyonda.

Aynen öyle ve hadi oyuncular bir şekilde oynuyor. Peki sette çalışanlar? Oyuncular set aralarında çay, kahve içip, sohbet etme şansı bulabiliyor en azından ama kamera arkası hemen bir sonraki sahneye hazırlık içine giriyor. Amerika’da mesela çok büyük bir grev olmuştu bu konuda. Ve tüm sektör de onlara destek oldu, içlerinde çok büyük yıldızlar da vardı.

Evet, tüm işler durdu ve de… Yaklaşık on yıl önceydi sanırım, Amerikalı Yazarlar Birliği’nin grevi tüm sektörü etkiledi. Yayınlanan tüm dizilerin, günlük şov programlarının –Oscar töreni bile dâhil- durmasına neden olmuştu grev.

İşte ama orada dediğim gibi tüm bir sektör arkasında durdu yazarların. Bizde de böyle bir hareket olmalı diye düşünüyorum.

Peki bizde yazarların böyle bir yaptırımı olabilir mi?

Aslında bizde de yazarların sayısı öyle ahım şahım bir sayı değil. Baktığınızda en büyük işler hep aynı insanların elinden çıkıyor. Atıyorum iki-üç kadın aynı şirkete aynı anda üç-dört iş birden yazabiliyor durumda. Kendi içlerinde bir birlik olsalar neden bir güç oluşturamasınlar? Sanki bundan birkaç yıl önce de böyle bir eylem olmuştu bizde de?

Evet, “Yerli dizi yersiz uzun” sloganlı bir eylem olmuştu Gezi öncesinde. Hemen her şirketin çalışanları, oyuncuları, senaristleri ve yönetmenleri de katıldı hatta.

Evet ama sonra arkası gelmedi.

Hatta o eylem zamanı diziler maksimum 90 dakika civarındaydı. Demek ki artık o eylem ne kadar işe yaramadıysa 160 dakikaları dahi gördük.

Yani gerçekten inanılmaz. Ve buna dur demek için ortak bir güç olması lazım.

Peki tam da bu noktada Masum’un yayınlandığı Blu Tv ya da benzer yerli projeler hazırlayan Puhu ve Netflix Türkiye gibi mecralarda bu gidişatı değiştirebilecek bir güç, ışık görüyor musunuz?

Yani şöyle bir ışık görüyorum, bence genç nesil eski jenerasyonlar gibi oturup da böyle saatlerce televizyon izlemiyor. Benim oğlum mesela yabancı dizileri izliyor. Daha çok bilgisayar başında şimdi herkes. Ayrıca tüm işlerini de insanlar oradan yönetiyorlar. Masum sonrası onlarca genç çevirdi beni sokakta. Orada keşfetmişler, izlemişler. Bir de yani ulaşması da o kadar kolay ki. Ücretli ama ücreti desen bir sigara parası aslında. Bu platformların çoğalması, yayılması bizim gibi oyuncuları da rahatlatacak, elini kolaylaştıracak bir şey. 60 dakika içinde tıkır tıkır her şeyi anlatabiliyorsun yabancı dizilerdeki gibi. Uzun bakışmalar, saçma sapan uzatmalar olmadan ana hikâyeni, karakterlerini anlatabiliyorsun. Bir çırpıda istediğin her meseleyi iletebiliyorsun. Tüm sezonu izleyince de uzun bir film izlemiş gibi oluyorsun. Bir de Masum gerçekten çok iyi bir senaryoya sahipti.

Peki siz de Masum’u uzun bir film gibi mi okudunuz? Yoksa parça parça mı geldi senaryo? Ve nasıl dahil oldunuz işe?

Direk menajerim aracılığıyla ulaştılar bana. Ama ben aslında Seren’i (Yüce) tanıyorum. Eylem arkadaşım benim Seren. Çok da sevdiğim bir yönetmen. Çoğunluk mesela çok sevdiğim bir filmdir. Onun dizi yapma işine neden sıcak baktığını merak ettim başta, o yüzden daha bir merak ettim Masum’u. Berkun Oya da genç kuşak içerisindeki en iyi yazarlardan biri. Ben zaten böyle şeyleri önemsiyorum. Yönetmen sinemasına inanan bir oyuncuyum. Çok kötü bir senaryodan iyi bir film çıktığına çoğu kez şahit olmuşumdur ya da çok iyi bir senaryodan son derece kötü bir film çıktığına… Dolayısıyla yönetmen sinemasıdır benim için en önemli olan. Senarist, yönetmen, birlikte çalıştığım oyuncular filan benim için çok önemli ve Masum’da da resmen bir rüya takımıyla çalıştık. Yani bizim ana oyuncu kadrosundan bir film içerisinde maksimum iki-üç kişi olabiliyor. Her biri başrol de oynamış oyuncular.

Set tecrübesi de keyifli miydi?

Set çok harikaydı. Yani sabahın köründe geliyoruz, normalde çok düşük ya da bitkin filan olabiliyorsun ama bizim set gerçekten çok yüksekti. Haluk’u (Bilginer) özellikle söylemek istiyorum. Onunla da daha önce çalışmıştım ama yine hatırladım, bu kadar pozitif enerji sahibi biriyle çalışırken zaten en kötü ne olabilir… Gerçekten çok neşeli ve kimsenin egosunu ortaya koymadığı bir set oldu. Çok şahane geçti tüm süreç. Biraz sosyal sorumluluk projesi gibi de baktı sanırım herkes işe.

Masum’un ilk olmasından da kaynaklı öyle özel bir durumu oldu cidden sanırım. Herkes bir tutsun ve buradan devam edilebilsin istedi anladığım kadarıyla. O yüzden de ekstra bir yüksek enerji çıkmış olabilir.

Aynen öyle. Çok asıldık gerçekten ve sonuç da çok iyi çıktı. İzleyen herkes de çok beğeniyor. Ben bugüne kadar hiç olumsuz bir şey duymadım Masum hakkında. Bilmiyorum, belki siz daha çok şey biliyorsunuzdur.

Yok, açıkçası ben bahsettiğiniz desteği ve birliği seyircide de gördüm. Okuduğum yorumlar, sosyal medyadaki paylaşımlar hep insanların da böyle bir işe ihtiyacı olduğu ve bu kompakt halden memnun olduğu yönündeydi. Çok büyük bir ilgiyle takip edildi bölümler. Sanki herkes artık böyle bir diziyi de hak ettiğini düşünüyor gibiydi.

Galiba öyle evet. Geçen gün nüfus cüzdanımı yenilemek için nüfus müdürlüğüne gittim. Oradaki memur kadın, Nur Hanım sizi öpmek istiyorum, gerçekten çok sevdim Masum’u. Kızım aldı izledik bütün bölümleri üst üste. Hatta işe gecikecektim o yüzden dedi. Bizim jenerasyonun da diziye bir şekilde ulaşmış olduğunu görüyorum, o da çok güzel.

Image

Bence bir de şöyle çok tatlı bir yanı oldu dizinin farklı jenerasyonlar konusunda. Örneğin şu sıralarda ergen ya da 20’li yaşlarının ortalarında olan jenerasyondan da sizinle ilgili ciddi bir keşif oldu. Diziyi izleyen genç kitlenin size aşina olan tarafından özellikle sizinle ilgili büyük bir alkış koparken, sizi Masum’la keşfeden çok daha genç bir grup seyirci de olduğunu gördüm sosyal medyada. Ve mesela onlar da geriye dönüp önceki işlerinizi internetten, oradan buradan keşfetmeye başlayacak belki. Bu insanların sizi o kadrodan çat diye seçip almasında biraz oynadığınız karakterin de etkisi olduğunu düşünüyorum. Yerli dizilerde görmeye alışık olmadığımız bir orta sınıf annesi Nermin. Bir kere hiçbir şekilde bir melek değil. Evlat ayırıyor, suç işliyor, başına buyruk takılıp, gerektiğinde emekli polis bir kocanın bile lafını dinlemiyor. Bu da biraz karakterin histerisini besleyip, rolü bizim için daha çekici bir hale getiriyor sanki. Siz ne düşünüyorsunuz karakter hakkında? Nasıl çıkardınız rolü? Çok tanıdık biri mesela Nermin, kendi hayatınızdan da referanslarınız var mıydı?

Yani birebir değil elbette ama huysuz tarafı filan biraz annem gibi. Annem de biraz huysuz bir kadındı. Bir buçuk yıl kadar önce kaybettik onu. Biraz ona benzetiyorum Nermin’i. Ama sevgisiz de bir kadın Nermin. Ailedeki erkeklerden de biraz nefret etmiş gibi sanki. Tabii benim için rol roldür. Ben kariyerimin ilk filminden beri hep role baktım, ne kadar çıkarabilirim, ne kadar o kişi olabilirim diye.

“KADINLARIN KAMERA ARKASINDA NEREDEYSE YOK GİBİ OLDUĞU, KAMERA ÖNÜNDEKİLERİN DE OLUMSUZ ÖZELLİKLER TAŞIYAN KARAKTERLERİ KABUL ETMEDİKLERİ BİR DÖNEMDİ. HEP CİCİ KIZ, İYİ KADIN ROLLERİ OYNAMAK İSTİYORLARDI VE SENARYOLARI DA YA KOCALARI, SEVGİLİLERİ YA DA BABALARI OKUYOR VE RESMEN ONLAR KARAR VERİYORDU. 1979’DAN BAHSEDİYORUM TABİİ”

Kariyerinizin başı demişken, cidden biraz en başa dönmekte fayda var. Her şey nasıl başladı sizin için?

Sinemaya başlamam 1979’dur. Tuncel Kurtiz benim arkadaşımdı, ağabeyimdi. İsveç – Türkiye ortak yapımı bir film çekiliyordu (Bereketli Topraklar Üzerinde) ve o dönem ilk eşim de oynuyordu filmde. Ben o yıllarda foto modellik yapıyordum ve film teklifleri de geliyordu ama pek sıcak bakmıyordum. Bir de o dönem Kemal Sunal komedileri ya da benzer komedi filmleri vardı çok fazla ve ben de açıkçası hiç ilgilenmiyordum o tür filmlerle. Şimdi de olduğu gibi aslında. Ve kadınların kamera arkasında neredeyse yok gibi olduğu, kamera önündekilerin de olumsuz özellikler taşıyan karakterleri kabul etmedikleri bir dönemdi. Hep cici kız, iyi kadın rolleri oynamak istiyorlardı ve senaryoları da ya kocaları, sevgilileri ya da babaları okuyor ve resmen onlar karar veriyordu. 1979’dan bahsediyorum tabii… Tuncel Ağbi filmde bir rol için Bunu Nur oynayacak dedi. Ben tabii öyle kaldım. O zamana kadar da ancak bir iki reklam filminde filan oynamışım. Orhan Kemal’in romanını da biliyorum, çok seviyorum ama sete gidene kadar senaryoya bile bakmadım. Ve filmin de ilk çekim günü benimle başlıyor. Hani beceremezsem vazgeçecekler, İstanbul’dan oyuncu getirecekler filan. Hiç unutmuyorum o sahneyi, böyle bir yemek karıştırıyorum, bir yandan da kadının tekine laf yetiştiyorum. Neyse, çektik sahneyi ve bir anda Tuncel Ağbi’yle Erden Kıral’ın üzerime geldiğini gördüm. Sarıldılar ve tebrik ettiler. Ve o film benim için bir prova ve bir kayıt şeklinde bitti.

Ve bir başlangıç filmi için de çok şanslıydınız. Çünkü Bereketli Topraklar Üzerinde Türkiye sinemasının da en önemli birkaç filminden biri.

Aynen öyle. Ve o dönem de çok güzel yazılar çıkmıştı. Üstelik set ortamını da çok sevmiştim. Kendi kendime dedim ki, Kızım bu oyunculuk senin için biçilmiş kaftan. Senin hayatın bundan sonra böyle gidecek. Çünkü kendimi biliyorum yani, çıkıntı bir tipim ben. Mesela biliyorum ki bir bankacı olamam ben. Geçen gün bankada bir adam geldi, 500 bin lira yatıracağım dedi, hemen Sizi şöyle alalım filan dediler. Ben diyemem mesela. Huysuzlanırım. Ama bizim iş böyle bir iş değil. Bir film geldiğinde en fazla Senaryonuzu beğenmedim, teşekkürler diyorum. Hatta bazen samimi bir yerden, çok fena bulduğum işler için Kafanıza silah mı dayıyorlar ya, bunu çekmeniz için? bile diyorum. Yani çok özgür bir iş benimki. Küçücük paralar kazanıp onlarla da yaşayabiliyorsunuz ve de. Ben de öyle yapıyorum. Mesela Masum’a kadar sanırım dört yıl oldu, çalışmıyorum. Ben yılda iki film yapar otururum, bana yeter. Magazinlerde ortalıkta gezen o aynı 35 insan filan var işte. Onları görüyor insanlar bir tek ama benim gibi yapanlar da var. Çünkü benim bir hayatım var. Ve ben gönlümden geçtiği gibi, o mütevazı hayatı yaşamak istiyorum. Ben özgürüm yani. Benim de işlerde yanlış tercihlerim, hatalarım var, yok değil. Ama unutup gidiyorum onları da.

Zaten Türkiye sinemasında içinde hatasız film yok gibi maalesef. Sizin buradan bakıldığında oldukça parlak bir kariyeriniz var aslında.

Yani kendimi korumaya çalıştım tabii.

Çok da iyi bir başlangıç yaptınız aslında Erden Kıral’la. Daha sonra Ayna’da ve Gece’de de çalıştınız birlikte.

Evet. Ayna’yı da çok severim mesela. Ne kadar iyi bir filmdir.

1980’li yıllardan sonra da çok fazla değişen bir sinemamız var aslında. Özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından sonra başlayan dönemde çok daha yeni hikâyeler, özgür bakış açılarıyla kotarılmış filmler izledik. Ama siz biraz da sansürün o keskin makasından muzdarip filmlerde yer aldınız bolca. İlk filmlerinizden biri mesela, Bir Günün Hikâyesi de o dönem çok yoğun bir sansür görmüştü diye biliyorum.

Aynen. İki yıl boyunca sansüre takıldı, çekildikten sonra çıkamadı. İlk ismi Sabah’tı hatta filmin. Ve biz filmi temmuz ayında çektik, döndük. Üstüne iki ay sonra darbe oldu ve film kaldırıldı kaldı çok uzun bir süre. Hatta bir işçi hikâyesi anlatan, dram yönü ağır da basan bir filmdi ama mecburen film çıkabilsin diye gittik bir buçuk yıl sonra filme aşk sahneleri, duygusal sahneler çektik ve bir aşk filmi gibi paketlendi. Ancak öyle çıkabildi. Aslında bir maden filmiydi ve sarı sendika üzerine yoğunlaşan bir hikâye anlatıyordu ama biz filmi insanlar izleyebilsin ve o dönemki kuruldan geçebilsin diye gidip öpüşme sahnesi çektik. Hatta film bizde sansürdeyken yurtdışında Sicilya’da bir gösterimi olmuştu. İlk orada izlenmişti. Ama bizde anca iki yıl sonra… Sinan Çetin’in ilk filmiydi, benim de ikinci filmimdi. İlk ve son kez çalışmıştık onunla da.

Ve iki yıl sonra da bu filmle Altın Portakal kazandınız.

Aynen. Hatta o yıl darbe olduğundan yapılmadı festival. Bir yıl sonra yarıştı film. O yıl Bereketli Topraklar Üzerinde de çok beğenilmiş hatta. Ve düşünün ki o yıl festival jürisinde generaller filan var. Öyle bir dönem. Hatta Nisa Serezli de jürideydi. Bana sonrasında söylediğine göre beni Kadın Oyuncu ödülü için düşündüklerinde Durun bakalım daha ilk filmi, belki de sonrasında kötü olacak filan denmiş. Düşünün ki sinema o dönem kimler tarafından, ne şekillerde değerlendiriliyor ve ödüllendiriliyor.

İnanılmaz bir ortam varmış gerçekten.

Zaten filmler de mecburen zayıflamaya, içleri boşalmaya başladı. Ben 1983’e kadar film yapmadım bu yüzden. Bir sürü teklif geldi ama öyle filmler ki, hiçbirinde kendimi göremedim. Çok kötü işlerdi. Derman’a kadar hiçbir teklifi kabul etmedim ve o günden beri de her yıl iki filmde filan oynaya oynaya işte bugüne kadar geldim. 38 sene geçmiş aradan.

Şimdi de pek farklı sayılmaz aslında durum. Bu kez sansür ya da denetim meselesi henüz filmlerin bakanlık desteği ya da izni aşamasında devreye giriyor. Emin Alper, Tolga Karaçelik gibi uluslararası anlamda rüştünü ıspatlamış yönetmenler filmlerine destek alamıyor. Hiçbir Kürt filmi bakanlıktan destek alamadı mesela son başvurularda.

Ve alan filmlerden birini gördünüz mü? Fragmanı çıkmış, feci bir şey.

Bir Annenin Feryadı mı?

Evet. Yani dönem o dönem işte şimdi. Facia bir şey. Hikâyesiyle, oyuncusuyla, yönetmeniyle çok fena görünen bir şey… Yeşilçam döneminde çok daha hafifti bu aşama. Gönderirdiniz filminizi, işte bir aşk filmi, zengin kız fakir oğlan filan, çok nadir takılırdı bu filmler, o da muhtemelen Danıştay’dan filan. Ama bir şekilde çıkıyordu o filmler. Şimdi, henüz baştan engelleniyorlar. Bir de o kurulda bildiğim kadarıyla sektörden de meslektaşlarımız var. Tabii onların sözü ne kadar dinleniyor bilemiyorum da. Ama bir sürü bürokrat var ağırlıklı olarak, çekilecek filmlere karar veren insanlar. Onlar ne kadar anlayabilir ki sanattan. Tolga Karaçelik mesela bir yığın ödül almış bir yönetmen. Şimdi bu çocuk oraya sıradan bir şey mi götürdü? Hayır. Bir Emin Alper’in neden reddedildiğinin hikâyesini bize kim anlatabilir? Üstelik para sizin paranız da değil bir de. Yani benim paramla hovardalık yapıyorsun sen orada. Sinemalardan kesilen vergilerle bunu yapıyorlar ve bize dönmesi gereken para, o para. Sen bizden Bir Annenin Feryadı için mi kesiyorsun o paraları? Tamam ona da ver ama Emin Alper’e de vereceksin yani. Ya da Eser İşletme Belgesi bahanesiyle festivallerde film yasaklıyorlar. Yani ben o filmlerden birinde oynuyor olsam ve yasaklansa bir daha asla gitmem o festivale. Kaldı ki zaten senelerdir gitmiyorum festivallere.

“TABİİ Kİ SENARYO VE YÖNETMEN ÇOK ÖNEMLİ AMA BİZİM ÇALIŞMAK İSTEDİĞİMİZ FİLMLER DAHA ÇOK DAYANIŞMA FİLMLERİ OLUYOR. BU 1980’Lİ YILLARDAN GELEN BİR KARAKTER.”

Bir de sizin kariyerinizde şöyle ilginç bir şey de var. Aslında Oscar ödüllü bir filminiz var sizin, Umuda Yolculuk. Bir İsviçre filmi aslında ama Türkiye’den İsviçre’ye gitmeye çalışan bir ailenin hikâyesini anlatıyor ve çıktığı yıl da Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı dahil, pek çok ödül kazandı.

Evet bu Oscar muhabbetlerinde filan o filmi hep unutuyorlar. Ve Erden Kıral’ın Ayna’sı mesela çıktığı yıl Almanya’nın Oscar adayı olmuştu. Ama Umuda Yolculuk çok acayip bir gerçek hikâyedir cidden. Hatta sonra Maraş’ta filmde oynadığımız gerçek karakterlerle tanışmıştık. Ve İsviçre’de yaşanmış hâlâ en feci olay. Bir çocuğun ailesinin sırtında donmuş olması ve ailenin de onu saatlerce farketmemesi. Biz Maraş’ta İsviçre’de filmi çektik geldik mesela o dönem, baba o sırada halen cezaevindeydi ölüme sebebiyet vermekten. Sonra salındı. Geçenlerde hatta İsviçre’de yeniden gösterilmiş film. Yönetmeni Xavier de Amerika’dan gelmiş hatta gösterime. Benim kuzenim de orada yaşıyor, gitmiş gösterime. Xavier ile konuşmuşlar. Beni sormuş hatta. O deli kız ne yapıyor, hâlâ tutuklanmadı mı? diye sormuş. Bu arada bence çok da güncel bir film hâlâ. Dünyanın da gündemindeyken bu kadar mülteci meselesi, sınırların zorlanması. Bugün de işler hâlâ.

Uçurtmayı Vurmasınlar da benzer şekilde güncelliğini koruyan bir film aslında.

Evet. Ama ben o filmi daha başka bir yerden okuyorum. Yani bence politik bir filmden ziyade çocuk sahibi olmamış bir kadınla, çocuklu bir kadını yan yana getiren ve o idealist kadınla küçük bir çocuğun arasındaki sevda hikâyesine bakan bir film olarak görüyorum Uçurtmayı Vurmasınlar’ı.

Image

Peki, aktif şekilde film yapmaya devam ediyorsunuz. Konuşma boyunca da pek çok ipucu verdiniz aslında ama gelen işleri neye göre tercih ediyorsunuz?

Ya aslında bu benim için pek değişmiyor en baştan beri. Tabii ki senaryo ve yönetmen çok önemli ama bizim çalışmak istediğimiz filmler daha çok dayanışma filmleri oluyor. Bu 1980’li yıllardan gelen bir karakter. Bir yönetmen gelip şu kadar param var diyor ve yani yapıyorsun sen de elbette. Bazı filmlerden para dahi almamışımdır. Ama yönetmen ve senaryo dediğim gibi çok önemli. Ve mesela Seren’le de bir filmde çalışmak çok isterim. Yeni jenerasyondan favori yönetmenim diyebilirim. Rüzgarda Salınan Nilüfer’i de izledim ve çok beğendim. Karakterleri çok gerçek ve omuz omuza olduğumuz yaşayan insanlar mesela ve o kesimi çok iyi yakalamış.

Yeni jenerasyon yönetmenlerin daha şanslı olduğunu düşünüyor musunuz peki bugünün şartlarına baktığınızda?

Yani elbette daha şanslı oldukları çok nokta var. Geçmişe baktığınızda daha yapımcı filmleri görüyorum. Baktığınızda en büyük yönetmenlerin bile filmlerine yapımcılar inanılmaz müdahillerdi, çünkü parayı onlar veriyordu. O yüzden de başrolde şu olsun, şurda bu olsun deniyordu. Şimdi daha özgürler. Biraz da 1980’li yıllardan sonra Atıf Yılmaz’ın başını çektiği bazı yönetmenlerin sayesinde bu özgürlük ortamının oluştuğunu düşünüyorum. Şerif Gören de bu başarıyı yakalayabilmiş yönetmenlerdendir mesela. Erden de Zeki Abi (Ökten) de öyleydi mesela. Şimdi ama daha mutluyum sinemanın içinde bulunduğu durumdan. Daha özgür filmler yapılabiliyor her şeye rağmen. Daha ticari filmler de var elbette, onlar da olsun, onlar da iş yapsın ama mesela bir Nuri Bilge Ceylan’ın yurtdışında daha çok tanınıyor olması çok hoşuma gidiyor. Bir Zamanlar Anadolu’da mesela. Ne kadar harika bir film. Ya da Kış Uykusu’nda müthiş bir aydın eleştirisi var. Son derece de politik filmler bence bunlar. Zeki Demirkubuz’un Kader’i ya da. Kader benim favori filmimdir. Her seyrettiğimde bu kadar müthiş bir film nasıl olabilir diye düşünüyorum. Kürt yönetmenler de harika işler yapıyor. Kürt sinemasının da doğuşuna birebir tanık olmuş biri olarak yapılan nitelikli işleri ilgiyle takip ediyorum. Press mesela ne kadar çarpıcı bir film. Sinemaya Kürdistan coğrafyasındaki acıları anlatarak girmeleri de çok doğru bence. Mesela şimdi Cizre’yi yapacak biri muhakkak. Yakılan insanların, o çığlıkların duyulması lazım. Gerçi mesela biz hâlâ çok sıkı bir 12 Eylül filmi de yaptık diyebilir miyiz? Maalesef hayır. Mesela Latin Amerika’dan Resmi Tarih / La Historia Ofical gibi bir film yapılabilmesini istiyorum. Var ama çok yetenekli yönetmenlerimiz. Emin Alper mesela. Harika filmler yapıyor bana göre. Sonra kadın yönetmenler… Toz Bezi, Ana Yurdu çok başarılı. Eskiden iki tane kadın yönetmen vardı elimizde, hatta kamera arkasında neredeyse kadın yoktu.

Yerli sinemada kadın hikâyelerinin de anlatılabilmesi meselesi de önemli gerçekten. Bu konuda Atıf Yılmaz’ın ciddi anlamda bir öncü olduğunu söyleyebiliriz herhalde?

Kesinlikle. Atıf Ağbi bir devrimcidir o konuda. Sinemada kadın cinselliğine bakabilen bir yönetmen olamazdı daha öncesinde. Beyaz perdede insanlar kilodunu indiriyor, ne büyük bir olay. Yani Atıf Ağbi buralara kadar girdi. Bütün bunlardan da cesaret aldı bir sürü sinemacı.

Türkiye sinemasında kadın cinselliği meselesine bu kadar yakından bakabilen belki de ilk yönetmendi gerçekten.

Zaten en iyi de o anlatabilirdi, çünkü kadınları en çok seven insandı o. Hepimizin sevgilisiydi. Ben yanağından öpmek isterken, illa bir denk getirip dudağından öpen bir insandı. Unutulmaz bir karakterdi gerçekten. Dolayısıyla onun kadın filmlerini başlatması da hiç sürpriz değildi. Şerif’in (Gören) Kurbağalar’ı mesela. Yılanların Öcü’ndeki anne karakterinde bile vardır mesela o kadın cinselliği. Romanda o kadının cinsel geriliminden yansıyan öfkeyi filmde görebildik biz.

Rüzgarda Salınan Nilüfer’de de o üst orta sınıfa mensup kadın karakterin tüm gerilimini ve varoluş tıkanıklığını buradan okumak mümkün hakikaten.

Aynen. Songül Öden de gerçekten harika oynamış. Çok beğendim. Ana Yurdu’nda da iki kadın arasındaki o mücadele çok etkileyici. Tereddüt’ü henüz izlemedim ama o da öyle görünüyor.

“BİR DE PEK MUHAFAZAKÂR BİR KADIN DEĞİL NERMİN. YALANDAN BİR NAMAZ KILIYOR AMA…”

Masum’daki karakterinizin de bu kadınlarla benzeşen tarafları var bana göre. O da geleneksel anne kalıbı ve ona yakıştırılan anlamların dışına çıkabilen bir karakter bu anlamda.

Kesinlikle öyle. Mesela o da iki çocuk yapmış ama öylesine. Yani seviştikleri için sadece. Hatta sevişme de denemez belki de ona. Ve o kadının da altında o cinsel gerilim var hakikaten.

Masum’da Nermin ve Cevdet’in karşılıklı sahneleri de belki o yüzden bu denli kuvvetli çıkmış. Aralarındaki o öfke tutamını çok net hissedebiliyoruz.

Kimi zaman da o öfke yerini başka şeylere bırakıyor o ikisi arasında. Örneğin Cevdet’in Nermin, biliyorlar… dediği sahnede mesela ikisinin arasında bir suç ortaklığı var artık. Ya da Cevdet’in hastalandığı sahnede sanki yarısını kaybetmiş gibi bakıyor Nermin. Bir de pek muhafazakâr bir kadın da değil Nermin. Yalandan bir namaz kılıyor ama…

O da zaten artık tamamen suça battığında bir yüzeye çıkma hamlesi gibi sanki?

Aynen öyle. Bir çeşit arınma…

Image

Peki, Masum’a geri dönmüşken sorayım, bundan sonra da Masum gibi online platformlara yapılan işlere devam etmek ister misiniz? Nasıl ilerler sizce bundan sonrası?

Çok isterim. Çok da severek içinde bulunurum. Çok özgür hissettim, bir sinema filmindeki gibi çalıştık zaten. Ve mekânlara göre gidelim bile demedik. Biraz hikâyeye göre de ilerlemek istedi Seren. Çünkü giden bir hikâyede kaybolmayalım da istedi. Çok fazla geri dönüşler de olduğundan devamlılık açısından da zordu ama çok iyi kotarıldı iş.

Peki bir antolojiye dönüşse Masum, her sezon yeni bir hikâye, aynı kadro?

Seve seve içinde olmak isterim öyle bir şey olsa. Çünkü senin de dediğin gibi o buluşmayı yaratmış olması da çok hoşuma gitti Masum’un. Geçen gün Fenerbahçe stadının orada 20’li yaşlarında genç bir çocuk geldi şak diye öptü beni. Çok hayran kaldım size dedi. Teşekkür ederim oğlum dedim, Hayır ben teşekkür ederim bu kadar güzel bir şey yaptığınız için dedi. Böyle şeylerin olması çok mutlu ediyor beni. Cidden Masum’un içerisinde bulunduğum için çok mutluyum. 

  1. Seks turizmi ve kupa eşler peşinde: Ekaterina

    Romain Mader’den, kadınların iyi bir eş olmak ve güzel fiziklerini korumak için eğitim aldıkları ve sadece evlenerek terk edebildikleri Дреамтовн isimli bir kasabada geçen, hiciv dozu yüksek kurgu bir öykü...

  2. Regl öncesi sendromu üzerine bir artırılmış gerçeklik sergisi: PMS

    14 Nisan’da sanatçı ve illüstratör Meltem Şahin küratörlüğünde Bant Mag. Havuz’da açılan PMS, Türkiye ve farklı ülkelerden kadın sanatçıların regl öncesi sendromundan yola çıkarak hazırladığı GIF’leri bir “artırılmış gerçeklik” sergisinde bir araya getiriyor.

  3. Gezegenin “öteki” suratları: “İnsan Dışı”

    Barselona’da sanatın çocuk eğitimindeki rolü alanında yaptığı doktora çalışması ve hem yurt içinde hem de dışındaki çeşitli karma sergilerinden sonra 3 Haziran’da Bant Mag. Havuz’da açılacak ilk solo sergisi İnsan Dışı için hazırlanan Heval Tonger Yazıcı ile sohbet ettik.

  4. Air Max Günü şerefine: Paris Running Club & Nike Air Quarters buluşması

    Nike Air Max Günü, İstanbul’da başta Paris Running Club üyeleri olmak üzere birçok yaratıcı ismin yer aldığı ve Bünyamin Aydın’ın küratörlüğünde gerçekleşen etkinlikle kutlandı.

  5. A’dan Z’ye: Can

    Bu ay kuruluşunun 50. yılını kutlayan efsanevi gruba dair A’dan Z’ye bilinmesi gerekenler...

  6. Aklımdakiler: Pentagram

    Türkiye’de metal müzik denince akla gelen ilk grup Pentagram, otuz yıllık yolculuğuna çeşitli şekillerde tanıklık etmiş yazar, müzisyen ve organizatörlerin sorularını yanıtlıyor.

  7. Eski kafalı ve fütürist: Allred & Broderick

    Cappadox’tan hemen önce, Peter Broderick’le Erased Tapes etiketiyle yayınlanan taptaze işbirliği üzerine...

  8. Köklere dönüş: Trans Am

    Trans Am üyesi Phil Manley, yeni albüm California Hotel’in hazırlık aşamalarını anlatıyor.

  9. Onuncu yılında: Record Store Day

    Müzik sektörünün en çok tartışılan kutlamalarından biri olan Record Store Day, bu yıl onuncu kez düzenleniyor.

  10. “Müzik kolay kısmıydı”: ESG albümü “Step-Off” 15 yaşında

    ESG üyesi Renee Scroggins’le on beşinci yılı şerefine yeniden yayınlanacak Step-Off üzerine.

  11. “Kolektif olmayan bir yapı düşünmek insanlığa aykırı”: Tampon

    1 Nisan’da İstanbullu efsanevi punk grubu Tampon’un tarihi değer taşıyan ilk albümü Planet Tampon çok özel duyulan ve çok özel hissedilen bir plak baskısı olarak bizlerle buluşuyorken grupla arayı kapatıyoruz!

  12. “Severim iğneyle kuyu kazmayı!”: Prof Sny Records

    Bizleri Planet Tampon plağına kavuşturan Prof Sny Records bugüne kadar yaptığı tüm yayınlarının detaylarını; neyi, nasıl ve neden yaptığını anlatıyor.

  13. Karşılıklı bir teslimiyet: Anadol

    Anadol’un tahrik edici bir pop içliliğine sahip yeni albümü Hatıralar müptelalarını bekliyor.

  14. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  15. Juliette Binoche ve kafamıza sıkan 10 unutulmaz performansı

    Dünyanın en özel birkaç oyuncusundan biri olan Juliette Binoche, Nisan ayı itibariyle Ghost in the Shell’de karşımıza çıkacak. Kendisinin muazzam kariyerinden on şahane performansa aşk mektubu yazmak için bulduğumuz en iyi bahane, şimdilik bu.

  16. Müdanasız bir oyuncu: Nur Sürer

    Türkiye sinemasının nev-i şahsına münhasır kimliklerinden Nur Sürer’le şöhreti kulaktan kulağa yayılan online dizi Masum’daki harika performansından başlayan sohbetimiz koyulaşarak akıp kendi yolunu buldu. Buyrun, kendisinin hayata baktığı o harika yerde tüm hayranlığımızla beraberce eriyip bitelim.

  17. Ölümsüzlüğü hedeflemeyen bir efsane: Ian McKellen

    “Homofobiyle mücadele sürecinde küçücük bir rol oynayabilmek bile ayrıcalıktır.”

  18. İyisiyle kötüsüyle: Favori animasyonların canlı aksiyon uyarlamaları

    Nisan ayında vizyonda izleyeceğimiz anime uyarlaması Ghost in the Shell’den de hareketle, favori animasyonların canlı aksiyon uyarlamalarını, iyisiyle kötüsüyle masaya yatırmakta karar kıldık.

  19. “Unutmanın sınırı ne olabilir?” sorusunun peşinden: Kaygı

    Ceylan Özgün Özçelik’le Nisan ayında İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Bölümü’nde Türkiye izleyicisiyle buluşacak ilk filmi Kaygı’yı konuştuk.

  20. Mekân içinde mekân, beden içinde organ: “YU”

    Mart ayında Ah! Kosmos olarak Together We Collide isimli yeni EP’sini yayınlayan Başak Günak, daha önce Şimdi düşünüyorum da senin için yok olmak ne zor olurdu performansında birlikte çalıştığı dansçı ve koreograf Gizem Aksu’yla bahar aylarında da İstanbul ve yurtdışındaki yolcuğunu sürdürecek son işi YU üzerine konuştu.

  21. Yaşamı neden hep “üreyebilme” üzerinden tanımlayalım ki?: Svalbard Küresel Tohum Deposu

    Norveç'e bağlı Svalbard takım adalarında yer alan Küresel Tohum Deposu’nda saha araştırması yapan Sophia Roosth’la, evrimsel biyolojiye, queer kuramına, biyolojide ve siyasette hızlı-yavaş ritim tasavvurlarına ve zamanı derinlemesine düşünen mimari yapılara uzanan, kafa açıcı bir sohbet.

  22. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler