Nesiller ilerledikçe unutulma riskiyle karşı karşıya olan pek çok ismi, şarkıyı ve öykülerini söze dökerek değerli bir kültürel arkeolojiyi de ortaya koyan Hayat Dudaklarda Mey, yayınlanmasının ardından geçen birkaç ay içerisinde şimdiden uzun ömürlü bir yayın olacağının ve zamanla pek çok kişisel kütüphanede hak ettiği yeri alacağının sinyallerini veriyor. Ve özenli emeğin ortaya koyduğu her iş gibi, insanda büyülü bir merak ve öğrenme açlığı uyandırıyor. Aklımdakiler serisine hayatında mutlaka Murat Meriç’le bir çilingir sofrasına oturmuş eş, dost ve ahbabından gelen sorularla devam ediyoruz.


Türkiye popüler müzik tarihinin yetkin ismi Murat Meriç, kurduğu çilingir sofrasında yer açıldığını öğrendiğimiz zaman işi gücü bırakıp koştuğumuz o özel dostlar gibi, insanı müptela eden muhabbetkâr bir dille bizleri çilingir sofralarının ses alemine davet ediyor ve iki cilde yayılan Hayat Dudaklarda Mey kitabında anason kokan tam 213 şarkının hikâyesini okuyucularıyla paylaşıyor.

Müziği; tarihi, bağlamı, bağlantıları ve “az bilinenleriyle” ele alarak araştıran, dinleyen ve dinleten Murat Meriç’in 2019’un son deminde yayınlanan kitabı Hayat Dudaklarda Mey, uzun süren bir geceye yayılmış, müziğin ve onu icra eden müzisyenlerin ise onur konuğu olduğu bir çilingir sofrasında geçiyor. Rock, pop, arabesk, halk müziği ve alaturka olmak üzere beş ana türe ait 213 şarkının; çoğumuzun bilmediği, merakı bolca gıdıklayan öyküleriyle akıp giden bu kitaba samimiyeti aşikâr bir sevgi ve özenli bir araştırmanın ortaya koyduğu bir ansiklopedi demek daha doğru olur aslında. Meriç’in kendisinin de bir “eğlence kültürü ansiklopedisi” olarak tanımladığı Hayat Dudaklarda Mey, öykülerini sunduğu şarkılar bütünüyle hem toplumsal belleğimizde yer etmiş Erkin Koray, Müzeyyen Senar, Sezen Aksu, Müslüm Gürses, Zeki Müren gibi nice efsane isme saygı duruşunda bulunuyor, hem de memleketin dönemden döneme geçirdiği değişimlerin de izini sürüyor ve bu değişimlerin Türkiye’nin eğlence kültürünün değişmeyen sabiti çilingir sofrası üzerindeki yansımalarından bahsediyor.

Daha önce Rakı Ansiklopedisi ve Rakı Gastronomisi gibi bu kültürün mirasını korumaya yönelik kitaplar yayınlayan Overteam Yayınları’nın bir alt kuruluşu olan Anason İşleri Kitapları tarafından Mey/Diageo desteğiyle basılan Hayat Dudaklarda Mey’de yer alan, Meriç’in derlediği hikâyelerle daha yakından tanıdığımız şarkıların yer aldığı bir Spotify listesi olduğunu da eklemeden geçmeyelim. Zira böyle bir kitap için harika bir eşlikçi… Aynı şekilde, kitapta yer alan QR kodlarla öyküsünü okuduğunuz şarkıyı anında dinlemek de olası. Daha ne olsun? Ee bir kadeh de rakı, üç beş meze ve sohbetkâr dost olsun tabii ya…

Nesiller ilerledikçe unutulma riskiyle karşı karşıya olan pek çok ismi, şarkıyı ve öykülerini söze dökerek değerli bir kültürel arkeolojiyi de ortaya koyan Hayat Dudaklarda Mey, yayınlanmasının ardından geçen birkaç ay içerisinde şimdiden uzun ömürlü bir yayın olacağının ve zamanla pek çok kişisel kütüphanede hak ettiği yeri alacağının sinyallerini veriyor. Ve özenli emeğin ortaya koyduğu her iş gibi, insanda büyülü bir merak ve öğrenme açlığı uyandırıyor. Aklımdakiler serisine hayatında mutlaka Murat Meriç’le bir çilingir sofrasına oturmuş eş, dost ve ahbabından gelen sorularla devam ediyoruz.

Ceylan Ertem:

Grup Yorum, Tülay German, Selda abla, Moğollar, Yeni Türkü, Sezen Aksu, Bulutsuzluk Özlemi ve Zülfü Livaneli gibi; yaşadıkları ve çalıp-söyledikleri dönemin politik gidişatına sessiz kalmamış, birçok muhalif şarkı-türkü üretmiş ve yorumlamış isimlere kendini yakın hissettiğini biliyorum. (En azından daha gençken:)) Bir röportajında, memleketin muhalif müziğinin şu yıllarda Türk rap müziği olduğunu söylemişsin. Halâ aynı görüşte misin? Ve sence neden yeni alternatif pop ve rock türlerinde üreten müzisyenler bunca savaşlar, ölümler, haksızlıklar, vicdansızlıklar, iklim krizleri, hayvan ve kadın kâtilleri… haberlerine duyarsız kalıyorlar şarkı sözlerinde, albüm konseptlerinde? Ya da duyarsız değiller de ben mi yetersiz gibi okuyorum? Ne dersin Murat’cım? 

Aslında saydığın isimlere yakınlığım hâlâ sürüyor, zaman zaman kimilerine kızsam da şarkıları hep yanımda. Bu anlamda sorudaki “gençken” kelimesine şerh koyuyorum ya da onu “hep genciz be Ceylanım” diyerek günümüze taşıyorum. Bu noktada, genç kuşağın kendini ifade yolu olarak benimsediği rap bahsini önemsediğimi söylemeliyim. Şu anda söz söyleyenlerin başında onlar geliyor. “Korkusuzca” diyemiyorum çünkü korku ikliminden paylarını aldılar. “Susamam” ve sonrasında yaşananlar (ya da aslında yaşanamayanlar) bunu bize gösterdi. Aga B’den Saian’a, Ezhel’den Tahribad-ı İsyan’a sözlerini sakınmadan söyleyen pek çok isim var. İyi ki var. Bahsettiğin röportajın yapıldığı dönemde bir hareketlilik göze çarpıyor, dikkat çekiyordu. Sözlerim, ona istinaden. Bugün bu hattı hâlâ dikkatle ve merakla takip ediyorum ama bir yandan da dikkat çektiğin duyarsızlık canımı sıkıyor. En ses çıkartılması gereken dönemde sessiz kalanları anlayamıyorum. Bağırmaları, slogan atmaları gerekmiyor; küçücük bir paylaşım bile çok etkili olabilecekken olanları yok saymak, galiba çağımıza özgü bir hastalık. Tam da bunun için tek cümle kuranların bile çabası çok değerli. Tam da bunun için “Hırpalandı Mayıs” kitabın en özel şarkılarından biri. Bana bu soruyu sorduğun için söylemiyorum bunu, en başından beri böyle, biliyorsun…

Dilan Bozyel:

Sevgili dostum Muratım Meriçim, seninle Diyarbakır sokaklarını arşınladığımız güne dönerek, doğunun tılsımı kulaklarına konsun tekrar ve lütfen anlat bana; kulağına ilk konan Doğu ezgili müzik/şarkı hangisiydi ve ne zamandı? Ve sence doğulu notalar çilingir soframızda hep en acılı mezelerle mi tat veriyor?

Cânım Dilan, bir Cevat Çapan kitabının başlığı gibi hatırlıyorum Diyarbakır günlerini: “Ne Güzel Yolculuktu Aklımdan Çıkmaz”. Uçakta dönerken yaşadığımız korku hariç değil. Doğunun tılsımı (biraz da alaturkadan geldiği için) hep kulaklarımda aslında. Yine de beni etkileyen ilk “yabancı” şarkının Ciwan Haco’nun yorumladığı “Gûlek” olduğunu söyleyebilirim. Açık söyleyeyim: Varlığını bildiğim ama [Egeli olmamdan mütevellit] duymadığım bir dil, kalbimi çizmişti ve “Sî û sê Gule” albümüne çölde bir vaha gibi sarılmıştım. Sonrası hızlı geldi: Araştırdım, pek çok şeye ulaştım, Koma Denge Azadi’den Aynur’a, Şıvan Perwer’den Nizaettin Ariç’e zıpladım; her birini ayrı sevdim. Sadece Kürtçe değil, Ermenice ve Arapça şarkıları da kattım bu yıllarda dinlediklerim arasına. Sonrasını zaten biliyorsun, görüyorsun; birlikte yaşıyoruz.

Sorunun ikinci kısmı cevabı içinde barındırıyor aslında: Doğulu notaları çilingire taşıdığında, biraz da açtığı muhabbetin kıvamından, ciddi bir acı tat siniyor ortama. Yaşanan onca acının işlendiği notalar, ne kadar neşeli olurlarsa olsunlar, bizi her zaman düşünmeye sevk edecek. Bunu seviyorum. Yine de bu acıları di’li geçmiş zamanda konuşmayı tercih ederim ama yazık ki yaşananlar buna izin vermiyor. 

Doruk Yurdesin:

Kitapta yer alan şarkıların aşağı yukarı tamamını hayatında ilk kez nerede duyduğunu hatırlıyorsundur diye tahmin ediyorum. Bunların epey bir kısmı da henüz bir mey sofrasına katılım gösteremeyeceğin yaşlardan olsa gerek. O dönemlerden getirdiklerini ve yıllar içerisinde aralarına katılan şarkıları ele alırken yaklaşımında bir farklılık olduğunu düşünüyor musun?

Çok tuhaf ama sahiden çoğunu hatırlıyorum ve bu hoşuma gidiyor. Haklısın, bilhassa alaturka şarkılar ve türküler, sofraya dahil olmadığım zamanlarımdan ama şu da var elbette: Benim oturmadığım çilingirlerden bana kalan şarkı sayısı azımsanır gibi değil. Babamın, dedemin, eniştemin sofralarından ya da teyzemin, dayımın pikabından kulağıma çalınanlar bunlar… Bunun için de yaklaşımda çok farklılık yok. Varsa da benim değişimimle alakalı bir farklılık olabilir bu. Artık şarkıları dinlerken onlara daha büyük bir merakla yaklaşıyorum çünkü her biri benim için bir hazine sandığı. Kimi boş çıkıyor, kimi gereğinden fazla dolu. Kimi zaman büyük hayal kırıklıkları yaşıyorum ama bunlar merakımı azaltmıyor. Şunu ekleyeyim asıl: Şarkıları dinlerken bir kısmını olası çilingirler için ayırıyorum. Liste günden güne büyüyor, farklı kollara yayılarak dallanıyor, budaklanıyor. Bu konuda sınırsızlığımı anlatmaya gerek yok muhtemelen: Kadim çilingir arkadaşlarımdan biri olarak iyi bilirsin.

Kitaba ismini veren dizeyi bize hediye eden şarkı, “Yaşamak Ne Güzel Şey”. Yine de kitapta buna yer vermemişsin. Onun hikâyesini dinleyebilir miyiz?

Özel bir hikâyesi yok aslında. Başta “İki Yabancı”nın olması gereken yerde, Ajda Pekkan yorumuyla bu şarkı vardı; sonrasında (anlatırsam uzun süreceği için buraya almayacağım bir sebeple) yerini, yukarıda andığım şarkıya verdi. Talihsizlik, söylediğin şarkıyı kitabın hiçbir yerinde anmıyor oluşum. Bu tamamen benim unutkanlığım. Kitap ikinci baskıyı yaparsa elbette bir yere sıkıştırırım ama o güne dek burada yazmış olayım: Hayat Dudaklarda Mey, adını, sözlerini Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı “Yaşamak Ne Güzel Şey” adlı şarkıdan alıyor. Ben şarkıyı Nilüfer’den dinledim, sevdim ama asıl yorumlayan, kitlelere mal eden, Ajda Pekkan. Hepsine müteşekkirim.

Fatima Çelik:

Hayat Dudaklarda Mey; Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Neşat Ertaş ve Tanju Okan’dan Gaye Su Akyol ve Ceylan Ertem’e memleketin anason kokan şarkılarının hikâyelerini anlatıyor. Bu geniş skalayı düşündüğümüzde Türkiye’de müzik ile anason arasındaki ilişki nasıl değişti?

Aslında galiba her zaman aynıydı bu ilişki. En basitinden, ticari bir ilişki değil bu; hiçbir zaman öyle olmadı. Şöyle açayım bu cümleyi: İnsanlar, çok satsın diye anason kokan (ya da adlı adınca söyleyeyim: içinde rakı geçen) şarkılar yapmadı. En azından kitaba aldığım isimler için bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Türler arasında bir dönüşümden söz edebiliriz en fazla… O da memleketin, eğlence hayatının dönüşümüyle alakalı. Gençliğimden hatırlıyorum, rock barlarda gençler rakı içmezdi; dahası, içilmesi teklif dahi edilmezdi. Biraz da rakının adabıyla alakalı bir durum bu. Ben de öyle bir yerde elimde rakı kadehiyle ayakta sallanmak istemem ama isteyene de “hayır” demek olmaz. Bir dönem deniyordu, artık denmiyor. Rock dinleyenler eskiden beri rakı içiyordu ya da rakı içenler muhakkak rock dinliyordu ama bunların buluşması yakın dönemde gerçekleşti. Sözün özü, sevgili Fatima, müzik ile anason arasındaki ilişki hep aynıydı ama kimi yakınlaşmalar artık daha gözle görünür oldu. Şöyle de diyebiliriz: Gizli aşk artık su yüzüne çıktı, saklanmıyor. [Bir not: Ben örneği rock üzerinden verdim, sen (ve bu söyleşiyi okuyan arkadaşım) bunu aklından geçen her türe uyarlayabilirsin.]   


Gaye Su Akyol:

Sevgili dostum bu iki ciltlik nefis eser ve örtülerinden arındırıp tarihe geçirdiğin musiki dolu yüzlerce hikâye için teşekkürler. Sorum şöyle: Kitapta yer verdiğin müzisyenlerden oluşan 10 kişilik bir rakı sofrası kuracaksın. Nerede, kimlerle, hangi tarihte gerçekleşir bu tarihi olay? Dönen muhabbetler ne olsun istersin? Sayende biraz hayal kuralım, şerefe!

Ne güzel şeyler söylemişsin sevgili Gaye. Kitaba katkın elbette unutulmaz. İyi ki… Sevmiş olman, ayrıca güzel.

Böylesi bir masayı, 70’li yılların son deminde, doğum günüme tekabül eden bir [aslında 1] Mart gününde kurmayı istersem çok mu bencillik etmiş olurum? Yaşımı başımı aldığımı, o günlerde hep birlikte yaşadığımızı hayal edeyim ve masanın  ortasına Müzeyyen Senar’ı oturtayım. Karşısına Safiye Ayla otursun. Tülay German, yanına Dario Moreno’yu alsın, gelsin. Yanlarına da Tanju Okan ilişsin. Barış Manço ve Cem Karaca’yı masanın iki başına yerleştirelim. Gerektiğinde oradan muhabbete girerler. Muhabbet demişken, bir de Nükhet Duru olsa, ne güzel olur! Yakın dönemden Hayko Cepkin ve Kaan Tangöze’yi oraya götürmezsek olmaz. Muhabbeti zenginleştirirler.

Bir şey itiraf edeyim mi: Çok istediğim hâlde Zeki Müren’in o masada olmasını istemem ben ama bu masayı Zeki Müren’in sahne aldığı bir gazinoda kurmayı çok isterim. Nesrin Sipahi de sahnede olsun bence: Zeki Müren’e inat, “Endülüs’te Raks”ı söylesin! Hatta dur, gazino kadrosunu da şekillendirelim… Takdimciler Altan Erbulak ve Orhan Boran: Erbulak Batı müziği solistlerini sunarken Boran, alaturkacıların öncesinde sahne değişimlerinde bize şahane hikâyeler anlatsın. Halk müziği kadrosunda Ümit Tokcan, arabeskte Hakkı Bulut ne güzel olur. Ah, bir de Melike Demirağ! O gece orada “İstanbul’da Olmak” söylemezse olmaz. “Türkçe sözlü hafif Batı müziği”nde assolistimiz elbette Seyyal Taner! Aralarda Yaşar Güvenir piyanosunun başına geçerek bize tangolar çalsın, açılışı gitarıyla Güney Marlen yapsın. Bir de sen ol ama sahnede, sonradan yanımıza gelmek koşuluyla…

Gözlemci olarak da Gökhan Akçura ve Derya Bengi’yi isterim: Bu masayı sonrasında şiir gibi yazacak insanlar, onlar.

Ne demiştin? On kişi mi? Bak, daha Ahmet Kaya’yı oturtmadık masaya, ne yapacağız?


Gökhan Akçura:

Murat senin yazarlığın kadar DJ’liğin de ünlü. Dikkat ettim, bu tür gecelerde hep 45’lik çalıyorsun. 45’lik koleksiyonunu bize biraz anlatır mısın? Nasıl başladın toplamaya? Hangi türler ağırlıklı? Nasıl buluyorsun? Nasıl koruyorsun? Bir soru daha: Peki, Hayat Dudaklarda Mey kitabında hikâyelerini anlattığın 213 şarkının kaçının 45’liği var sende?

Azizim, senin için üşenmedim saydım: 213 şarkının 67 tanesinin 45’liği var arşivimde. Rakamın azlığına bakma, diğerleri 45’lik üzerine basılmayan şarkılar. 33’lükler ve senin uzmanlık alanın olan 78’liklere girersem rakam büyüyor. Şöyle kapatayım bu bahsi: 45’lik olarak yayımlanmış şarkılar arasında sadece iki tanesinin plağı yok elimde: 5 Adım’dan “Gözleri Kara Dilber” ve Melih Faruk Serdar Saygun’dan “Gurbet Acısı”. Bir gün bunları da bulursam kitaptaki plakları tamamlamış olacağım.

45’lik koleksiyonum özel. Çok kişinin aksine en sevdiğim format. Kendimi bildim bileli alıyorum –ki başlangıcı, 45’liklerin yayımlandığı çocukluk yıllarıma tekabül ediyor. İlk aldığım (ya da aldırdığım) plak bir İlhan İrem 45’liği: “Sen Bilirsin / Ayrılık Akşamı (Konuşamıyorum)”. Plak 1978 yılında yayımlandığına göre arşivime girdiğinde en az altı yaşında olmalıyım. Arşivimin ilk plağı ve hâlâ bende. Başlangıç vuruşu bu. Sonrasında tek tük plaklar aldım ama 1988 yılında Ankara’ya gidene kadar ciddi bir “toplama” hâli yok. O yıldan sonra artarak çoğaldı. Başlarda ekseriyetle Türkçe sözlü pop ve rock topladım, sonra alaturka ve halk müziğine kaydım. Şimdi tür ayrımı olmadan bana enteresan gelen şeyleri topluyorum. 80’li yıllarda büyümüş olduğum için o yılların şarkılarını çok seviyorum: Modern Talking’den Falco’ya, U2’dan Suzanne Vega’ya uzanan ciddi bir koleksiyona sahibim. Bunlar dışında asıl merakım (biliyorsun ki) belgesel plaklar. “Konuşmalı” her türlü plağı topluyorum. Bu anlamda da memleketin en ciddi koleksiyonlarından birine sahibim sanırım. Bir şey daha: Arşivimdeki plakların büyük bölümü (sinir bozucu olduğu için) dinlenemez, katlanılamaz şeyler ama itiraf edeyim bunları ve bunlardan yola çıkarak tarih yazmayı çok seviyorum –ki bu durumu en iyi sen anlarsın, bir de Murat Ertel!


Hakan Kaynar:

Ankaracı bir Ankaralı olarak, kitabındaki hikâyeleri okurken hep aklımda kalanlar güzel şehrimizle ilgili. Gençlik Parkı’nın gazinoları, Gar Gazinosu, Ankara Radyosu, Neşet Ertaş’ın ettiğini bulduğu stüdyo vs. Ama bizzat senin Ankara’nı da okuyoruz. Radyo Arkadaş, Müzük dergisinin kolejdeki bürosu, şehir yıkılıp yeniden yapıldı o binadaki pavyon duruyor, gençlik yıllarında takıldığın yerler kitapta zaman zaman beliriyor. Yok, Ankara’da müziğin tarihini sormayacağım… Şöyle yapalım, ben senin bu şehirde bire bir deneyimlediğin müzikli anları merak ediyorum. Murat Meriç’in Ankara yıllarında unutamadığı müzikli anlar kayda geçsin isterim. Anlatır mısın?

Sen de biliyorsun ki, tam “nerden başlasam, nasıl anlatsam” durumu bu ve aslında ileride yazacağım kitabın konusu. Hatta dur, adını da yazayım buraya, kayıtlara geçsin: “Abi halay tarzı çal!” Görmüş olmalısın, bana gelen bir istek peçetesi bu –ki aslında her şey, çalmaya başladığım dönemde değişiyor, berraklaşıyor. Öncesi, muğlak anılar. Yine de Ahmet Kaya’nın Derya Sineması’ndaki konserini, Erkin Koray’ın Yüksel Caddesi konseri sonrası bana (17 yaşındaki Murat Meriç’e) ısmarladığı kahveyi, Kızılırmak Sineması konseri sonrası Fikret Kızılok’la yaptığım on beş dakikalık sohbeti ve Livaneli, Joan Baez, Teodorakis gibi isimlerin katıldığı hipodrom konserlerini unutmam mümkün değil. Hatırlarsın, metro inşaatı sırasında Kızılay kapatılmıştı, konserler düzenleniyordu. Oradaki Timur Selçuk konseri muazzamdı mesela; afişi hâlâ durur. Metro açılışındaki Barış Manço konseri de acayipti. Son görüşümmüş, bilmiyordum. Atatürk Spor Salonu’ndan Yükseliş’teki tuhaf salona, Gençlik Parkı içindeki açıkhava tiyatrosundan Saklıkent’e uzanan mekânlarda pek çok konser izledim; Yeni Türkü’den Cem Karaca’ya, Inti Illimani’den Mozaik’e hemen herkesi gördüm, bir kısmıyla çaldım. 90’lı yılların hemen başında opera binasında yapılan Ruhi Su’yu anma gecesinde sahnede Çağdaş Türkü ekibinin belirivermesi, unutmadığım, unutmayacağım hikâyelerden.

Senin de tanık olduğun Radyo Arkadaş günlerinden söz etmiyorum bile: Üç-beş genç gelmişti bir gün, “Biz kaset yaptık, ilgilenir misiniz?” diye… Uzattıkları kaset Zuğaşi Berepe’nin ilk albümü, uzatan da Kâzım Koyuncu’ydu. Unutulabilir mi bu ve sonrasındaki şahane sohbet? Bir gün de Âşık Mahzuni Şerif’in evine gitmiştim bak… Daktilonun başındaydı gittiğimde, bir şey yazıyordu. Bitirdi, kağıdı çıkarttı ve bana uzattı: “Al bakalım, hayatımı yazdım sana, başka yerdekilere inanma…” Hâlâ saklıyorum elbette onu, arşivimin en değerli parçalarından. Ankara karşılaşmaları acayip ama zaten, bilirsin. Bir konserde (CSO’nun İsmet İnönü’yü Anma Konseri’nde) Mevhibe İnönü’nün yanında Ahmet Adnan Saygun’u görüşüm de heyecanlı bir an mesela. Utanıp yanına yaklaşamamıştım. Bak bir karşılaşma hikâyem daha var: Edebiyatçılar Derneği’nin düzenlediği Nâzım Hikmet Günleri’ne Vera gelmişti, onur konuğu olarak… Orada onu gördüğüm an aklımdan çıkmaz. Müzikli değil mi? Bence tamamen müzikli!

Metin Solmaz:

Ben Murat Meriç’in Kayahan hakkında ne düşündüğünü çok merak ediyorum. Sevdiği şarkısı var mı? Ne? Hiç rakı içerken Kayahan koyup dinlemiş mi?

Yayıncım olmasa Metin beyefendiye diyeceğimi bilirdim ama saygı gereği sessiz kalacağım. Büyüğüm hem, elli kusür yaşında adam! İyisi mi sorusunu ona hitaben cevaplayayım: Aziz kardeşim Metin, sen de çok iyi biliyorsun ki hayatımın herhangi bir noktasında rakı içerken Kayahan dinlemedim. Şunu itiraf edeceğim ama: Kitabı yazarken onun “Gurbette Akşam” adlı şarkısına (ama 1982 yılında yayımlanan plaktaki “hızlı” düzenlemesine) fena takıldım ve ilk taslakta onu gurbet akşamlarıyla iliştiren (neyse ki senin görmediğin) bir metin yazdım. Sonra, hiçbir zaman dinlemediğim bir şarkıcıyı insanlara önermek bana tuhaf geldi, çıkarttım. Sevdiğim şarkısı var, evet: “Gurbette Akşam” ve “İstanbul Hatırası” – hani “İstanbul’da bir güzel / İstanbul kadar güzel” şeklinde nakaratı olan şarkı. Niye sevdiğimi sorma, anlatamam. Şunu da söyleyeyim: Rakı içerken bunları hiç dinlemedim. A aa, bir de kaset var bende bak, Kayahan’dan, adıma imzalı. 1988’de almış olmalıyım. Çocukluk işte…


Levent Kömür:

Sabahattin Eyüboğlu Türkiye’nin sosyolojisini anlamak isteyenler ‘Zeki Müren’li bir gazinoya mutlaka gitmeliler’ demiş. Şu an aynı cümleyi hangi şarkıcı için söyleyebiliriz?

Yazık ki hiçbir isim veremiyorum çünkü Eyüboğlu’nun anladığı anlamda gazino kalmadı memlekette. Eskiden kalantorların en öne oturduğu, halktan insanların arka masalarda “fikis menü”ye tabi olduğu gazinolar varmış, herkes (masa hiyerarşisini görmezden gelirsek) sınıfsal bir fark gözetmeden ve gücünün yettiğince aynı mekânda aynı şarkılar eşliğinde eğlenirmiş. Bugün böyle bir mekân olmadığı için yazık ki soru cevapsız kalıyor. Aslında iki kere cevapsız kalıyor… Bir an için bu gazinoların yaşadığını düşünelim… Yazık ki Zeki Müren gibi bir isim artık yok. Ümit Besen geliyor aklıma ama o da bir yere kadar. Sıla desem olmaz, Yıldız Tilbe desem hiç olmaz. İyisi mi cevapsız kalsın soru.

Zeki Müren’in Ümmü Gülsüm, Abdülhalim Hafız’dan aldığı ne olmuş?

Müzikal zenginlik bence. “Kahır Mektubu”nu onlardan aldığı ilhamla bestelettiğini söylüyor zaten. Muzaffer Özpınar’a “görev” vermiş ama müdahale etmiş, monotonluktan kurtarmış şarkıyı. Ümmü Gülsüm’ün, Abdülhalim Hafız’ın, Abdülvahap’ın söylediklerini öyle nitelendiriyor: Uzun ama monoton. Başta söylediğimle çelişiyor gibi görünsem de öyle değil: Uzunluktan kaynaklı yeknesaklık bir yana, Arap şarkılarında kullanılan müzik ve söyleyişte inanılmaz bir zenginlik var. Zeki Müren doğrudan bunu almış, kendine uyarlamış.

Müzeyyen Senar ‘gün gelecek, ismimizi kimse anmayacak’ demiş. Haklı mı?

Kimin cümlesi hatırlamıyorum, “bir insan ismi son kez anıldığında ölür” demişti. Doğrudur. Müzeyyen Senar adı eminim bizden daha çok yaşayacak ama unutulmayacağının garantisini veremiyoruz. Onun el aldığı Deniz Kızı Eftalya’yı bugün kim hatırlıyor? Şöyle de sorabilirim soruyu: Daha nereye kadar taşıyabileceğiz bu isimleri? Kendi adıma konuşayım: Hayatımın sonuna kadar hatırlamaya, hatırlatmaya devam edeceğim ama ya benden sonrakiler? Müzeyyen Hanım’ın dediği doğrudur: Gün gelecek, bu olacak. O günün uzakta bir gün olacağını söyleyebiliyorum ben sadece.

Murathan Mungan Esengül için ‘Yapmacıktır ama asla samimiyetsiz değildir’ demiş. Buna katılıyor musun?

Bir noktaya kadar katılıyorum çünkü Esengül çok iyi bir yorumcu ama hiçbir zaman kendi olmadı. Olamadı. Küçük yaşta zirveye çıktı ve orada kendinden isteneni yaptı. Bunu yaparken severek yaptı ama, samimiyetinden en ufak bir ödün vermedi. Yine çelişiyor gibiyim, değil mi? Öyle değil oysa: Sevdiğin işi yapıyorsan oynayabilirsin ama samimiyetini kaybettiğin anda iş başka yöne gider. Esengül’de gitmedi. Neyse ki.


J. Hakan Dedeoğlu & Aylin Güngör:

Kitap, rakı ve müzik. Zaten fikri de bir rakı masasında çıkmış. Hâl böyle olunca sende, takipçilerin için güzel meyhane önerileri vardır. Onları alalım senden… Şöyle senin için özel olan, favorin olan…

Ocak 2020 itibariyle şöyle cevaplayayım bu soruyu: Kadıköy’de Pavlonya ve Hane, Kalamış’ta Todori, Kurtuluş’ta Astek ve Mey Ocakbaşı. Bu ara sıklıkla gittiğim yerler bunlar. Bilhassa Pavyonya benim için özel, kitapta bir maddede üstü kapalı olarak anlattığım bir hikâyeye ev sahipliği yapmış mekân. Ankara’da Afitap’ı, Beste’yi ve hâlâ Necmi Usta’yı seviyorum. Ayvalık’ta Hüsnü Baba’nın Yeri, değişmez mekânım. İzmir’de bir meyhanem yok, önerilere açığım.

Melike Şahin:

Uzun çalışma-yazma süreçlerinin ardından nerelerde sakinleşiyorsun? Sinop ve Karaburun listende var bildiğim kadarıyla. Bir tek atmalık, soluklanmalık durak önerilerini merak ediyorum.

Sinop listeme yeni girdi. Çocukken gitmiş, çok sevmiştim. Geçen yıl bir kere daha gittim, yine sevdim. Artık soluklanacak yerler listemde ama ne zaman kaçarım, bilmem. Karaburun bir dönem her yaz gittiğim yerdi, listemden düşmedi ama uzağıma düştü. Tıpkı Bozburun gibi. Koşturma içinde ikisine de gerekli özeni gösteremiyorum, çok gidemiyorum ama bu, hiç gitmeyeceğim anlamına gelmiyor. Bütün keşmekeşine rağmen Berlin, sürekli kaçtığım yerlerden. Bir değil iki tek atıyorum çünkü orada şahane arkadaşlarım var! Bu vesileyle Erbatur ve Hilmi’ye selam çakayım… Sofya ve Selanik de sevdiğim kaçış noktaları. Memleketten biraz uzaklaşmak istediğimde, bilhssa kış aylarında soluğu oralarda alıyorum, çok iyi geliyor.

Izdırap mı ıstırap mı?

Türk Dil Kurumu’na bakarsan ızdırap. Istırap kelimesini oraya yönlendiriyor. Bizim dil editörü de buna bağlı kalmış –ki aslında ben de onu kullanmayı tercih ediyorum. Yine de şarkının başlığındaki “ızdırap”a uymalıydık sanki, öyle tercih ettiğin için. “İçindekiler” bölümünde öyle geçiyor ama maddeye dönüşürken değişmiş. Tamamen talihsizlik.


Tan Morgül:

Meyhanede müzik olmaz, ama Murat çalarken her türlü rakı olur. O vakit, şöyle anakronik bir zaman yolculuğu hayal et, kabinde sen: 100 yıllık bir rakı masası, herkes hayatta ve içmeye muktedir. Önce şöyle güzel bir meyhane hayal et, yeri tamamen sana kalmış, ama hani Orhan Veli’nin “güzel dünyası”ndan yadigâr olsun. Ve masanda, (Archestratus’un iyi sohbetli bir masa için verdiği rakam) senle beraber 5 kişi olsun. Peki onlar kim olsun? Biliyorum onlarca farklı farklı 5’ler yapardın ama bu seferlik bir tane yap işte. Sonra o 5 ismin her biri bir şarkı söylesin (ne söylesin?), sofranın kıymeti harbîyesi için; ama sen de söyle… 5 şarkı yeter, aslolan muhabbet…

Londra’dan bu soruyu sorarken Gaye Su Akyol ile (günün moda deyimiyle) pişti olduğunun farkında değildin elbette… Gaye, kitaptaki müzisyenlerden kurulu bir masa hayal etmemi istemiş; bu yüzden senin masayı kurarken müzik dünyasını göz ardı edeyim. Bir kere Orhan Veli Kanık ve Sait Faik Abasıyanık muhakkak olur bu masada. Orhan Veli inceden bir alaturka şarkı söylerken [“Enginde Yavaş Yavaş” olabilir mi?] Sait Faik, yeni öğrendiği bir türküye ses verir bence. Muhtemelen Rumcada karşılığı olan bir türkü ya da eski bir İstanbul şarkısı olur bu; “Kadifeden Kesesi” misal… Ben Özdemir Asaf’ın bütün huysuzluğuyla o masaya ilişmesini ve yeni öğrendiği bir rock şarkısını hatırlamadığı kısımları uydurarak söylemesini isterim aslında. Keşke Duman’ı dinleyebilseydi üstat. Çok severdi bence. Sevgi Soysal bir noktada gelse, bir Ankara şarkısı söylese ne güzel olur aslında. Kim bilir, belki de bizzat sözlerini yazdığı bir “aranjman” söylerdi… Yanına da Tomris Uyar’ı oturtalım ve bize “ejnebi” bir şarkı söylemesini isteyelim. Sahi, ne söylerdi acaba? Diğer masaya konuk olacak bir isim var: Ahmet Kaya. Muhabbetin “çılgın” ânında radyoda onun sesini duysak keşke: “Ada sahillerinde bekliyorum…”


Vardal Caniş Su:

Hayat Dudaklarda Mey’i demleyerek okuyorum. İçinden kendime mini çalma listeleri de yaptım. Her şeyi yazmışsın ama ben senden yazmadıklarını isteyeceğim, senin rakı sofrasına oturduğunda başlamak için elinin ilk gittiği şarkı nedir? (sendeki anısı ile, gönlünün yarası ile)? Ve ne olacak bu Tülay German’sızlığımız? Yok mudur As Kulüp’te, dost meclisinde kaydedilmiş eski bantlar?

Olma mı Canişim? O kadar çok bant var ki… Tülay Hanım’ın arşivi muazzam. Bir kısmını, çok küçük bir kısmını yayımladık, biliyorsun. O, aslında buzdağının görünen yüzü. Yazık ki (burada anmak istemediğim) kimi sebeplerle kalanını ortalığa çıkartamıyoruz. Yine de umut baki: Gün gelir, onları da dinleriz elbette, hep birlikte… Yazmadıklarım dersen, şimdilik bana kalsın. Kitapta biraz açık verdim zaten bu konuda, fark etmişsindir. Ya da dur, en kısa zamanda, kuracağımız bir çilingir sofrasında sana anlatayım bunları. Benden çıkar. Kim bilir, çizersin bile belki?

Yetkin Nural:

Şarkıların hikâyesini, tarihini, bir kültüre etkisini araştırarak; sonra da bunu Hayat Dudaklarda Mey gibi samimi ve duygu dolu bir kitaba dökerek biz okuyucuları için hem keyif hem de bilgi açısından zengin bir deneyim yarattın. Ancak tüm bu süreç seni, senin bu şarkılara bakışını, onları dinlerken zihninden ve kalbinden geçenleri nasıl değiştirdi ve dönüştürdü, onu merak ediyorum. Çilingir sofraları ve bu sofraların müzikal dünyalarına artık nasıl bakıyorsun?

Bu sofralar her dem benim kaçış alanlarım. Bunu seviyorum. Çilingirlere şarkı taşımayı da. Dinleyemediğim, dinletemediğim noktada muhabbetini taşıyorum, anlatıyorum. Hayat Dudaklarda Mey bir yandan da bugüne kadar anlattığım hikâyeleri derlediğim bir kitap. Şarkılara bakışım bu süreç ya da sonrasında değişmedi desem yeri, zira her zaman her şeyi (ama aklına gelebilecek ya da aklının ucundan bile geçmeyecek “her” şeyi) merak ettim. Bugüne kadar yaptıklarım hep bu merak sonucu öğrendiklerimin uzantıları. Dolayısıyla değişen bir şey yok. En fazla dönüşen, gelişen bir durumdan söz edebiliriz. Şöyle şeyler de oldu ama elbette: Hikâyesini bilmediğim, kitabı yazma aşamasında öğrendiğim kimi şarkılara artık başka türlü bakıyorum. Bu beni rahatsız etmiyor, aksine hoşuma gidiyor.

  1. Bant Mag. 15. Yıl Özel Sayısı #2

    İlk sayısını 2004 Eylül’ünde yayımladığımız Bant, çoğumuz (siz, biz, çoğumuz) için bir hayli dönüştürücü olduğu aşikâr 15 yılı geride bıraktı. Muhakkak

  2. Ebru Yıldız sordu: Avustralyalı müzik fotoğrafçısı Jamie Wdziekonski cevapladı

    Ebru Yıldız sayesinde tanıştığımız, Melbourne’de yaşayan ve konser fotoğraflarının yanı sıra protesto ve eylemlerden çektiği karelere de hayran olduğumuz Jamie Wdziekonski'ye çalışmaları ve ülkesinin müzik sahnesine dair soruları da bizzat Ebru Yıldız sordu.

  3. Asad Faulwell seçti: Jaime Muñoz ile kimlik ve hatıra üzerine bir röportaj

    “Şu anda da sanat dünyası bize kendimizi ifade etmemiz için bir platform verdiğinden dolayı oldukça özgün bir pozisyonu tutmaktayız. Tek umudum bu platformun yalnızca geçici bir evre değil, sanat dünyasında beyaz olmayan sesler için sürdürülebilir bir alan olması.”

  4. John Stanier (Battles, Helmet) seçti: New Yorklu sanatçı Guy Richards Smit ile röportaj

    New York’ta yaşayan ressam, video ve performans sanatçısı Guy Richards Smit’in memonto mori sembolizmi ile çağdaş konuları bir araya getirdiği, kafatası imgesini merkeze alan A Mountain of Skulls adlı monografisi geçtiğimiz sonbahar yayımlandı. Smit’in daha önce farklı sergilerde izleyiciyle bir araya getirdiği ve uzun yıllar üzerine çalıştığı, her biri farklı bir kişiliğe sahip kafatasları, sanatçının Çekya’da bulunan Sedlec Kemik Kilisesi’ne yaptığı ziyaret esnasında hissettiği yoğun duygulanım sonucu hayat bulmuş.

  5. Aklımdakiler: Murat Meriç ve “Hayat Dudaklarda Mey” kitabı

    Murat Meriç'in nesiller ilerledikçe unutulma riskiyle karşı karşıya olan pek çok ismi, şarkıyı ve öykülerini söze dökerek değerli bir kültürel arkeolojiyi de ortaya koyan "Hayat Dudaklarda Mey" kitabı, yayınlanmasının ardından geçen birkaç ay içerisinde şimdiden uzun ömürlü bir yayın olacağının ve zamanla pek çok kişisel kütüphanede hak ettiği yeri alacağının sinyallerini veriyor. Bu vesileyle Aklımdakiler serisine hayatında mutlaka Murat Meriç’le bir çilingir sofrasına oturmuş eş, dost ve ahbabından gelen sorularla devam ediyoruz.

  6. Casper Clausen (Efterklang) seçti: 15 yılın ardından “Crossing The Bridge”e bir bakış

    Fatih Akın’ın yönettiği, ikonik endüstriyel rock grubu Einstürzende Neubauten basçısı Alex Hacke’nin anlatıcısı olduğu "Crossing The Bridge: The Sound of İstanbul" belgeseli, çekildiği 2004 yılında İstanbul’daki müzik sahnesine dair kapsamlı bir anlatı sunuyor. Dönemin ruhunu ve filmin neler ifade ettiğini bir kez daha hatırlamak adına belgeselde karşımıza çıkan müzisyenlerden Murat Ertel, Gökçe Akçelik ve Ayben’den hislerini ve düşüncelerini bizlerle paylaşmalarını istedik; geride kalan 15 yıla müzik yazarları Barış Akpolat, Sinem Vural ve uzun yıllardır sektörde çalışan Işıl Kılkış’la beraber baktık.

  7. Moon Duo seçti: Elektronik müziğin kadın kahramanları dosyası

    Elektronik müzik genelde ‘erkeklere özel gizli bir kulüp’ gibi görülse de ortaya çıktığı tarihten bu yana kadınların icat ettiği müzik aletleri, yazılımlar ve tekniklerle şekil alarak günümüze geldi...

  8. Mabbas (Zorlu PSM) sordu: Elektronik müzik kimin içindir?

    Türkiye’de elektronik müzik adına büyük çaplı birçok festivalin ardında duran ve bir yandan da teknoya yoğunlaşan DJ setleriyle uzun yıllardır bu festivallerin merak uyandıran isimlerinden biri olan Mabbas, 15. yıl özel sayımız için konu önerisi almak üzerine kapısını çaldığımızda sade görünen ama cevaplaması bir hayli zor olan bir soruyla karşıladı bizi: “Elektronik müzik yalnızlar için midir yoksa kalabalıkların müziği midir?” Yerli sahneden bazı DJ, prodüktör ve müzisyenlerden bu soruya yanıtlar aldık.

  9. Can Bonomo yazdı: The Shins

    Bant’ın 15 yıllık tarihi boyunca James Mercer liderliğindeki Amerikalı grup The Shins’in adımlarını takipteydik. Rock sound’unu ön plana taşıyan son albümü Ruhum Bela’yı Nisan 2019’da paylaşan Can Bonomo özel sayımızda The Shins’e dair bir içerik hazırlamamızı önerince biz de ondan gruba dair kendi hikâyesini bizimle paylaşmasını rica ettik.

  10. Steve Gullick seçti, Gaye Su Akyol yazdı: Karen Dalton

    Nirvana’dan Björk’e, Jeff Buckley’den The Cure’a, bilhassa 90’lar müziklerine ait sayısız büyülü karenin arkasındaki isim olan fotoğrafçı Steve Gullick’in Karen Dalton sevgisini müzikal devrimini hız kesmeden sürdüren Gaye Su Akyol da paylaşmakta... Gaye Su Akyol bizle Karen Dalton’ın hikâyesini, onunla nasıl tanıştığını ve kendisinde nasıl hisler uyandırdığını paylaştı.

  11. Kalben seçti: Kadın ozanları bir araya getiren bir çizgi hikâye

    Kalben'in moleküller birbirinden hızla uzaklaşır ve evren kararırken tek istediği, onu çağıran sesleri bulmaktı...

  12. Murat Ertel başlattı: Kolektif çizilmiş bir resimli roman

    Murat Ertel'in başlattığı ve çizgileriyle farklı isimlerin devamını getirdiği bir resimli roman...

  13. Marissa Nadler seçti: Müzik ve sanatta kıyamet yansımaları

    Birçoğumuzun aklını kurcalayan bir konu: ekolojik ve toplumsal faktörlerle peşi sıra ortaya çıkan krizler ışığında sanatsal ifadelerin ne yönde değişiklik gösteriyor? Konuya Gökçen Kaynatan'ın 1958-1978 tarihlerinde yaptığı apokaliptik resim çalışmalarından girdik ve kıyameti işleyen, bugüne ait 10 albümlük seçkimize bağlandık.

  14. Meriç Öner (SALT) seçti: Büyükşehirde dondurmanın hâli

    Araştırmacı yazar Gökhan Akçura bizi, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Öner'in sözleriyle “80'lerde pastaneden, 90'larda ambalajlı olarak bakkaldan, 2000'lerde her köşedeki Maraş'tan yenen, son on yılda dükkânlarca İtalyanlığa terfi eden" dondurmanın İstanbul’daki tarihinde bir gezintiye çıkardı.

  15. Barış Bıçakçı seçti: Şair Didem Gülçin Erdem ile röportaj

    Didem Gülçin Erdem ile son kitabı "Boşluklara Doğru İlerleyelim"i, kelimelerle arasında kurduğu ilişkinin katmanlarını, “genç şair” olarak anılmakla ilgili hissiyatını ve ilhamlarını kurcaladık.

  16. Pelin Esmer seçti: Amerikalı düşünür Emerson üzerine bir yazı

    Evet, Nietzsche'nin benimsediği, hatta “Kendimi Emerson'a o denli yakın buluyorum ki onu övmekten çekiniyorum, çünkü kendimi övmüş gibi olmaktan korkuyorum” sözleriyle hayranlığını ifade ettiği Emerson'dan bahsediyoruz...

  17. Jonathan LeVine seçti: Dünyanın dört bir yanından tuhaf yol kenarı atraksiyonları

    Tuhaf otoban kenarı atraksiyonları, sanat, kitsch ve ticaretin buluştuğu, yolcuları ıssız yerlerde durmaya ve ceplerinden biraz para çıkartmaya cezbeden turistik noktalar... 1920’li yıllardan bu yana dünyanın her yerinde türemeye, uzaklardan yolcu çekmeye devam etseler de bir kısmı da yol kenarında çürümeye terk edilmiş durumda.

  18. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler