“‘Shakespeare’in tadını çıkartın  ama onu fazla kafanıza takmayıp yeni şeyler yaratmak için kullanın. Burada olma sebebiniz kendi cümlelerinizi yazmak’ demiş karısının ölümünden sonra rahipliği bırakıp düşünür olmuş Emerson. Duyduğum en güzel öğüt. İnsanın sadece kendi olası geliyor. Ne zor ama ne şahane bir hedef!” 

Pelin Esmer


Rahipten filozofa: Ralph Waldo Emerson (1803-1882)

Kurmaca filmlerinin ardından geçtiğimiz sene, dünya prömiyerini 25. Saraybosna Film Festivali’nde gerçekleştiren Kraliçe Lear ile belgesel sinemaya bir dönüş yapan yönetmen Pelin Esmer, 6. Adana Altın Koza Film Festivali’nden Yılmaz Güney Ödülü, En İyi Müzik Ödülü ve SİYAD “Cüneyt Cebenoyan” En İyi Film Ödülü’yle ayrılmıştı. Pelin Esmer, Kraliçe Lear ile izleyiciyi Oyun (2005) filmiyle tanıttığı Mersin Arslanköylü tiyatrocu kadınlarla yeniden bir araya getirirken, bizi de bu sayıda 19. yüzyıla, Emerson’un düşüncelerine dönüp bakmaya teşvik etti. 

Almanya’da 18. yüzyılın Romantizminden sonra Gerçekçiler, Fransa’da ayrıcalıklı sınıflara başkaldırıyla birlikte akıl ve deney ön plana çıkmıştı. Kıta Avrupa’sında bunlar olup biterken öteki uçta, Amerika’da bu çevresel etkilerden uzakta, daha farklı, özgün diyebileceğimiz bir aşkıncılığın, bireye dönük ahlaki idealizmin ortaya çıkması belki de doğaldı. 

Siyasi hayat edebiyatı etkilerken, yazın da sosyal yaşamı etkiledi elbette. Ralph Waldo Emerson da dönemin etkili düşünürleri arasında yerini aldı. 1803’te Amerika’da doğdu. Küçük yaşta babasını kaybetti, bütün yoksulluğa rağmen annesinin olağanüstü çabalarıyla yetişip Harvard’dan mezun oldu. Bir süre öğretmen olarak çalıştıktan sonra kendisini kiliseye adadı. Yirmi beş yaşına geldiğinde, Boston Kilisesi’nde bir rahipti artık. Fakat birkaç yıl sonra geliştirdiği düşüncelerle dinî eğiliminin sınırına geldiğini fark etti. Bunda kutsal kabul edilen “İsa’nın Son Akşam Yemeği” konusunda kiliseye ters düşmesi de etkiliydi. 1882’de son nefesini verene dek şiir, deneme ve felsefe metinleri yazdı. 

Aşkıncı ve umutlu

Yazılarında bireyle ilgilendi; özgüven, kendini yetiştirme, kişinin bireysel olarak kendisini ortaya koyması konularına eğildi. Felsefesini en iyi tanımlayan kelimenin “aşkıncılık / transcendentalism / transcendantalisme” olduğunu söylersek yanlış olmaz. Evet, Nietzsche’nin benimsediği, hatta “Kendimi Emerson’a o denli yakın buluyorum ki onu övmekten çekiniyorum, çünkü kendimi övmüş gibi olmaktan korkuyorum” sözleriyle hayranlığını ifade ettiği Emerson’dan bahsediyoruz. Ayakları yere basan bir umudu ilham eden düşünürün, Nietzsche’yi üzerindeki Alman kültürünün tekliğinden uzaklaştırıp daha kozmopolit bir anlayışa sevk ettiği söyleniyor. 

“Şükürler olsun ışığına sabahın,
Şükürler olsun köpüren denize,
Yaylalarına New Hampshire’ın,
Yeşil saçlı ormanın cömertliğine;
Şükürler olsun yürekli insanlara,
Erdenliğine kutsal aklın, ve hevesi kırılmayan
Yaşam oyununda gözüpek delikanlılara
Asla ardına bakmayan.
Heybetli otellerin kentleri büyük,
Saray yavrusu zengin konutlarınızın,
Odalarına yuva kurar kötülük,
Altında arduaz çatılarınızın.
Zamanı-ve-uzayı-fetheden buhar gücü,
Aptallığı alt edemez,
Ve ışık-hızını-geride-bırakan telgraf
Sinyalinde hiçbir şey getirmez.”

Adam Phillips’in duvarını yıkmak

Nietzsche yalnız değildi. Emerson’un etkilediği Walt Whitman, Emily Dickinson, Robert Frost gibi büyük isimlerin yanında İngiliz psikoterapist ve yazar Adam Phillips de yer alıyor. Phillips’in yazarı beğenme nedeni de tek başına dikkate değer. Emerson’un “kutsallığa” olan bakışı hakkında şöyle söylüyor Phillips: “Pek çok nedenden ötürü, ama en çok da Museviliğin ağlama duvarından kurtulmamı sağladığı için Emerson’ı okumak beni en fazla sarsan şeylerden biriydi. Emerson şöyle der: Shakespeare’in keyfini çıkarın ama onu kafanıza fazla takmayıp yeni şeyler yaratmak için kullanın; burada olma sebebimiz kendi cümlelerimizi yazmak. Ya da oğlu vefat ettiğinde söylediği gibi, ‘Yas bana yalnızca ne denli sığ olduğunu öğretti. (…) Bu benim için son derece sıradışı bir yaklaşımdı.’ Phillips haklı. Yaşama karşı takındığı bu hafif tavrın yanında, yazarın, kelimelerin neredeyse “birbiri ardına döküldüğü” metinlerinde çarpıcı bir doğallık, bir sade “ben” bilinci buluyoruz.

Evren birdir

“Kadir-i Mutlak vardır” dedikten sonra – ki diyebiliriz -, kendimizi öğrenilmiş kalıplardan sıyırmamız kolay olmaz. İşte Emerson bunu başarmış, bu fikri dinin o baharatlı, hülyalı, rahat ana rahminden çıkarıp gündelik hayata sokmuş bir isim. Ona göre kişilerin ben, diğeri, dünya ve ötesi hakkında fikri vardı. Sezgi bunun merkezindeydi. Biz, bunları hayat ilişkilerini anlamakta kullanabiliriz ve kullanmalıyız. Çünkü evren ve birey bütündür, BİRDİR.

O mutlak kudretin aynı zamanda insanın kendisinde de olduğunu buldu; iddialı bir söylemle kendi Hakk’ını: “Enel Hakk!”.

Buna giden yol da Emerson’a göre doğruyu söylemekten geçiyordu. “Doğruyu söyleyin, o zaman bütün doğa ve bütün ruhlar beklenmedik biçimde size yardım eder; canlı ya da yabani her varlık birer delil olur”.  Sonra sezgiye geri döndüğümüzü söylüyordu: “Ahlaki duygunun sezgisi*, ruhun yasalarının mükemmelliğini ortaya koyan bir anlayıştır. Bu yasalar kendi kendilerini icra ederler. Zamanları ve mekânları yoktur, koşullara tabi değillerdir. Dolayısıyla insanın ruhunda bir adalet vardır, bu adaletin cezaları da hızlı ve eksiksizdir. İyilik yapan anında yüceltilir. Kötülük yapan ise yaptığının aynısını yaşar. Pisliği üzerinden çıkarıp atan, arınıp temizlik giyinir. Bir insan kalben adil ise o adalet ölçüsünde Tanrı’dır; Tanrı’nın güveni, Tanrı’nın ölümsüzlüğü, Tanrı’nın yüceliği de o adil insanın gönlüne girer. Bir insan gerçeği gizler, başkalarını kandırırsa kendisini kandırır, kendisine yabancılaşır. Mutlak iyiliğe gözünü diken insan, mutlak bir alçakgönüllülükle tapar. AŞAĞI DOĞRU HER ADIM, YUKARIYA DOĞRU BİR ADIMDIR. Kendisinden el çeken, kendisini bulur”.

Kefaret erdem değildir

Evet, Emerson’u okurken aklımıza bugünün kişisel gelişim kitaplarında sıkça kullanılan olumlamalar ya da dinlerin sacayağı koşulsuz inanç gelebilir. Ama Emerson bundan ötesini sunuyordu. Çıplak gerçeğin bilincindeydi. “Kendi tabiatının kuralları dışında hiçbir kural onun için kutsal değildir”, “Hayatı kendisi için vardır, bir gösteri için değil” ve “Sakatlarla deliler yüksek bedel ödeyenler olarak görülür, erdemleri kefaretleridir. Ama Emerson kefaret ödemek değil YAŞAMAK istemektedir”. Son örnek yeterince etkileyici değil mi? Sık tekrarlandığı için anlamını yitirmiş cümleleri güzel söyleyince böyle oluyor. Tıpkı “Taklidin bir intihar olduğu”, “İtaatin özgüvenden tiksindiği” tespitlerinde olduğu gibi. Böylece onun kolaycı, teslimiyetçi tutumlardan hoşlanmadığını anlayıp ferahlayabiliyoruz. Çünkü “İnsan – ozanların ve bilgelerin gökkubbelerindeki perdahtan çok – kendi içinden gelip zihninde yanan ışığı görüp seyretmeyi öğrenmelidir”.

Birlikte ama tek olmak

Kendine güven. Çalış. yaşa. Dene. Düşün ve kendine var. Emerson bunları söylemekteydi. Ne kadar basit ve ne kadar zor sözler. Şu anda, ölümünden neredeyse 150 yıl sonra dönüp etrafınıza bir bakın. Herhangi bir toplulukta, toplumda, birine kendi beyniyle, kendi vicdanıyla düşünmesini söylemek, anlamasını sağlamak ömürler sürebilir. Hele bizim cinnet çağımızda bu düşünceleri dinleyip hafife almayacak çok az kişi bulursunuz. Emerson, sanırız bu nedenle her yeni nesile yeniden anlatılması gereken bir düşünür.

“Dağ tepesinde bir çam olamazsan,
Vadide bir çalı ol.
Ama, Dere kenarındaki en iyi küçük çalı sen olmalısın.
Çalı olamazsan bir avuç ot ol.
Bir yola neşe ver.
Bir nilüfer olamazsan bir saz ol.
Ama,Gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın.
Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya da mecburuz.
Burada hepimiz için birer iş var.
Cadde olamazsan, sokak ol.
Kazanmak ya da kaybetmek ölçü değildir
Her ne isen onun en iyisi sen ol…”

Yine onun sözüyle silkinip noktalayalım: “Büyük insan, kalabalığın ortasında yalnızlığın bağımsızlığının kusursuz tadını yaşayandır.”

* İlahiyat Fakültesi Söylevi. Emerson’u şekillendiren en önemli kişilerden biri İsa’ydı. Fakat düşünür, İsa’nın tehlikeli bir biçimde abartılmasını reddetti. Ona göre “Miskinliğin ve korkunun inşa ettiği Hristiyanlığın şarki saltanatıyla, insanın dostu (İsa) insana zarar veren, onu yaralayan birine dönüşmüştür”. Hristiyanlığı yorumladığı bu söylev zamanında büyük yankı uyandırdı.

  1. Bant Mag. 15. Yıl Özel Sayısı #2

    İlk sayısını 2004 Eylül’ünde yayımladığımız Bant, çoğumuz (siz, biz, çoğumuz) için bir hayli dönüştürücü olduğu aşikâr 15 yılı geride bıraktı. Muhakkak

  2. Ebru Yıldız sordu: Avustralyalı müzik fotoğrafçısı Jamie Wdziekonski cevapladı

    Ebru Yıldız sayesinde tanıştığımız, Melbourne’de yaşayan ve konser fotoğraflarının yanı sıra protesto ve eylemlerden çektiği karelere de hayran olduğumuz Jamie Wdziekonski'ye çalışmaları ve ülkesinin müzik sahnesine dair soruları da bizzat Ebru Yıldız sordu.

  3. Asad Faulwell seçti: Jaime Muñoz ile kimlik ve hatıra üzerine bir röportaj

    “Şu anda da sanat dünyası bize kendimizi ifade etmemiz için bir platform verdiğinden dolayı oldukça özgün bir pozisyonu tutmaktayız. Tek umudum bu platformun yalnızca geçici bir evre değil, sanat dünyasında beyaz olmayan sesler için sürdürülebilir bir alan olması.”

  4. John Stanier (Battles, Helmet) seçti: New Yorklu sanatçı Guy Richards Smit ile röportaj

    New York’ta yaşayan ressam, video ve performans sanatçısı Guy Richards Smit’in memonto mori sembolizmi ile çağdaş konuları bir araya getirdiği, kafatası imgesini merkeze alan A Mountain of Skulls adlı monografisi geçtiğimiz sonbahar yayımlandı. Smit’in daha önce farklı sergilerde izleyiciyle bir araya getirdiği ve uzun yıllar üzerine çalıştığı, her biri farklı bir kişiliğe sahip kafatasları, sanatçının Çekya’da bulunan Sedlec Kemik Kilisesi’ne yaptığı ziyaret esnasında hissettiği yoğun duygulanım sonucu hayat bulmuş.

  5. Aklımdakiler: Murat Meriç ve “Hayat Dudaklarda Mey” kitabı

    Murat Meriç'in nesiller ilerledikçe unutulma riskiyle karşı karşıya olan pek çok ismi, şarkıyı ve öykülerini söze dökerek değerli bir kültürel arkeolojiyi de ortaya koyan "Hayat Dudaklarda Mey" kitabı, yayınlanmasının ardından geçen birkaç ay içerisinde şimdiden uzun ömürlü bir yayın olacağının ve zamanla pek çok kişisel kütüphanede hak ettiği yeri alacağının sinyallerini veriyor. Bu vesileyle Aklımdakiler serisine hayatında mutlaka Murat Meriç’le bir çilingir sofrasına oturmuş eş, dost ve ahbabından gelen sorularla devam ediyoruz.

  6. Casper Clausen (Efterklang) seçti: 15 yılın ardından “Crossing The Bridge”e bir bakış

    Fatih Akın’ın yönettiği, ikonik endüstriyel rock grubu Einstürzende Neubauten basçısı Alex Hacke’nin anlatıcısı olduğu "Crossing The Bridge: The Sound of İstanbul" belgeseli, çekildiği 2004 yılında İstanbul’daki müzik sahnesine dair kapsamlı bir anlatı sunuyor. Dönemin ruhunu ve filmin neler ifade ettiğini bir kez daha hatırlamak adına belgeselde karşımıza çıkan müzisyenlerden Murat Ertel, Gökçe Akçelik ve Ayben’den hislerini ve düşüncelerini bizlerle paylaşmalarını istedik; geride kalan 15 yıla müzik yazarları Barış Akpolat, Sinem Vural ve uzun yıllardır sektörde çalışan Işıl Kılkış’la beraber baktık.

  7. Moon Duo seçti: Elektronik müziğin kadın kahramanları dosyası

    Elektronik müzik genelde ‘erkeklere özel gizli bir kulüp’ gibi görülse de ortaya çıktığı tarihten bu yana kadınların icat ettiği müzik aletleri, yazılımlar ve tekniklerle şekil alarak günümüze geldi...

  8. Mabbas (Zorlu PSM) sordu: Elektronik müzik kimin içindir?

    Türkiye’de elektronik müzik adına büyük çaplı birçok festivalin ardında duran ve bir yandan da teknoya yoğunlaşan DJ setleriyle uzun yıllardır bu festivallerin merak uyandıran isimlerinden biri olan Mabbas, 15. yıl özel sayımız için konu önerisi almak üzerine kapısını çaldığımızda sade görünen ama cevaplaması bir hayli zor olan bir soruyla karşıladı bizi: “Elektronik müzik yalnızlar için midir yoksa kalabalıkların müziği midir?” Yerli sahneden bazı DJ, prodüktör ve müzisyenlerden bu soruya yanıtlar aldık.

  9. Can Bonomo yazdı: The Shins

    Bant’ın 15 yıllık tarihi boyunca James Mercer liderliğindeki Amerikalı grup The Shins’in adımlarını takipteydik. Rock sound’unu ön plana taşıyan son albümü Ruhum Bela’yı Nisan 2019’da paylaşan Can Bonomo özel sayımızda The Shins’e dair bir içerik hazırlamamızı önerince biz de ondan gruba dair kendi hikâyesini bizimle paylaşmasını rica ettik.

  10. Steve Gullick seçti, Gaye Su Akyol yazdı: Karen Dalton

    Nirvana’dan Björk’e, Jeff Buckley’den The Cure’a, bilhassa 90’lar müziklerine ait sayısız büyülü karenin arkasındaki isim olan fotoğrafçı Steve Gullick’in Karen Dalton sevgisini müzikal devrimini hız kesmeden sürdüren Gaye Su Akyol da paylaşmakta... Gaye Su Akyol bizle Karen Dalton’ın hikâyesini, onunla nasıl tanıştığını ve kendisinde nasıl hisler uyandırdığını paylaştı.

  11. Kalben seçti: Kadın ozanları bir araya getiren bir çizgi hikâye

    Kalben'in moleküller birbirinden hızla uzaklaşır ve evren kararırken tek istediği, onu çağıran sesleri bulmaktı...

  12. Murat Ertel başlattı: Kolektif çizilmiş bir resimli roman

    Murat Ertel'in başlattığı ve çizgileriyle farklı isimlerin devamını getirdiği bir resimli roman...

  13. Marissa Nadler seçti: Müzik ve sanatta kıyamet yansımaları

    Birçoğumuzun aklını kurcalayan bir konu: ekolojik ve toplumsal faktörlerle peşi sıra ortaya çıkan krizler ışığında sanatsal ifadelerin ne yönde değişiklik gösteriyor? Konuya Gökçen Kaynatan'ın 1958-1978 tarihlerinde yaptığı apokaliptik resim çalışmalarından girdik ve kıyameti işleyen, bugüne ait 10 albümlük seçkimize bağlandık.

  14. Meriç Öner (SALT) seçti: Büyükşehirde dondurmanın hâli

    Araştırmacı yazar Gökhan Akçura bizi, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Öner'in sözleriyle “80'lerde pastaneden, 90'larda ambalajlı olarak bakkaldan, 2000'lerde her köşedeki Maraş'tan yenen, son on yılda dükkânlarca İtalyanlığa terfi eden" dondurmanın İstanbul’daki tarihinde bir gezintiye çıkardı.

  15. Barış Bıçakçı seçti: Şair Didem Gülçin Erdem ile röportaj

    Didem Gülçin Erdem ile son kitabı "Boşluklara Doğru İlerleyelim"i, kelimelerle arasında kurduğu ilişkinin katmanlarını, “genç şair” olarak anılmakla ilgili hissiyatını ve ilhamlarını kurcaladık.

  16. Pelin Esmer seçti: Amerikalı düşünür Emerson üzerine bir yazı

    Evet, Nietzsche'nin benimsediği, hatta “Kendimi Emerson'a o denli yakın buluyorum ki onu övmekten çekiniyorum, çünkü kendimi övmüş gibi olmaktan korkuyorum” sözleriyle hayranlığını ifade ettiği Emerson'dan bahsediyoruz...

  17. Jonathan LeVine seçti: Dünyanın dört bir yanından tuhaf yol kenarı atraksiyonları

    Tuhaf otoban kenarı atraksiyonları, sanat, kitsch ve ticaretin buluştuğu, yolcuları ıssız yerlerde durmaya ve ceplerinden biraz para çıkartmaya cezbeden turistik noktalar... 1920’li yıllardan bu yana dünyanın her yerinde türemeye, uzaklardan yolcu çekmeye devam etseler de bir kısmı da yol kenarında çürümeye terk edilmiş durumda.

  18. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler