“The Shins’e vurulma sebebim kesinlikle erken albümlerindeki kırık şiirlerdir…”
Can Bonomo


“En sevdiğim grup nasıl yerini The Kinks’ten The Shins’e bıraktı…”

2007 yılında bir arkadaşıma doğum günü sürprizi yapmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya doğru yola çıkıyorum. Kulağımda o dönem program yaptığım radyonun bana yılbaşında hediye ettiği iPod shuffle var. Timbaland, Kanye West ve Rihanna gibi isimlerin müzik piyasasını domine ettiği bir dönem. Radyoda sürekli onları çaldığımız gibi radyodan çıktığımız zaman da her an, her yerde onları dinlemek durumundayız. RnB dönemsel çıkışlarından birini yaşıyor. Linkin Park, The White Stripes ve Foo Fighters dışında ana akımda adından söz ettiren rock grupları yok. Bu elbette popüler ötesi müzik yapan ve “sıfır risk” protokolüyle hareket eden radyo ve televizyonların dayatması. Yani yadsınamayacak bir rock hareketi yok değil. Sadece “trend” değiller. Senenin sonlarına doğru In Rainbows (Radiohead) ve Magic (Bruce Springsteen) albümleri çıktıktan sonra herkes “Biz zaten Rock müzikten başka bir şey dinlemeyiz.” diyecek. Yine aynı dönemde Gogol Bordello, Spoon ve Against Me! de yeni albümlerini çıkaracaklar. İstanbul’da Daft Punk, Deerhoof ve Blind Guardian konserleri gerçekleşecek. Yaşamak tekrar yürürlüğe girecek. Otogarda 50 Cent çalıyor. 21 yaşındayım ve bu müziği gerçekten anlamıyorum.

iPod shuffle’ımı otogara gelmeden önce radyonun prodüksiyon odalarındaki bilgisayarlardan birine takıyorum. Aslında herhangi birine değil. Benim sevdiğim müzikleri Gökçe dinliyor. Tam bir “The Doors” fanatiği. MSN’de “Mr. Mojo Risin” takma adını kullanıyor. Hayatımız boyunca MSN’den yazışıp bir takım Rap şarkıların Dub Mix’lerini dinlemek durumunda kalacağımızı düşündüğüm zamanlar. Çok şükür bunların hiçbiri gerçekleşmedi. iPod Shuffle sanıyorum içine 200 şarkı kadar alabiliyordu. Ben yalnızca iki tane albüm yüklüyorum. Biri çok uzun süre önce ya Roll, ya Basatap, ya da Bant dergisinden öğrendiğim ve epeyce ertelediğim The Shins’in Oh, inverted world albümü, bir diğeri de “ne olur ne olmaz” diyerek The Doors’un Morrison Hotel’i. Koltuğuma oturuyorum. Saat 2:00’ye geliyor ve yolculuk başlıyor.

Albüm “Caring is Creepy” ile başlıyor. Grubun genel tonunu seviyorum. Grubun ilk albümü, 2004 yapımı bir sinema filmi olan Garden State ile duyulmuş ve çok sevilmiş. “New Slang”i dinlediğimde “Bu şarkıyı daha önce duymuştum” hissiyatını yaşamama rağmen “Caring is Creepy” aynı şeyi hissettirmiyor. O an otobüsün camına yaslanmış kendi filmimi çekiyor olmamla ilgili bir durum olabilir bu. “Far above our heads are the icy heights. That contain all reason”. Adam kafasında bir hikâye kuruyor. Bu hikâyeyi anlatırken tuhaf cümleler, metaforlar ve kulağa hoş gelen kelimeler kullanıyor. Hiçbir şarkıyı tam olarak anlamak mümkün değil. Belki de gerek yok. Bazı şarkıları sadece kendi anlamış olmak istiyor. “Hold your glass up, hold it in. Never betray the way you’ve always known it is.” Toplumsal dayatmalara kulak asma mı diyor? Hayata karşı diyonizyak bir tutum sergile? Duygularına sahip çık, kararlarının arkasında dur? Bunların hiçbirini demiyor ama hepsini de diyor aslında. James Mercer bu sözleri yazdığında henüz 20’li yaşlarında. Amerikan ordusunda nükleer silah uzmanı olarak çalışan bir babanın oğlu. Bu bilgi bana çok değerli geliyor. Kendisine “böyle bir babanın oğlu olmak nasıl bir duygu?” diye sorulduğu zaman James, “Babamın işi gereği sürekli yalan söylemesi gerekiyordu. Onunla ilgili neyin doğru, neyin yanlış olduğunu hâlâ tam olarak kestiremiyorum.” diyor. Yıllar sonra çıkaracağı Heartworms isimli albümünde bu metaforik ve rastlansal lirik yazımından çıkıp daha realist ve nostaljik bir tutumla “Mildenhall”u yazacak: “At fifteen we had to leave the States again. Dad was stationed at an RAF base they called Mildenhall.” Babasının işi hasebiyle sürekli veda etmek durumunda kalmış. Derdi bu. “Until it melted away in the Suffolk rain. Well god damn, you miss the USA.” Bunlar da çok değerli tabii ki, lakin The Shins’e vurulma sebebim kesinlikle erken albümlerindeki kırık şiirlerdir.

Synth ve akustik gitarın çarpıcı ya da keskin değil fakat ayaklarınızla ritim tutmak isteyeceğiniz bir notasyonda yürüdüğü tam bir yol şarkısı başlıyor: “One by one All day” 

You were no ordinary drain on her defenses
And she was no ordinary girl
Oh, inverted world
If every moment of our lives
Were cradled softly
In the hands of a strange and gentle child
I’d not roll my eyes so

Albümün adı bu şarkının içerisinde geçiyor. Bunu çok akıllıca buluyorum. Daha sonra kendi albümlerimde denedim aynısını. İçime sinmedi. “Albüme adını veren şarkı” muhabbeti içimi sıkıyor ara ara. Bir önceki albümümüze “Kainat Sustu” ismini vermem öyle bir dönemime denk gelmişti. Ayn Rand’ın “Atlas Silkindi”sinden yola çıkmıştım. Aslında albümün adını “Makine Dairesi” koymak istiyordum. Beraber çaldığım ekibin whatsapp grubunun adıydı. Müzik dışındaki işlerimizi de “Kazan Dairesi” grubunda konuşuyorduk. Sadece geyik yapmak için “Hayat Gailesi” adında üçüncü bir grup daha kurmuştum ama o tutunamadı.

Albüm kulağımda ikinci turunu atmaya başlıyor. Morrison Hotel’e hacet kalmadığını anlıyorum. Bu albüm çok güzel bir albüm. Kocaman bir rock’n roll canavarı olma iddiası taşımıyor. Çok samimi ve içten bir albüm. “New Slang”in üzerinden iki kere geçiyorum. “I’m looking in on the good life I might be doomed never to find.” Bilmukabele be James Reis! Ankara’ya vardığımda en sevdiğim grup yerini The Kinks’ten The Shins’e bırakıyor. 1987 doğumluyum. Çabuk etkileniyorum. Arkadaşımın doğum gününü kutluyoruz. Ona yeni tanıştığım grubu dinletiyorum. Haftasonunu Ankara’da geçirmek çok iyi geliyor. Sadece sevdiğim müzikleri dinliyorum. Arkadaşlarım beni sevdikleri Rock Bar’lara götürüyorlar. Deli deli dans ederken aklıma yolda dinlediğim şarkılar geliyor: “And I’d’ve danced like the king of the eyesores” Hiçbir zaman yetenekli ya da estetik bir dansçı olamadım. Bu değişmeyecek, üzerinde durduğum bir mesele de değil. Pazartesi radyoya döneceğim, ruhumu, kulaklarımı, gençliğimi ve sabrımı billboard’lara teslim edeceğim. Dönüş yolunda “Keşke Gökçe’nin bilgisayarından birkaç albüm daha çekseydim” diyorum. Koltuğuma oturuyorum. “Caring is Creepy” başlıyor. Başka bir albüme ihtiyacım yok.

İstanbul’a döner dönmez The Shins’in dinlemediğim albümlerini indiriyorum. Oh, inverted world’ün plağını sipariş ediyorum. 2003 yılında çıkardıkları Chutes too Narrow’a başlamadan önce biraz endişeleniyorum. Beğenmezsem korkunç olur. Albüme bayılıyorum. “So says I” muhteşem bir şarkı. “Young Pilgrims” ve “Saint Simon”ı gitarda çalmayı öğreniyorum. Aslında önce “So says I”ı öğrenmeye çalışıyorum ama onu kesinlikle James Mercer kadar iyi söyleyemediğim ortaya çıkıyor. Grubun henüz, o yılın başında çıkardığı albüm Wincing the Night Away’de favorim “Phantom Limb” oluyor. “Spilt Needles”la kafa kafaya. “Spilt Needles”a bir gece türkçe söz yazdığımı hatırlıyorum. Yazdıklarım arasında çok beğendiğim bir cümleyi yıllar sonra “Kara” isimli bir şarkımda kullandım. The Shins şarkıları bana ilham veriyor, beni yazmaya, düşünmeye, hissetmeye sevk ediyor. Üniversitedeki en yakın arkadaşıma dinletiyorum şarkıları. Aynı anda deneysel bir müzik grubumuz var, adı da Prototrip. Daha yaratıcı olabilirmişiz. Herkes şarkılara bayılıyor. Üniversite yıllarımız The Shins ve James Mercer’ın eski projelerini dinleyerek geçiyor. 2010’da The Shins’in Avrupa turu açıklanıyor. Interrail için para biriktirmeye başlıyoruz. Herkes enstrümanını yanına alıyor. Tren paralarını ödeyeceğiz. Gittiğimiz yerlerde yemek ve içki masraflarını da sokakta çalarak kazandığımız parayla karşılayacağız. Arkadaşlarımdan birinin darbuka çalıyor olması işin rengini çok değiştiriyor. İnsanlara ilgi çekici geliyor sanıyorum. Gerçekten para kazandığımız gibi yıllar sonra hâlâ konuştuğumuz birçok arkadaş ediniyoruz. The Shins’i ilk defa Paris Bataclan’da izliyorum. Aşağı yukarı bütün şarkıları ezberimde. Muhteşem bir konser. Muhteşem bir müzik. İki gün sonra Amsterdam Paradiso’da verdikleri konserin live kaydını alıyorlar. O kayıtları ancak bir sene sonra dinleyebiliyoruz. Kayıtlarda “Australia” şarkısı başlamadan hemen önce benim bağırışım duyuluyor. Muhteşem…

  1. Bant Mag. 15. Yıl Özel Sayısı #2

    İlk sayısını 2004 Eylül’ünde yayımladığımız Bant, çoğumuz (siz, biz, çoğumuz) için bir hayli dönüştürücü olduğu aşikâr 15 yılı geride bıraktı. Muhakkak

  2. Ebru Yıldız sordu: Avustralyalı müzik fotoğrafçısı Jamie Wdziekonski cevapladı

    Ebru Yıldız sayesinde tanıştığımız, Melbourne’de yaşayan ve konser fotoğraflarının yanı sıra protesto ve eylemlerden çektiği karelere de hayran olduğumuz Jamie Wdziekonski'ye çalışmaları ve ülkesinin müzik sahnesine dair soruları da bizzat Ebru Yıldız sordu.

  3. Asad Faulwell seçti: Jaime Muñoz ile kimlik ve hatıra üzerine bir röportaj

    “Şu anda da sanat dünyası bize kendimizi ifade etmemiz için bir platform verdiğinden dolayı oldukça özgün bir pozisyonu tutmaktayız. Tek umudum bu platformun yalnızca geçici bir evre değil, sanat dünyasında beyaz olmayan sesler için sürdürülebilir bir alan olması.”

  4. John Stanier (Battles, Helmet) seçti: New Yorklu sanatçı Guy Richards Smit ile röportaj

    New York’ta yaşayan ressam, video ve performans sanatçısı Guy Richards Smit’in memonto mori sembolizmi ile çağdaş konuları bir araya getirdiği, kafatası imgesini merkeze alan A Mountain of Skulls adlı monografisi geçtiğimiz sonbahar yayımlandı. Smit’in daha önce farklı sergilerde izleyiciyle bir araya getirdiği ve uzun yıllar üzerine çalıştığı, her biri farklı bir kişiliğe sahip kafatasları, sanatçının Çekya’da bulunan Sedlec Kemik Kilisesi’ne yaptığı ziyaret esnasında hissettiği yoğun duygulanım sonucu hayat bulmuş.

  5. Aklımdakiler: Murat Meriç ve “Hayat Dudaklarda Mey” kitabı

    Murat Meriç'in nesiller ilerledikçe unutulma riskiyle karşı karşıya olan pek çok ismi, şarkıyı ve öykülerini söze dökerek değerli bir kültürel arkeolojiyi de ortaya koyan "Hayat Dudaklarda Mey" kitabı, yayınlanmasının ardından geçen birkaç ay içerisinde şimdiden uzun ömürlü bir yayın olacağının ve zamanla pek çok kişisel kütüphanede hak ettiği yeri alacağının sinyallerini veriyor. Bu vesileyle Aklımdakiler serisine hayatında mutlaka Murat Meriç’le bir çilingir sofrasına oturmuş eş, dost ve ahbabından gelen sorularla devam ediyoruz.

  6. Casper Clausen (Efterklang) seçti: 15 yılın ardından “Crossing The Bridge”e bir bakış

    Fatih Akın’ın yönettiği, ikonik endüstriyel rock grubu Einstürzende Neubauten basçısı Alex Hacke’nin anlatıcısı olduğu "Crossing The Bridge: The Sound of İstanbul" belgeseli, çekildiği 2004 yılında İstanbul’daki müzik sahnesine dair kapsamlı bir anlatı sunuyor. Dönemin ruhunu ve filmin neler ifade ettiğini bir kez daha hatırlamak adına belgeselde karşımıza çıkan müzisyenlerden Murat Ertel, Gökçe Akçelik ve Ayben’den hislerini ve düşüncelerini bizlerle paylaşmalarını istedik; geride kalan 15 yıla müzik yazarları Barış Akpolat, Sinem Vural ve uzun yıllardır sektörde çalışan Işıl Kılkış’la beraber baktık.

  7. Moon Duo seçti: Elektronik müziğin kadın kahramanları dosyası

    Elektronik müzik genelde ‘erkeklere özel gizli bir kulüp’ gibi görülse de ortaya çıktığı tarihten bu yana kadınların icat ettiği müzik aletleri, yazılımlar ve tekniklerle şekil alarak günümüze geldi...

  8. Mabbas (Zorlu PSM) sordu: Elektronik müzik kimin içindir?

    Türkiye’de elektronik müzik adına büyük çaplı birçok festivalin ardında duran ve bir yandan da teknoya yoğunlaşan DJ setleriyle uzun yıllardır bu festivallerin merak uyandıran isimlerinden biri olan Mabbas, 15. yıl özel sayımız için konu önerisi almak üzerine kapısını çaldığımızda sade görünen ama cevaplaması bir hayli zor olan bir soruyla karşıladı bizi: “Elektronik müzik yalnızlar için midir yoksa kalabalıkların müziği midir?” Yerli sahneden bazı DJ, prodüktör ve müzisyenlerden bu soruya yanıtlar aldık.

  9. Can Bonomo yazdı: The Shins

    Bant’ın 15 yıllık tarihi boyunca James Mercer liderliğindeki Amerikalı grup The Shins’in adımlarını takipteydik. Rock sound’unu ön plana taşıyan son albümü Ruhum Bela’yı Nisan 2019’da paylaşan Can Bonomo özel sayımızda The Shins’e dair bir içerik hazırlamamızı önerince biz de ondan gruba dair kendi hikâyesini bizimle paylaşmasını rica ettik.

  10. Steve Gullick seçti, Gaye Su Akyol yazdı: Karen Dalton

    Nirvana’dan Björk’e, Jeff Buckley’den The Cure’a, bilhassa 90’lar müziklerine ait sayısız büyülü karenin arkasındaki isim olan fotoğrafçı Steve Gullick’in Karen Dalton sevgisini müzikal devrimini hız kesmeden sürdüren Gaye Su Akyol da paylaşmakta... Gaye Su Akyol bizle Karen Dalton’ın hikâyesini, onunla nasıl tanıştığını ve kendisinde nasıl hisler uyandırdığını paylaştı.

  11. Kalben seçti: Kadın ozanları bir araya getiren bir çizgi hikâye

    Kalben'in moleküller birbirinden hızla uzaklaşır ve evren kararırken tek istediği, onu çağıran sesleri bulmaktı...

  12. Murat Ertel başlattı: Kolektif çizilmiş bir resimli roman

    Murat Ertel'in başlattığı ve çizgileriyle farklı isimlerin devamını getirdiği bir resimli roman...

  13. Marissa Nadler seçti: Müzik ve sanatta kıyamet yansımaları

    Birçoğumuzun aklını kurcalayan bir konu: ekolojik ve toplumsal faktörlerle peşi sıra ortaya çıkan krizler ışığında sanatsal ifadelerin ne yönde değişiklik gösteriyor? Konuya Gökçen Kaynatan'ın 1958-1978 tarihlerinde yaptığı apokaliptik resim çalışmalarından girdik ve kıyameti işleyen, bugüne ait 10 albümlük seçkimize bağlandık.

  14. Meriç Öner (SALT) seçti: Büyükşehirde dondurmanın hâli

    Araştırmacı yazar Gökhan Akçura bizi, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Öner'in sözleriyle “80'lerde pastaneden, 90'larda ambalajlı olarak bakkaldan, 2000'lerde her köşedeki Maraş'tan yenen, son on yılda dükkânlarca İtalyanlığa terfi eden" dondurmanın İstanbul’daki tarihinde bir gezintiye çıkardı.

  15. Barış Bıçakçı seçti: Şair Didem Gülçin Erdem ile röportaj

    Didem Gülçin Erdem ile son kitabı "Boşluklara Doğru İlerleyelim"i, kelimelerle arasında kurduğu ilişkinin katmanlarını, “genç şair” olarak anılmakla ilgili hissiyatını ve ilhamlarını kurcaladık.

  16. Pelin Esmer seçti: Amerikalı düşünür Emerson üzerine bir yazı

    Evet, Nietzsche'nin benimsediği, hatta “Kendimi Emerson'a o denli yakın buluyorum ki onu övmekten çekiniyorum, çünkü kendimi övmüş gibi olmaktan korkuyorum” sözleriyle hayranlığını ifade ettiği Emerson'dan bahsediyoruz...

  17. Jonathan LeVine seçti: Dünyanın dört bir yanından tuhaf yol kenarı atraksiyonları

    Tuhaf otoban kenarı atraksiyonları, sanat, kitsch ve ticaretin buluştuğu, yolcuları ıssız yerlerde durmaya ve ceplerinden biraz para çıkartmaya cezbeden turistik noktalar... 1920’li yıllardan bu yana dünyanın her yerinde türemeye, uzaklardan yolcu çekmeye devam etseler de bir kısmı da yol kenarında çürümeye terk edilmiş durumda.

  18. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler