Woody ve Buzz Lightyear ile bir sinema salonunda, çocuk yaşta tanışmış olacak kadar şanslı biriyseniz, siz de Pixar’la büyüyenlerdensiniz. Tıpkı canlanan oyuncakların hikâyesini bir çocuk gözüyle tecrübe ettikten 10 yıl sonra Pixar’ın yetişkinlere de çok şey katabilen, hissettirebilen ve öğretebilen, onları tebessüm ettirmeye yönelik gizli mesaj ve esprilerle dolu bir hazine sandığı olduğunu fark eden izleyicisi gibi, Pixar’ın kendisi de yıllar içinde büyüdü, gelişti ve bilinçlendi. Büyüme ve ergenlik sancıları, kaçış ve isyan, hayallerin peşinden koşma ve farklılıklarıyla barışma, stüdyonun filmlerinin daima bir parçası oldu. Öte yandan stüdyo da tıpkı izleyicisi gibi, toplumsal cinsiyet rollerinin karakterlere atanması ya da kadınların, farklı ırkların ve LGBTİ+’ların filmlerindeki temsili açısından da belli bir farkındalığı yakalamak için adımlar attı. Fakat bu adımlar yeterli miydi? Ayaklı lamba yaşça büyüdüğü ve hatalarını fark ettiği için mi aydınlandı, yoksa umrunda olan tek büyüme ekonomik bir büyüme miydi?
Pixar Animasyon Stüdyoları’nın 24. uzun metrajlı animasyonu Luca’nın izleyiciyle buluştuğu bugünlerde, filmin yarattığı ve karşılamadığı temsiliyet beklentileri ve dolayısıyla açtığı tartışmalar, bizi her projesinden yaratıcılık fışkıran Pixar külliyatını ve Pixar tarihinin rengârenk sayfalarını karıştırmaya itti. Pixar’la büyümek güzel de, Pixar büyürken nasıl birine dönüştü?
Pixarvolt: Çuvallamanın kuir sanatı
Kuir teori, atanmış cinsiyet, cinsiyet ataması, cinsel kimlik ve tüm bunların medya ve görsel kültürle ilişkisi üzerine çalışan akademisyen Jack Halberstam, The Queer Art of Failure (Çuvallamanın Kuir Sanatı) adlı kitabında, çuvallamanın ve başarısızlığın kapitalizmi ve heteronormativiteyi sorgulamaya iten, üretken yanları olduğundan söz ediyor.[1] Kuirlerin ve kadınların başarıları için heteroseksüellerin ve erkeklerin oluşturduğu standartların ölçek alındığını, bunun bir sonucu olarak bu standartlara ulaşılamamasının, çuvallamanın ve başarısızlığın belli bir özgürlük ve cinsellik ifadesini beraberinde getirebileceğini ekliyor. Halberstam, bunları tartışırken sık sık popüler kültür referanslarını, bilhassa Pixar animasyonlarını ziyaret ediyor ve Pixar’ın öncülerinden olduğu bir alt türün adını koyuyor: Pixarvolt. Kendisi bu kavramı, stüdyonun adını ve hem kuir hem de sosyalist, devrimci çağrışımlarıyla kullandığı revolt (başkaldırı) sözcüğünü birleştirerek oluşturuyor.
Halberstam’a göre çoğunlukla büyüme ve olgunlaşma hikâyeleri anlatan Pixarvolt filmleri, kolektif olmayı, toplumsal bağ kurmayı ve çeşitliliği destekliyor, çekirdek aile yapısı ve toplumsal normların dışına çıkabiliyor, tuhaf bedenleri, farklı cinsel kimlik ve cinsiyetleri görmezden gelmiyor -fakat çoğu zaman tüm bunları, insanlar üzerinden değil; hayvanlar ya da objeler üzerinden yapmayı tercih ediyorlar.
Kendi topraklarına yeni bir oyuncak geldiğinde kenara atıldığını düşünen Woody’yi (Toy Story), bir çocuğu korkutma görevini yerine getiremeyerek başarısızlığa uğradığını düşünen Sullivan’ı (Monsters, Inc.), fiziksel engelinden dolayı kendini yetersiz hisseden Nemo’yu (Finding Nemo), gezegende yapayalnız kaldığı ve donatıldığı eski teknolojiyle hâlâ görevini yerine getirmeye çalıştığı için değersiz hisseden Wall-e’yi (Wall-e) ve daha nicesini yepyeni ve toplumsal normların dışında çıkan bağlar kurdukları, yepyeni dünyalar keşfettikleri, hatta dünyayı değiştirdikleri yolculuk ve hikâyelerle ödüllendiriyor.
Pixarvolt filmlerindeki çuvallama ve başarısızlıklar, yepyeni ihtimalleri ve büyüyüp olgunlaşmayı beraberinde getirirken, kendini farklı hisseden, toplumsal normların dışına çıkmak isteyen, içgüdüleri onları heteronormativitenin ve kapitalist düzenin dışına iten çocukların da tanımlanmış başarı standartlarının dışında değerli deneyim ve sonuçlar elde edebileceğini gösteriyor, gerçek hayata daha yakın bir çeşitlilik ve kapsayıcılık vadediyor. Peki Pixarvolt filmleri, bilhassa Pixar Animasyon Stüdyoları’na ait filmler, bu vaadi yerine getirebiliyor mu? Pixar filmlerinde yansıtılan hayatlar, kadın temsili, toplumsal cinsiyet temsili, kuir temsili ve farklı ırksal ve etnik grupların temsili açısından gerçek hayatı ne kadar yansıtıyor?
Luca: Beni adınla çağır (ama bağırma)
Kuzey İtalya’da bir yerlerde, unutulmaz bir yaz geçiren iki erkek çocuk… Luca’dan yayımlanan ilk görseller ve filmin konusu hakkında bu ipuçlarını veren cümleler, akıllara tek bir romanı ve filmi getirmişti. André Aciman’ın romanından 2017’de Luca Guadagnino tarafından sinemaya uyarlanan, Timotheé Chalamet ve Armie Hammer’ı buluşturan eşcinsel aşk hikâyesi Call Me by Your Name (Beni Adınla Çağır). Luca’nın Pixar’ın ilk LGBTİ+ animasyon filmi olacağı söylentileri, “Pixar, Call Me by Your Name‘i yeniden çevirmiş.” ve “PG ibareli Call Me by Your Name” gibi sosyal medya yorumlarıyla ve iki filmden benzeyen görsellerin yan yana konulmasıyla bir çığ gibi büyüdü.
Yönetmen Enrico Casarosa ise filminin romantik ilişkiler hakkında değil, arkadaşlık ilişkisi hakkında olduğunu açıkladı: “Kız arkadaşlar ve erkek arkadaşlar gelip her şeyi karıştırmadan önceki arkadaşlık ilişkisinden konuşmaya hevesliydim.”[2] Kısacası, Pixar filmleri için geniş çaplı bir kuir temsilinden söz etmek hâlâ mümkün değil. Filmde arkadaş olan iki erkek çocuk, Luca ve Alberto’nun paylaştıkları büyük bir sırrı olduğu ve ikisinin de su altında deniz canavarlarına dönüştüğü detayı ise bu iki karakterin farklılığına, ortak farklılıkların kolektif paylaşımı yoluyla kurulan bağın kuir izdüşümlerine işaret ediyor. Akıllara yeniden Halberstam’ın Pixarvolt kavramının kuir teoriden beslenişi geliyor.
Şu an olmadığı gibi, 2010’larda da Pixar filmlerinde bir kuir temsilinden söz etmek mümkün değildi. Aksine, Toy Story 3’deki (2010), parlak kıyafetlerle kafayı bozmuş Ken karakteri, “moda düşkünü gizli bir eşcinsel” olarak tasvir ediliyor, karşısına çıkan süper-maskülen robot karşısında “ben bir kız oyuncağı değilim!” diye ağlıyordu. Ms. dergisi yazarı Natalie Wilson’a göre Ken hakkındaki homofobi ve kadın düşmanlığının birleştiği şakalar, bir erkek çocuğunun olabileceği en kötü şeylerin bir kız ya da bir eşcinsel olduğunu ima ediyordu.[3] Sosyal medyanın henüz yeni kullanılmaya, yaygınlaşmaya başlamış olması ve televizyonlarda homofobik, kadın düşmanı şakaların hâlen sıradan bir şekilde yapılıyor olması, o dönemde Pixar’ı bir sosyal medya lincinden kurtarmıştı muhtemelen. Fakat yeterli sayıda eleştiri adresine ulaşmış olacak ki, bu talihsiz karakter betimlemesi ve diyaloğunun benzerine bir daha rastlanmadı.
Pixar filmografisinde açıkça LGBTİ+ kimliğe sahip herhangi bir karakterin yer almıyor olması, Pixar hayranlarının uzun yıllar boyunca farklı karakterler hakkında spekülasyon ve teoriler ortaya atmasıyla sonuçlandı. Brave’in Merida’sı evlenmek istemeyen, savaşçı özelliklerle kodlanmış bir genç kadın olarak pekâlâ lezbiyen olabilirdi, fakat bu görüşe karşı çıkan muhafazakâr yayınlara göre o cinsellik-öncesi çağda, cinselliğinin farkında bile olmayan ve öncelikli ilişkisi annesiyle olan bir ergendi.[4] Up’taki Kevin’ın gökkuşağı renklerinde bir kuş olması, onu kısa bir süre için bir LGBTİ+ ikonu yaptı. Fakat Disney’in on yıllar boyunca Ursula’dan (The Little Mermaid) Scar’a (The Lion King), Jafar’dan (Aladdin) Hades’e (Hercules) kötü karakterlerini kuir ya da eşcinsel olarak kodladığına yönelik süregelen tespitler, Pixar’ın bazı filmlerinde de “geleneksel” olarak sürüyordu – The Incredibles’ın kötüsü Buddy ya da Ratatouille’un memnuniyetsiz gurmesi Anton Ego, eşcinsel olabilir miydi?
Pixar’ın ilk açık LGBTİ+ karakterinin Onward’da (2020) yer alacağı haberi başta heyecanla karşılansa da söz konusu karakterin ekran süresinin birkaç dakikayı geçmemesi hayal kırıklığı yarattı. Filmin elf kardeşlerini durdurup sorgulayan iki kadın polisten biri olan ve Lena Waithe tarafından seslendirilen kadın tepegöz polis memuru Specter, Pixar tarihine geçecek şu cümleyi kuruyordu: “Yeni bir ebeveyn olmanın kolay olmadığını biliyorum – kız arkadaşımın kızı da beni çok zorluyor.” LGBTİ+ topluluğu için küçük, Pixar için büyük bir adım olan bu cümle, filmin Kuveyt, Umman, Katar ve Suudi Arabistan gibi Orta Doğu ülkelerinde sansürlenmesi[5] için yeterli oldu.
Bu yazının konusu Pixar’ın uzun metrajlı animasyonları olsa da, LGBTİ+ temsili konusunda önemli bir adım atan bir Pixar kısa animasyonundan söz etmek şart. Stüdyonun SparkShorts programı kapsamındaki kısa animasyon Out, erkek arkadaşıyla yeni bir eve taşınırken ansızın ebeveynlerini karşısında bulan bir genç adamın, ailesine açılma hikâyesini anlatıyor. Dokuz dakikalık filmin, Mayıs 2021’de eklendiği Disney+ platformundan kaldırılması için ABD’deki muhafazakâr ebeveynler tarafından başlatılan kampanyalar haftalardır sürmekte. Tüm bunlar gösteriyor ki, Pixar’ın herhangi bir filmindeki ana karakterlerden birini açıkça LGBTİ+ olarak tanımlamadan önce; Rusya, Çin ve Orta Doğu gibi LGBTİ+ içeriğin devlet sansürüne uğrayacağı pazarlardaki gelirini gözden çıkarması bir yana, ABD’deki muhafazakâr grupları da kaybetmeyi göze alması gerekiyor. Dolayısıyla Luca ya da sonrasında gelecek olanlardaki aranılan şey belki içerikte vardır da sorun ticari kaygılarla bu içeriği dillendirme cesaretindedir.
Pixar’ın yetişkinlik dönemi: “Cesur” 2010’lar
Böceklere, balıklara, insanlara, farelere, dinozorlara ve elflere cinsiyet atamak anlaşılabilir – peki ya oyuncaklara, canavarlara, otomobillere, robotlara ve hatta duygular ve ruhlara? Alabama’daki Auburn Üniversitesi’nden J.T. Decker’ın ilk 10 uzun metrajlı Pixar filmindeki, ekran süresi en fazla olan 10’ar karakteri değerlendirerek yaptığı araştırmasına[6] göre, Pixar öncesinde olduğu gibi, Pixar döneminde de animasyon filmlerde karakterlere cinsiyet atamak için fiziksel görünüm (ince ya da kalın dudaklar, uzun ya da kısa kirpikler, göğüslerin varlığı, kilo ve kas durumu), meslek, toplum ya da aile içindeki otoriteleri ve kişilik özellikleri (şikayet etme, alınganlık, bilmişlik, bağımsızlığına düşkünlük, duygusallık, romantiklik) karakterlerin kadın ya da erkek olduğunu belirtmek için kullanılmaya devam etmiş. Toy Story serisindeki Bay ve Bayan Patates Kafa’nın nasıl ayrıştırıldığından Wall-e’deki Eve’in kıvrımlı hatlarına birçok örnekle desteklenen bu araştırmanın günümüzde yapılması hâlinde muhtemelen çok farklı sonuçlar elde edileceği düşünülebilir. Bu da Pixar’ın 2010’larla başlayan yetişkinlik döneminde toplumsal cinsiyet rolleri üzerine etraflıca düşünerek hareket etmeye başladığını, en azından denediğini gösteriyor.
Filmde en az iki kadın olmalı. Bu iki kadın birbiriyle konuşmalı. Bu konuşma erkekler dışında bir konu hakkında olmalı. Filmlerdeki kadın temsiliyetini değerlendirmekte kullanılan Bechdel Testi’nin, gülünç sayılabilecek derecede asgari ve basit koşullarını günümüzde hâlen birçok ana akım film yerine getiremiyor. Sebebi her ne olursa olsun, Pixar’ın kadın temsiliyeti konusundaki duyarlılığının arttığının, Pixar’ın bu konuda kendisini geliştirdiğinin önemli bir göstergesi filmlerin Bechdel Testi sonuçları. Inside Out öncesinde yapılmış on dört Pixar filminden yalnızca dördü (A Bug’s Life, The Incredibles, Toy Story 3 ve Brave) testi geçebilirken, Inside Out (2015) ve sonrasındaki tüm Pixar filmleri testi geçebiliyor.[7] Fakat tabii ki bu asgari koşullar, Pixar’daki kadın temsiliyetinin geliştiğine yeterli işaret değil.
Ataerkil bir toplumda ailesinin istediği erkekle evlenmek yerine bir savaşçı olmak için isyan ve kaçış yolunu kullanan Merida’nın hikâyesi Brave’in dönüm noktası olduğunu, Decker’ın test ettiği toplumsal cinsiyet temsillerinin Pixar evreninde köklü bir değişikliğe uğradığını söylemek mümkün. Pixar evreninin ilk kadın baş karakteri Merida’yı Inside Out sonrası dönemde Joy (Inside Out), Dory (Finding Dory) ve Helen (Incredibles 2) izlerken, Pixar’ın baş ve yan karakterleri olan kadın ve erkeklerin ev içindeki ve ev dışındaki görevleri, sorumlulukları, otoriteleri kadar görünümleri de değişmeye, eşitlenmeye başladı. Peki ya gerçek hayat? Pixar karakterlerinin, yani Pixar içeriğinin değişimi ve eşitliği bir yana, 24 Pixar filminden yalnızca biri bir kadın yönetmene sahip: Brenda Chapman’ın yönetmenliğini Mark Andrews ile paylaştığı Brave (2012)- Pixar tarihi boyunca yönetmen unvanını iki kişinin paylaştığı tek filmin de Brave olmasıysa oldukça manidar.
Toplumsal cinsiyet ve kadın temsilinin yanında ırksal temsiliyetin de son yıllarda Pixar için önem taşıdığını söylemek mümkün. Yıllarca -insanların tasvir edildiği filmlerdeki- karakterlerin ezici çoğunluğunun beyazlardan oluştuğu Pixar evreninde, ABD nüfusunun yüzde 18,4’ünü[8] oluşturan Latin Amerika kökenliler, Meksika kültürü ve geleneklerinden beslenen Coco (2017); yüzde 12,8’ini oluşturan Siyahlar ise Soul (2020) filmiyle geniş temsiliyet şansı yakalamaya başladı. Stüdyonun ABD nüfusunun yüzde 5,7’sini oluşturan Asya kökenlileri ise Mart 2022’de gösterime girmesi planlanan, bir sonraki Pixar filmi Turning Red temsil edecek, filmin yönetmen koltuğunda ise Asya kökenli bir kadın, Domee Shi oturacak. Pixar’da yaşanan tüm bu “cesur” değişimin, toplumun genelinin, özellikle Pixar izleyicisinin woke (duyarlı) kesiminin, ABD içindeki farklı etnik kökenli toplulukların ya da (örn. İspanyolca konuşulan ülkelerdeki başarısını nedeniyle uluslararası gişe sıralamasında üst sıralarda yer alan Coco örneği) farklı coğrafyalardaki izleyicinin ilgisini ve tabii parasını çekmek için mi, yoksa samimi ve içten bir şekilde mi yapıldığını anlamak hiç kolay değil.
Para ve altın: Gişede ve ödül sezonunda büyüyen Pixar
Temelleri 1979’da, Lucasfilm bünyesinde, stüdyo yapımlarının bilgisayar destekli grafikleri ve efektleri üzerine çalışan bir grup tarafından atılan Pixar Animasyon Stüdyoları, 1986’da yatırımcıları arasında Steve Jobs’un da yer aldığı bağımsız bir şirket olarak resmen kurulmuştu. Dijital animasyonun gerektirdiği teknolojilerin ihtiyaç duyduğu büyük bütçeler ve ilk yıllarından beri başta Walt Disney Stüdyoları olmak üzere ana akım işler üreten dev şirketlerle olan yakın ilişkileri Pixar’ın bağımsızlığına daima şüpheyle yaklaşılmasına sebep olsa da; zaten bu tartışmaya açık bağımsızlık, şirket 2006’da Walt Disney Stüdyoları tarafından satın alınana kadar sürmüştü. Pixar’ın büyüme hikâyesinin ekonomik ve ticari anlamdaki dönüm noktasının da tam olarak bu satın alma olduğunu tahmin etmek güç değil.
Söz konusu satın almayla, Toy Story (1995) ile başlayan ve Pixar’ın filmlerin yaratım ve üretim, Disney’in ise pazarlama ve dağıtım süreçlerinden sorumlu olduğu ortaklık, yerini Disney’in tamamen söz sahibi olduğu bir güce dönüşmesine bırakmıştı. Disney’in peşinde olduğu kilit hak, devam filmleri üretmekte söz hakkı ve bu filmlerden (ve filmlerle ilgili ürünlerden) kâr elde etmekti. 2006 öncesinde sadece tek bir devam filmine (Toy Story 2) imza atmış stüdyo, satın almanın ardından devam filmlerini birbiri ardına sıralamaya başladı: Toy Story 3 (2010), Cars 2 (2011) ve Monsters University (2013).
2010-2015 yılları arasında yalnızca tek bir özgün hikâye ile (Brave) izleyici karşısına çıkan stüdyo, kötü eleştiriler almaya, ödül sezonunda beklediğini bulamamaya başlayınca, Disney yöneticileri devam filmleri ve özgün hikâyelerin dengesini sağlamanın önemini kavradı. 2013’te Pixar’ın eş-kurucularından ve dönemin Walt Disney Animasyon Stüdyoları başkanı Edwin Catmull, sanat ve ticareti dengelemenin öneminden söz etti ve Pixar’ın “her yıl bir buçuk film” stratejisini duyurdu: “Her yıl bir özgün film, 2 yılda bir de bir devam filmi yapacağız.”[9] Pixar sözünü tuttu; 2015-2021 yılları arasında yapılan 10 Pixar filminin yalnızca 4’ü devam filmleriydi: Finding Dory (2016), Cars 3 (2017), Incredibles 2 (2018) ve Toy Story 4 (2019).
Gişe rakamları ve ödül sezonu karnesi, sanat ve ticareti dengeleyen stratejinin Pixar için ideal formül olduğunu kanıtlıyor. Devam filmleri, her ne kadar kötü eleştiriler alırsa alsın, tanıdık yüzlerle yeniden buluşmak isteyen genel izleyici kitlesini sinema salonlarına çekmeye devam ediyor. Pixar filmlerinin gişe başarısına[10] bakıldığında, hem ABD ve Kanada, hem de küresel sıralamalarda en kazançlı 5 Pixar filminden 4’ünün devam filmleri olduğu görülüyor: Incredibles 2, Toy Story 3, Toy Story 4, ve Finding Dory.
Ödül sezonunda ise asıl başarıyı yakalayan özgün hikâyeler olmaya devam ediyor: Akademi Ödülleri’nde Pixar’ın 8 devam filminden 4’ü hiçbir dalda aday dahi gösterilmemişken, 15 özgün hikâyeden herhangi bir adaylık elde edemeyen yalnızca The Good Dinosaur (2015) olmuştu. Akademi ve Pixar’ın, Toy Story‘nin (1995) ilk dijital animasyon film olarak bir Özel Başarı Oscar ödülü kazanmasıyla başlayan ilişkisi oldukça parlak: Stüdyo, En İyi Animasyon Oscar ödülünü, verilmeye başlandığı 2001 yılında Dreamworks’e (Shrek) kaptırmış olsa da, 15 adaylık ve 11 ödülle, bu kategorideki liderliğini sürdürüyor. Öte yandan, En İyi Film aday sayısının 10 ile sabitlendiği 2009 ve 2010 yıllarında En İyi Film adayları arasında yer alan Up ve Toy Story 3; büyük ödüle aday gösterilmiş ilk animasyon, Disney imzalı Beauty and the Beast’in (1991) izinden gitmiş, Pixar filmleri özgün şarkı (3 ödül, 8 adaylık), özgün müzik (2 ödül, 8 adaylık), ses (1 ödül, 11 adaylık) ve senaryo (8 adaylık) kategorilerinde birçok ödül ve adaylık elde etmişti.
Pixar’ın 2006’da Disney tarafından satın alınmasıyla başlayan ve devam filmlerinin sayısının katlanmasıyla süren ticarileşme yolculuğu, pandemi döneminde Disney+ platformunun yayın hayatına başlamasıyla farklı bir boyuta, mecraya taşındı. Geçmiş Pixar filmlerine platformun faaliyette olduğu ülkelerde bundan böyle yalnızca Disney+ üzerinden erişilebilecek olmasının yanında, pandemi sürecinde değişen ve dönüşen izleme alışkanlıkları, (Disney’in diğer alt stüdyolarına ait tüm filmler gibi) gösterime girdikleri anda ya da kısa bir süre içinde platform üzerinden de kiralanabilir hâle geldiği bir düzeni beraberinde getirdi.
Pixar’ın bundan sonraki büyük ticari hamlesinin ne olacağı merakla bekleniyor demeye kalmadan, geçtiğimiz günlerde Studio Ghibli’nin Twitter hesabından yaptığı gizemli bir paylaşım, kafaları karıştırdı bile. Pixar’ın Monsters Inc. ve Studio Ghibli’nin My Neighbor Totoro filmlerinden karakterlerin yan yana olduğu bir görselden ibaret bu paylaşım, iki stüdyonun olası bir ortaklığını düşündürüp, iki tarafın da hayranlarını heyecanlandırmaya yetti. Kim bilir, belki de geçtiğimiz yıl ilk kez dijital bir animasyona (Earwig and the Witch) imza atan ve bu filmin dağıtımı için HBO Max ile bir anlaşma imzalayan Studio Ghibli için de benzer soruları yöneltmenin vakti gelmiştir.
Hayatlarımıza girmesinden 25 yıl sonra artık karşımızda, en azından görünürde, kalıplaşmış toplumsal cinsiyet normlarını aşmaya, farklılığı ve çeşitliliği kucaklamaya başlamış bir Pixar var. Pixarvolt filmlerinin sayısı artmaya, baş kaldıran ve çuvallayan, bunları yaptıkça büyüyenlerin hikâyelerinde kadın karakterlerin varlığı ve ırksal çeşitlilik daha görünür olmaya başlıyor. Darısı, kadın ve ikili cinsiyet rejiminden taşan yönetmenlerin; LGBTİ+’ların görünür olduğu bir Pixar’ın başına.
[1] Halberstam, J. (2011). The Queer Art of Failure.
[2] Romano, N. (2021, April 28). Is Luca Pixar’s Call Me by Your Name? Director says it’s not about that. Entertainment Weekly.
[3] Wilson, N. (2010, June 24). Third Time Still Not the Charm for Toy Story’s Female Characters. Ms. Magazine.
[4] O’Hehir, A. (2012, June 25). Is Pixar’s “Brave” princess a lesbian?. Salon.
[5] Wiseman, A. (2020, March 6). Disney/Pixar’s ‘Onward’ Banned in Multiple Middle East Countries Due to Lesbian Reference. Deadline.
[6] Decker, J.T. (2010, May 14). The Portrayal of Gender in the Feature-Length Films of Pixar Animation Studios: A Content Analysis. Auburn University, Alabama.
[7] bechdeltest.com
[8] U.S. Department of Health and Human Services Office of Minority Health, 2019 verileri
[9] Vary, A. B. (2021, February 12). Pixar Chief: Studio To Scale Back Sequels, Aim For One Original Film A Year. BuzzFeed.
[10] Box Office Mojo’daki 1 Haziran 2021 verilerine göre.