Evrim Kaya ile hangi film?

Sinema yazarı Evrim Kaya, 17 – 28 Nisan’da gerçekleşecek 43. İstanbul Film Festivali’nde yönetmenler Berna Gençalp ve Hüseyin Karabey’le birlikte Ulusal Belgesel Yarışma bölümünün jüri üyeliğini üstlenecek. Kutsal Motor kanalında Hasan Cömert’le birlikte hazırladığı Kaç Seansı programı da şu sıralar yeni bölümleriyle yoluna devam etmekte.

Evrim Kaya’nın film hafızasını kurcaladık: İzlerken diyaloglarına eşlik edebildiğin film? “Hiç sevmedim, seveni de sorguladım.” dediğin film? Dizisi olmalı dediğin bir film?


İzlerken diyaloglarına eşlik edebildiğin film?

Ben çocukken televizyonda dönen Türk filmlerinin çoğuna eşlik edebilirim, Aaahh Belinda’da “İçmem mi ben rakı?” repliğini söylemek için özellikle beklerim. Bir de Neşeli Günler’de Oya Erdoğan’ın Gezi Parkı merdivenlerinde “Dönmeyiz anne.” deyişinde tuhaf bir vurgu vardır, filme ne zaman rastlasam onu da beklerim.

Bugüne dek aklında en çok yer işgal eden film?

Aklımda en çok yeri, üzerine “çalıştığım” filmler işgal etmiştir, onları eleyeceğim. Nedensizce kendini hatırlatan, ama belki büyüleri bozulmasın diye kafa yormadığım, bir tür akademik bakışa konu etmek istemediğim filmler de var. İlk aklıma gelen Lee Chang-dong’un Milyang / Secret Sunshine’ı. Dünyayla ve ötesiyle ilgili, inançla ve dayanılmaz boşluğuyla ilgili bir türlü ifade edemediğim şeyleri nasıl olduğunu anlayamadığım bir basitlikle anlatıyor; sık sık aklıma gelir. 

“İzlemekte geç kaldım.” dediğin bir film?

Rocky’yi otuzlarımın başında izledim. Çocukluğum boyunca televizyonda döndüğü düşünülürse geç kaldığım söylenebilir. Ama tabii daha önce izlemiş olsam göreceğimden farklı bir filmi görmüş oldum; yani bu kadar geç izlemesem bu kadar sever miydim bilmiyorum. Ya da seversem doğru yerden mi severdim? Çünkü ben de olduğumdan farklı biri olacaktım. Sinemayla ilişkim aslında geç, o yüzden de biraz “sanatsal” ya da entelektüel filmlerle başladı; sonra tersine bir yol gidip, bazen böyle büyük hazineler keşfettim.

“Hiç sevmedim, seveni de sorguladım.” dediğin film?

Son dönemde aldıkları ödüllerle de öne çıkan, yeni bir şeylerin habercisi gibi görülen iki filmi hiç sevmedim: Nomadland ve The Farewell. İkisinin de Çin doğumlu ve Amerikalı genç kadınların filmi olması tesadüf değil sanırım; hem yaratılan hype’ta bunun etkisi var (bir çeşit “tokenism”) hem de herhâlde benim aslında olumlu bir duyguyla beklediğim filmler oldukları için aklımda kaldılar. 

Nomadland’in melez estetiğinde ahlaken ve siyaseten sorunlu çok şeyler var, o ağdalı melankoli böyle bir durumda peşinden gitmek için yanlış bir duygu vs.; bunları uzun uzun tartışacak yerimiz yok ama mesela Amazon’un bir marka olarak içine yerleşebilmesi projenin çarpıklığını anlamak için yeterli bir işaret. 

The Farewell’i ise sanırım izleyicisinin zekâsına güvenmediğini düşündüğüm için sevemedim. Bir de kendini batıya anlatmaya çalışan doğulu tipine tahammülüm kalmadı; bununla artık hesaplaşmak lazım. (Bunlara yine bir Asya-Amerika mucizesi Everything Everywhere All at Once’ı ekleyebiliriz: Taşların konuştuğu paralel evrenleri hayal edip, çekirdek aile paradigmasının ötesini hayal edemiyor.)

Müziğine tutulduğun bir film?

İstanbul’da birkaç sinemada ne oynuyorsa onu izlediğimiz zamanlarda Alkazar’da Claire Denis’nin Trouble Every Day filminin fragmanını görüp, kelimenin gerçek anlamıyla müziğine tutulup heyecanla beklediğimi hatırlıyorum. Vakti gelip izleyince filmi sevmedim, galiba basit ve toy buldum; hayalimdeki film daha soyut, daha iyiydi. Sonra tekrar izlemediğim için haklı mıydım bilmiyorum; kendimiz toy olduğumuzdan anlayamadığımız filmleri toy bulduğumuz da olur bazen. Ama o sayede tanıştığım Tindersticks’i hâlâ çok seviyorum.

Dizisi olmalı dediğin bir film?

Raoul Peck’in Le jeune Karl Marx / The Young Karl Marx’ını çok etkileyici bulmamıştım ama Trier’de başlayıp Londra’da biten, yan karakterlerin üstüne gidecek kadar vakti olan, Birinci Enternasyonel bölümleriyle filan bir Marx dizisiyle devam etse ne güzel olurdu. Dizilerle filmlere kıyasla daha az fikirsel, daha çok duygusal bir ilişki kuruyoruz. 

“Kendi soyumu” ete kemiğe bürünmüş izlemek isterdim ben de.

Önden kendini hazırlamayı gerektiren bir film?

Yakın zamanda çok sevdiğim bir arkadaşıma çok sevdiğim bir film olan Memoria’yı izletmeden önce “boyanın kurumasını izlemek gibi” falan diyerek onu hazırlamaya çalıştığımı fark ettim. Apichatpong’la benim bağ kurmam biraz uzun sürdü ve ilk defa Memoria’yı kalpten sevdim; Memoria’ya beni önceki filmlerin hazırlamış olduğunu düşündüğümden, bunu bir çeşit kestirmeyle halletmeye çalıştım. Sonuçta bir bağ kuruldu galiba, hazırlığın payı ne kadardı onu bilmiyorum. Ama bence her filme biraz hazırlanmamız gerekir; tarihi-estetik bağlamını bilmek filmin etkisini artırır.

İçmiyorsan bile sigara yaktırma potansiyeli taşıyan bir film?

Shanghai Express.

Hakkı verilmemiş / yeterince anlaşılmamış olduğunu düşündüğün bir film?

Ararat. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi. Soykırımı nihayet perdede görmek isteyenler, görmek istediklerini göremedi; buna karşılık soykırımı asla perdede görmek istemeyenler, görmek istemediği şeyleri gördüler. Oysa böyle bir şeyi anlatmanın zorluğu, belki imkânsızlığı üzerine hem zeki hem de kalbî bir merkeze sahip, zamanının ötesinde dedikleri türden bir filmdi bence.  

“Bu bir film değil, bu bir deneyim.” dediğin film?

Pascale Ferran’ın Lady Chatterley’si. 

Şu sıralar en çok merak ettiğin film?

David Lynch yeni film çekiyormuş diye çıkan her dedikoduya bir heves inanıp, en son Lynch filmini aklımın bir köşesinde hep merak ederim.