Bir öykü yazma biçimi olarak fotoğraf: Hasan Deniz ve Hakiki Hikâyeler

Röportaj: Biçem Kaya

Hasan Deniz, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 10 yıl önce ziyarete açılan ilk sergisi Alte Liebe’nin ardından, edebiyat ve müzikle iç içe sergisi Hakiki Hikâyeler ile yine aynı mekâna döndü. Fotoğrafçının “veda”yı merkezine aldığı, fantastik dünyayla olan ahbaplığının da tesiriyle kaydettiği “kriptografik” metinler, ziyaretçi tarafından çözülmeyi, yorumlanmayı bekliyor. Sergiyi Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde görmek için son gün 14 Haziran.

Fotoğraflarını “hafiza notları” olarak tanımlayan Hasan Deniz ile Hakiki Hikâyeler’e ve üretim pratiklerine ilişkin merak ettiklerimizi konuştuk. 


“Fotoğrafların çektiğimiz gün başka bir fonksiyonu ve ruh hâli olabiliyor. Yıllar sonra dönüp baktığınızda çok daha başka anlamlar yükleyebiliyorsunuz“
İsimsiz / arşivsel pigment baskı / 60x90cm, 2014

Sanıyorum önceliği serginin adına ve senin için ne ifade ettiğine ayırmak anlamlı olacaktır. Jules Verne’e olan ilginin başlattığı birtakım tesadüfler dizisini kapsayan ve nihayetinde serginin de başlığını oluşturan hikâyeyi bizlerle paylaşabilir misin? 

Sergim Hakiki Hikâyeler ismini bir tesadüf sonucu aldı. Hayatta olduğu kadar sanatta da tesadüflerden çok beslenen, eğlenen bir insanım. Arkadaşlarım Aykut ve Güneri bir kitaptan bahsettiler. Kritovulos Tarihi bu kitabın adı. Kitabı almak üzere İş Bankası Yayınları’na gittim. Orada kitabı gördüm, raftan elime aldım ve Lukianos’un bir de Lukianos Tarihi kitabını istediğimi söyledim. Bakıldı ve dediler ki: “Öyle bir kitap yok.” “Nasıl olmaz canım?”  dedim. Dediler ki “Hakiki Hikâyeler var.” İşte o an anladım ki elimdeki kitap aslında almak üzere kitabevine girdiğim kitap değil; başka bir kitap. Fakat kitabın ismi Hakiki Hikâyeler. Hoşuma gitti başlığı. Bu kitabı da alayım ben bir bakayım dedim. Kritovulos Tarihi’nden önce bu hakiki ismi beni çok gıdıkladı ve ona bakmak istedim.

Çok ilginç bir kitap bu, 2. yüzyılda kendi zamanından 700 yıl önceki entelektüel Greklerin favorisi olan Atika Helencesiyle yazılmış. Bir de tabii tarihte kabul edilen ilk bilim kurgu metin olarak geçiyor. 700yıl öncesinin lisanıyla bir bilim kurgu romanı yazıyorsunuz gibi bir tuhaflık var. Kitabın önsözünde diyor ki günümüzde çok güzel aydınlanmalar var, ciddi işler dönüyor böyle böyle bir yere gidiliyor, felsefe kitapları çok önemlidir. Hepsini çok ciddiye alıyoruz, alacağız, okuyacağız… Bu kitap tamamen benim kendime yazdığım bir kitap,  hiç öyle bir ciddiyet aramayın. Tamamen kendime yazdım, kendi kendime eğleniyorum, bir hayali macera. Şimdi o tavır çok acayip; bir adam baştan bu tamamen kendimle iç içe bir hikâye diyor. Benim tamamen kendime yapmak istediğim bu fotoğraf serisine çok uydu. “İçinde tamamen ben olacağım, tamamen kendim için yapacağım.” gibi bir şey yapmak istiyordum ben bu serginin çıkışında.

Lukianos’u biraz daha araştırınca şunu gördüm: Bir önceki sergimin ismi Canavar Meselesi’ydi ve müzik olduğu kadar edebiyattan da çok besleniyorum ben sanatsal üretimimde. Onların bana çağrıştırdıkları imgeler, hayata bakışımda çok başka bir yer tutuyor. Canavar Meselesi ismi de Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah romanından gelen bir başlıktı. Malum o transatlantiklere, deniz taşıtlarına, bir şey musallat oluyor, büyük bela oluyor. Onu çözemiyorlar, “Bu bir alet midir?”, “Canavar mıdır, nedir?” bilinemiyor ve hikâyedeki bir gazetenin başlığı da Canavar Meselesi. Bu isim oradan geldi.

Jules Verne öyle bir adam ki bizim çocukluğumuzdaki tabii hayal gücümüzün gelişmesindeki en önemli aktörlerden biri. Sadece beni değil; benden sonra gelen insanları da çok etkilediğini düşünüyorum. Onu Milliyet Çocuk’un içindeki resimli romanlarda ilk defa tanımıştım ben, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı da ilk defa orada okumuştum. Hafif bir versiyonunuydu, sonra gerçeğini okudum. Beni etkilediği gibi tanımadığım bir sürü insanı da etkilemiştir. Ne bileyim Ege’deki bir yazlıkta bir çocuklar ellerine  cipsleri kolaları alıp o işte çizgi romanları okumak üzere o Milliyet Çocuk’u taşımışlardır, o resimli romanlara bakmışlardır. Öyle bir yerde önemli benim için Jules Verne. Daha sonra okudukça tabii çok etkilendik, çok müthiş, hayal gücünü açan bir şey.

Jules Verne’in birçok romanına referans da  Lukianos’un bu 50 sayfalık novellası aslında. Yani kalkıyorlar aya gidiyorlar, ayda bir şeyler oluyor. Hatta Star Wars‘ta bile göndermeleri var. Ay savaşlarına katılıyor Lukianos orada arkadaşlarıyla. Sonra tekrar deniyor ki tamam siz iyisiniz, geri dönün. Dünyaya dönüyorlar, onları büyük bir balina yutuyor, sanki bir Nautilus’un içindeki hayat gibi bir hayat başlıyor onlar için. Yani çok etkileyici bir kısa roman.

İsimsiz / arşivsel pigment baskı / 100x150cm, 2018

Hakiki Hikâyeler’i, sana ait bir arkeolojik çalışma olarak nitelendiriyorsun. Bunu biraz daha açabilir misin?

Çocukluğumdan beri fotoğraf makinelerini, Süper 8 kameraları çok sevdim. Evimizde fotoğraf çekilirdi, Süper 8 ile bol bol filmler de çekilirdi. Kendimi bildim bileli bu makinelerle iç içeyim. Ben de ortaokul çağlarında artık kendi kendime fotoğraf çekmeye başlamıştım. Lisedeyken de -bundan tam 35 yıl önce- Cumhuriyet Dergi’ye fotoğraf çekmeye başlamıştım. Devamında da  birtakım dergilere fotoğraf çektim, profesyonel tanıtım fotoğrafçılığı yaptım, biraz reklam fotoğrafçılığına bulaştım diyebiliriz. İlk sergimi yaptığımdan bugüne 10 sene geçti, daha öncesinde de birtakım yerlerde fotoğraflarım sergilendi ama Milli Reasürans’tan böyle bir sergi teklifi geldiğinde, “Ne yapmışım?”, “Ben ne yapıyorum fotoğrafta?” diye sordum kendi kendime. Aslında alışılmış üretim biçimlerinin de biraz daha dışında, çok kişisel bir sergi yapmaya karar verdim. Bu sergi benim bugüne kadar yaptığım en samimi, kendi kendime en fazla takıldığım konuları konuştuğum, bunları sizinle de, bakanlarla da, izleyicilerle de paylaştığım bir seri oldu. Bu seride  birtakım takıldığım konular var, onları zaten hep çekiyorum. Biraz hatırlamak için fotoğraf çekiyorum ben, hep öyle yaptım. O hatırlamak istediklerimi bir gözden geçirmek istedim ve bu gözden geçirme sonucunda ortaya çıkanlarla da birtakım başlangıç noktaları referans fotoğrafları olan bir seri olarak paylaştım.

Sergideki veda hikâyeleri son derece güçlü bir hüzün yaratıyor. Savaş sonrası zorunlu göç hikâyelerinin izlerini derlediğin bu seri fikri ne zaman doğdu? Süreç nasıl ilerledi?

Serginin merkezinde veda, oldukça ağır basan bir kavram. Burada hem kendi kişisel vedalarım var hem de empati kurmaya çalıştığım vedalar var. Deniz ve ada benim çok beslendiğim iki kavram. Hayatımın oldukça büyük bir yerini dolduran kavramlar ve burada bir ada üzerinden deniz üzerinden bir veda hikâyesi var. Midilli’ye gidip geliyorum sık sık. Orada kış vakti yaptığımız bir gezide yakın bir arkadaşım beni terk edilmiş bir eve götürdü. O zamanlar, diyelim ki 50 yıl önce, ulaşılması epeyce zor olan bir yer. Kolay bir şekilde ulaştık. O evi gösterdi bana, “Burası bir yazarın evi” dedi. O yazarı o gün tanımıyordum henüz. Daha Türkçeye çevrilmemişti kitapları zannediyorum; sonraki yıllarda çevrildi ve ben de okudum. İlias Venezis bu yazarın adı ve yazarın evinin tam önünden yukarıya doğru bakıp bir fotoğraf çekmiştim, çam ağaçları var. Göçmek zorunda bırakılmış insanların hayatlarının, göç ettikten sonraki hayatlarında yaşadıkları anları ve olayları hiçbir zaman aslında tek resim olarak göremediklerini düşündüm hep. Daha önceki hayatlarıyla bir şeyleri birleştirip, yaşadıkları resmi öyle tamamlamaya çalışıyor gibi geldiler bana her zaman. Bu belki de benim biraz olayları fotoğraf olarak okuyarak, andaki kendi imge dünyamda yarattığım bir gerçeklik. Bir fotoğraf var burada; aslında iki tane aynı fotoğraf olarak kullanıyorum onu, yan yana duruyorlar sergide. İki fotoğrafın da çeşitli kareleri boş olarak bırakılmış. Siz diğer fotoğraftaki dolu olan karelerle o fotoğrafı tamamlamaya çalışıyorsunuz. O boşluklar yandakinde olmasa da aslında o fotoğrafın ne olduğu belli oluyor. Ama tamamlamaya çalıştığınız bir resmi aslında hiçbir zaman tamamlayamıyorsunuz gibi bir okuması var bu aynı fotoğrafın iki tekrarının.

Ayvalık doğumlu İlias Venezis, 1920’lerdeki olaylarda Türkiye’yi terk etmek zorunda kalıyor. Aynı seride yer alan başka bir fotoğraf da 60’lı yıllardan; terk edilmek zorunda kalınmış İmroz’daki bir evin penceresindeki sineklik fotoğrafı. Yine bunlarla konuşan, biraz da benim kişisel vedama referans olan Samothraki yolundaki bir vapur penceresinden bir fotoğraf. Bu üçü kendi aralarında çok konuşan fotoğraflar. Bu biraz benim dünyamla ilgili bir şey. Yani “veda” konusunu çekeyim, gideyim buna uygun bir şeyler çekeyim gibi değil; hep hatırlamak istediğim o hüzünlü anlara dair topladıklarım, kendi kendime biriktirdiğim suretler hep birlikte gibi düşünüyorum ben. Sonra onları sergilemek gerektiğinde de kaldıkları yerlerden sakladığım yerlerden çıkarıp birlikte sunuyorum.

Fotoğraflarında, insanların odağı kendine çeken, kadrajı domine eden figürler olarak çok nadiren yer aldığını biliyoruz. Hakiki Hikâyeler’de ise ilk defa çok sayıda portre çalışmasına yer ayırmışsın. Söz konusu uzun pozlama portreler, bize kaydedilmiş bir zaman dilimini aktarıyor. Bunun haricinde bir de Grant Wood’un American Gothic tablosunun yeniden yorumu diyebileceğimiz; senin de kadrajında yer aldığın bir çalışma daha var. Portre sergileme kararını sana aldıran ne oldu? Bu iki çalışmanın da süreciyle birlikte aktarabilir misin?

Bugüne kadar hiçbir sergimde portre sergilemedim. Portre çekme ve sergileme fikri de zamanında okuduğum rehberlik ve psikolojik danışmanlık eğitimine gönderme olarak ortaya çıktı. Burada bir şarkı var elimde, bir terapi odasındayız, varsayıyoruz ki ben bu bilimi okumuşum ve bir yerlere gelmişim. Kendimce bir terapi tekniği geliştirmişim, o şarkıyı bütün bana danışanlara dinletiyorum. Aşağı yukarı aynı ışık koşulunda, açık renk birtakım elbiseler var üzerlerinde ve havada uçarcasına 2 dakika 16 saniye boyunca kayıtlar alıyorum. Kayıt başlıyor, şarkının başlamasıyla fotoğraf çekilmeye başlıyor ve 2 dakika 16 saniye boyunca fotoğraf kaydediliyor fotoğraf olarak; video olarak değil. İnsanların konuşmaları, durmaları, hareketli olmaları, tedirgin olup iyice kas katı durmalarına bağlı olarak bu fotoğraflarda çeşitli fluluklar olabiliyor. Ya da kendi içinde net gibi görülen net-flu ruh hâli karışık bir şeyler gözüküyor. Ben de bu suretlere bakarak danışanlarıma nasıl bir yol izleyeceğimizin haritasını çiziyorum. Bu serinin tamamını aslında bir iş olarak, bir görsel, bir suret olarak görüyorum. Yani buradaki 10 danışanın tamamının fotoğrafı aslında bir suret ve aslında bir şekilde benim terapim gibi bir şey olarak da görüyorum zaman zaman.

Bu seriye ek olarak bir otoportre de var dediğin gibi. O otoportrenin de hikâyesi şöyle; Instagram‘ı günlük olarak kullanmayı seviyorum. İşte arada komik birtakım notlar gibi bir şeyler ya da hatırlamak istediklerinize dönüp tarihlerden bakabiliyorsunuz gibi sevdiğim fonksiyonları var. Orada birtakım otoportrelerim vardır, zaman zaman çektiğim. Bu fotoğraf, zamanında en çok beğeni alan otoportrelerden biri. Dünyada en çok remake yapılan resimlerden olan Grant Wood’un American Gothic resminin remake versiyonu. Aslında biraz komik gibi gözüküyor çünkü Gülcem ile birlikte biz hafif deli gibi bakıyoruz; oradaki ressamın kız kardeşi ve dişçi ahbapları gibi. Aslında bu fotoğraf bir veda fotoğrafı. Yani yakında muhtemelen satılacak olan, bir daha gidemeyeceğimiz İmroz’da çok sevdiğim bir evin önünde çektirdiğimiz bir hatıra fotoğrafı bu. Fotoğrafı çektirdiğimizde böyle bir durum yoktu ama bugün var. Dolayısıyla fotoğrafların da çektiğimiz gün başka bir fonksiyonu ve ruh hâli olabiliyor. Yıllar sonra dönüp baktığınızda çok daha başka anlamlar yükleyebiliyorsunuz o fotoğraflara. Evin içerisinde, arkada, yine belli belirsiz bir ada haritası gözüküyor. Yani eğlenceli görünmesinin yanında aslında fevkalade hüzünlü bir fotoğraf bu benim için.

Yine de tabii portre; sergilemekten korktuğum ve kendimi çok konforlu hissetmediğim bir alan olduğu için orada aslında bir geçiş fotoğrafı gibi bir şey var. Terk edilmiş mekânlarla ilgili bir merakım vardır. Rastladığım bütün terk edilmiş mekânları fotoğraflamaya çalışırım. Orada çok değişik okumalar olduğuna inanıyorum. Bu da terk edilmiş bir şirketin yönetici fotoğrafları. Aslında orada o fotoğrafların geldiği noktada zamanında duvara en gururla asılmış noktalardaki o suretlerin de bir terk edilmiş, belki çöp, belki bir zaman sonra geri dönüşüme gidecek fonksiyonsuz garip suretlere dönüşmesi de var. Güven verdiği için o fotoğrafı da oraya koydum. Portelerin yakın olduğu bir yerlerde o duruyor sergide.


“Apayrı iki mecra olarak görüyorum dijital fotoğraf ile analog fotoğrafı. Birisi birinin yerini tutmayacak iki ayrı malzeme bunlar benim için.”
İsimsiz / arşivsel pigment baskı / 100x150cm, 2016

Cumhuriyet Dergi için fotoğraf çektiğin günler, aslında analog hakimiyetindeki bir dönemin içindeydi. Dijitalleşmeyle birlikte farklı araçlar, teknikler yerleşti ve artık çok daha hızlı üretim ve tüketim ilişkileri içindeyiz. Analog – dijital geçişini kapsayan bu yılları kuş uçuşu kat ettiğini hayal edelim. Kendine ve fotoğrafçılığına yönelik neleri paylaşmak istersin? Dijitale doğru dönüşüm senin üretiminde nasıl etkiler barındırıyor?

Cumhuriyet Dergi döneminden bugüne 35 yıl geçti. Cumhuriyet Dergi’de sarma siyah beyaz film kullanırdık biz genel işlerde. O sarma filmler, kullanılmış film makaralarına sarılırdı. Çektiğimiz filmler orada banyo edilirdi ve siyah beyaz basılırdı. Renkli film için de -yani kapak ya da illa renkli çekilecek konular için-  dia verilirdi. O dialar da Hürriyet Gazetesi’nin laboratuvarında yıkanırdı. Yani Cumhuriyet Gazetesi’nin içinde renkli fotoğraf yıkaması yoktu o yıllarda, epeyce eski zamanlar.

Dijital çıkmaya, yayılmaya ilk başladığında da tabii çok müthiş çekici, tuhaf bir malzemeydi. Hepimizi bir atladık falan ama zannediyorum ben hayatımın hiçbir döneminde analog fotoğraf çekmeyi de bırakmadım. Artık tabii fiyatlar iyice garip bir yerlere gitti ama hâlâ siyah beyaz fotoğraf çekmeyi ve arada renkli negatifte çekmeyi sürdürüyorum. Yani keyif de alıyorum ondan çünkü apayrı iki mecra olarak görüyorum dijital fotoğraf ile analog fotoğrafı. Birisi birinin yerini tutmayacak iki ayrı malzeme bunlar benim için.

Benim fotoğraflarımda dijitalin çıkmasıyla çok da bir fark yok aslında. Yani buradaki fotoğraflara dijital müdahale yapmıyorum çünkü. Bir tek bahsettiğim o eksiltilmiş fotoğraf dışında müdahale edilmiş, uğraşılmış bir dijital müdahale olan fotoğraf yok ki o da eski bir zamanda yapılmış olsaydı yine bir şekilde boşluk karelerle, beyazlarla doldurulurdu; ona göre aynı şey üretilebilirdi. Bence buna direkt dijital demeyelim; sunum teknikleri ve baskıların değişmesinin çok farklılık yarattığını düşünüyorum. Yani eskiden bazı büyük baskıları yapmanız çok maliyetli, baya zor işlerdi. Bugün mesela serginin birkaç tane büyük fotoğrafı bu yeni teknikler sayesinde kotırlmış gibi görünüyor. Onlar başka bir yere götürüyor tabii.

Sizin yıllarca alışık olduğunuz fotoğrafa bakma biçimleri çok değişti son 20 senede. Yani fotoğrafı tüketme biçimimiz de çok değişti tabii, her gün insanlar binlerce fotoğraf görüyor. Telefon ekranından bakıyoruz, sonsuz bir imge ve suret bombardımanı altındayız. Dolayısıyla her şey çok hızlandı, yani bir fotoğrafa ya da bir resme ya da herhangi bir şeye gereken, hak ettiği bir zamanı vermek gibi bir duygusu kalmadı insanların. Lüks demiyorum çünkü ona isterseniz o vakti yine verirsiniz, bu tercihlerinizle ilgili. Yani “Yüzlerce şeyi mi tüketmek istiyorum?”, yoksa “Hakkını vererek, o şeyi anlamaya çalışarak mı?”. Bu aslında yine de sizin elinizde; hayat seçimleri ve kendi doğrularınızla ilgili. Ben kimseye “Doğrusu bu bence” diyemem çünkü herkesin kendi doğrusu var. Tercih etmememe rağmen ben de yine bu bombardımanın içindeyim. Ben de hızlı akan küçük cam ekranlardan avucumuzun içindeki o dünyanın içindeyim ve ben de maruz kalıyorum.

Şöyle bir şey var tabii, dijitalle olağanüstü bir dijital çöplük hikâyesi de ortaya çıktı. Bir de sonsuz fotoğraf çekiliyor, o fotoğraflara sonra dönüp bakılamıyor. Çünkü yine iyi kötü analog fotoğrafta bir filmi çekerseniz, onun böyle bir kontakt baskısı alınır ya da kâğıtlara, kartlara, fotoğraf kartlarına basılır, onları yine bir görürsünüz. Yani zannetmiyorum ki insanlar çok ilginç bir durum olmadıkça dönüp dönüp o fotoğraflarına hard disklerinin içinde baksınlar ya da bulutlara yükledikleri 10 senelik fotoğrafları indirip indirip tekrar gözden geçirsinler. Yani hafızası olmayan tuhaf bir tüketim biçimi var gibi geliyor bana biraz bu konu.

Bu serginin bendeki ilginç yanı şu oldu; 10 sene önceki Milli Reasürans’taki sergimde de çok değişik bir aydınlanma yaşamıştım. Siz bir şey üretiyorsunuz, kendi doğrularınız oluyor. Hele ki profesyonel fotoğraf ile kendi doğrularınız iyice oluşmuş oluyor ve bir şey sergilemeye çalıştığınızda, iyi kötü o eski mallar taranıyor. O zaman şunu fark etmiştim, belli bir keskin bakış açım var bazı konulara karşı ve bir şeyleri o açılar, o ruh hâli, o ışık dışında hiçbir şekilde çekmiyorum. Yani onun doğru olması gerekiyor, perspektifin doğru olması gerekiyor yoksa hiçbir şekilde çekilmiyor fotoğraf. O fotoğraf çekilmiyor ama aslında bir sürü başka şeyi de kaçırıyorsunuz. 10 sene önceki ilk sergide böyle bir şeye çok fena takılmıştım. Bu sergide de analoglara çok giremedim. Sadece bir fotoğraf var analog olarak sergide ama iyi kötü çektiğim, CD’lerde uçan bir takım fotoğraflar hariç; iyi kötü 20 yıla yakın süredir çektiğim bütün fotoğrafları taradım ve ilginç bir deneyim oldu benim için.

Edebiyat ve kurgu çoğu fotoğrafının arka planında mutlaka yer alıyor.  Bir önceki sergin Canavar Meselesi, Jules Verne’e göndermeler içeriyor. Yine Alte Liebe’de Tezer Özlü’den ve Tomris Uyar’dan okuduğumuz öykülerde başroldeydi ve bu ismi taşıyan gemi, yıllar sonra sana da ilham kaynağı oldu. Burada bir yorum paylaşmak istiyorum. Fotoğraflarını incelemek, kaleminden çıkmış öyküleri okumak gibi bir his uyandırıyor. Sanki fotoğraf çekmiyorsun da öykü yazıyor gibisin. Bu yorum hakkında neler söylersin?

Müzik gibi edebiyat da benim çok beslendiğim bir alan. İlk sergide sergiye ismini veren Alte Liebe gemisi de zamanında Berlin’e yaptığım bir gezide, yanıma aldığım Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabındaki bir pasajdan ortaya çıktı. Berlin’de okuyordum ve orada Eski Sevgili diye bir bölüm gördüm, Tezer Hanım bir şeyler yaşıyor orada. “Eski Sevgili Barı diye bir yer var mı hakikaten?” diye baktım ve buranın hâlâ çalışan ama işte mevsim itibarıyla ancak haftada bir açılan, seyahat de etmeyen, kendi içinde sabit olarak kış vakti hizmet veren bir tekne barı olduğunu öğrendim. O fotoğraf önemli bir fotoğraftı çünkü o sergideki fotoğrafların hiçbiri özellikle böyle hedef alınarak gidilmiş çekimler değildi. Hep benim yanımda olan, o zaman çok taşıdığım kameram ile karşıma çıkan, aslında biraz böyle sinema seti gibi de gördüğüm, film çeksem oralarda takılmak isteyeceğim mekânların fotoğraflarıydı. Dolayısıyla bu fotoğraf hepsinden yapısı ve yola çıkışı anlamında çok farklıydı. Onun için serginin adını Alte Liebe koymuştum.

Sonra İstanbul’a geldim fakat internette bir araştırma yaptığımda aslında Tomris Uyar’ın da Alte Liebe diye geçen bir hikâyesi olduğunu gördüm ve orada geçen Almanca ismiyle kullanıyor Tomris Hanım, Alte Liebe olarak; Tezer Özlü’nün kitabında Eski Sevgili Barı diye geçiyordu. Bir gün anneme gittim. Annem meraklıdır, hem Tezer Özlü’nün hem Tomris Uyar’ın kitapları vardır onda. Acaba dedim “Annemde olabilir mi Tomris Uyar’ın hikâye kitabı?”. Çünkü o sıra baskısı yoktu Sekizinci Günah kitabının. İşte kitaplıkta tepelere çıktım bir yerlerde buldum. Böyle biraz yukarılarda bir yerlerde o kitap, onu alırken annem baktı ve “ah Tezerciğim” dedi. Annemim Avusturya Kız Lisesi’nden sınıf arkadaşı ya da dönem arkadaşı. “Anne, elimdeki kitap Tomris Uyar’ın niye Tezerciğim dedin?” diye sordum. “Ne bileyim bir an içimden öyle geldi, öyle gördüm” dedi. Çok acayip bir şey işte, çünkü aslında benim aradığım, Tezer Özlü’nün hikâyesinden yola çıkan bir hikâyenin aynı yerde geçen Tomris Uyar’ın da hikâyesi olan kitabı ve annem bakıp “Tezerciğim” diyor, çok acayip bir şey. Bu hikâyeyi sonra Turgut Uyar’a anlattım, Tomris Uyar’ın oğlu. “Evet, o kitabın baskısı yok” dedi. Sonra sergim açılıyor, sergi açılış günü Turgut geldi, elinde bir kitap ve dedi ki “Yapı Kredi tekrar basmaya başladı Tomris kitaplarını, bugün yeni basılan birtakım kitaplar geldi bana koliyle, bu da içlerinden çıktı” dedi ve bana hediye olarak Sekizinci Günah’ın yeni baskısını o ilk sergimin, ilk kişisel sergimin açıldığı gün, açılışta hediye etti.

Bir diğer sergim olan Canavar Meselesi’nde yine kişisel hafızamda kıymetli bir yeri olan Jules Verne’i biraz çocukluğuma, biraz o dönemde yaşadığım ada gerçekliğine gönderme yaparak seçmiştim. Fotoğraf benim için bir öykü yazma biçimi aslında. Yani yazabilmeyi becerebilseydim belki fotoğraf çekmezdim, bu değişik şekillerde çalışıyor. Kimi zaman bir hikâye yazmak için gerçekten oturup o cümleleri kuruyor ve art arda getiriyor gibi olup bir seri fotoğraf çekiyorsunuz; kimi zaman da -özellikle de bu son sergide karşımıza çıkan- aslında benim benim için kıymetli birtakım kavramlar, hafızamda hatırlamak için çektiğim birtakım suretler üzerinde bir araya getirilmiş fotoğraflardan, işlerden oluşan bir seri ortaya çıkıyor.

Bir fotoğraf sergisini de bu anlamda bir edebi esere benzetmek, bir müzik parçasına, bir senfoniye, ne bileyim bir sinema işine benzetmek bana yakın geliyor. Çünkü sonuçta ikisinde de bir kurgu var, boşluklarıyla yani. Fotoğraf tekil olarak da boşluğu gerektiren bir şey. Fiziksel olarak sergilemek de başka bir şey. Ama sonuçta epeyce kendi içinde bir matematiği ve kurgusu olduğuna inanıyorum. Bu yaklaşımlarla hikâye anlatıcılığını denediğimi, fotoğrafın benim için bir öykü yazma biçimi olduğunu söyleyebilirim.


“Kendimi kültüre alınmış bitkilerin tarımını yapan bir insan gibi görüyorum. O biriktirdiğim hafıza notlarımdan sonraki birtakım çalışmalarımda yol alıyorum ve onlara referans başka bir şeyleri çekmem gerekiyorsa kurgusal olarak da sonradan çekerek çalışmalarımda ilerliyorum.”
İsimsiz / arşivsel pigment baskı / 60x40cm, 2018

Sergide denizin üzerinde neredeyse hiç ilerlemiyormuş gibi görünen bir geminin süzülüşünü paylaştığın bir video – kolaj çalışması var. Deniz, ada, mezarlıklar, terk edilmiş binalar, buluntu nesneler fotoğraflarında eksik etmediğin oyuncular. İleride bunları film formatında bir içeriğe dönüştürmek gibi bir planın var mı? Sinema – Televizyon eğitimin de belki sana bu yönde bir çağrıda bulunuyordur. 

Sergide İmroz Gotik ile birlikte yegâne ismi olan bir diğer iş de bu video. Hayy Açık Alan bu sene yaptıkları İçimiz Boşluğu Hatırlasın sergisinde bir iş üretmemi isteyerek davet etti. Maviden yola çıkan bir sergiydi bu. Ben de fotoğraf yerine bir video yapmak istedim.

Çok sevdiğim değerli dostum Ali Arif Ersen, uzun bir hastalık döneminden sonra, bir yıl öncesinde bizi terk etmişti. Ali’nin bana hediye ettiği bir teneke oyuncakla ilgili deniz üzerinden ilişki kuran bir iş üretmek istedim. Çektiğim iki fotoğraftan bölümler aldım. Bunların biri deniz, biri gökyüzü olacaktı. Ben denizi de aslında hep gri olarak görürüm, zaten serginin girişinde de sizi karşılayan epeyce koyu ve gri bir deniz. Aynı şekilde bu deniz de ona benziyordu. Fakat ozalitte onu üretirken birtakım renk ayarları kaymış, epeyce gri olan o deniz aslında epeyce mavi olarak çıktı. Ben bunu biraz da Ali’nin şakası olarak aldım, hoşuma gitti. Tamam dedim, madem öyle bildiğimiz anlamda mavi olsun bu, yani benim mavim değil de biraz daha genelin mavisi olsun diyerek bu gökyüzü ve denizi seçtim. 

Bu videoda bir gemi var, bu oyuncak. O oyuncak biraz yıllar içinde bozulmuş tabii. Bir şarkı çalarak bir yere gitmeye çalışıyor. İlk zamanlarında düzgün çalışan bir oyuncaktı bu fakat yıllar içinde daha ağır aksak çalışmaya başladı. Bir müzik, Charles Trenet’nin “La Mer” şarkısı çalıyor. Zamanında meşhur olan eski bir şarkı ve o gemi gitmeye çalışıyor. Aslında müzikli bir fotoğraf gibi gözüküyor ve aynı zamanda yine çok alıştığımız, son yılların tüketimi bir ekranda veriliyor; yani telefon gibi de algılayabiliyorsunuz onu. Sesli bir fotoğraf gibi yanına yaklaştığınızda, dikkatli baktığınızda aslında onun bir yere gitmeye çalıştığını görüyorsunuz.

Bu biraz Ali’nin aslında hasta olduğu 18 yıl boyunca hep hayatımızda olması ama aslında bir şekilde de olamamasına da bir gönderme yapıyor. Yani asılı kalmak hâli, gidememek hâli, oradasın ama aslında orada değilsin, gidiyorsun ama gidemiyorsun gibi bir ruh hâli var. Bu biraz benim Sinema – Televizyon okuyup video yapmamamla da ilgili bir şey belki, arada bir yerdeyim ben, yani fotoğrafla video arasında. Biraz bana da bir otoportre niteliğinde de tuhaf bir şekilde yakınlık kurabildiğim bir iş olarak geliyor. Onun da sergi alanındaki gidemediği gitmeye çalışıp gidemediği yer de yine aslında benim vedam, bir ada yine.

Dediğin gibi işte deniz, ada, mezarlıklar, terk edilmiş binalar benim fotoğraflarımda epeyce takıldığım mevzular. Bunlarla ilgili bir film yapmak gibi büyük bir şey söylemeyeyim ama konfor alanımdan çıkıp hareketli görüntüye yöneleceğimi hissediyorum yakın zamanda.

Son olarak fotoğraf çekmenin, ya da genel anlamda görüntü yakalamanın avlanmaya benzetildiği, hatta benzer içgüdüler olarak bile ifade edildiği benzetim üzerine senin görüşlerini sormak isterim. Ânı yakalama eylemi, içgüdüsel bir yana sahip mi senin için? Neredeyse çoğu fotoğrafı, metinlerle güçlü ilişkiler kuran ve bu metinlerden doğan bir fotoğrafçı olarak – profesyonel çalışmaları bir kenara koyarsak – dışarıya çıkıp, kameranı yanına aldığında süreç nasıl ilerliyor?

Bu konu biraz da galiba insan çekmekten hoşlanmadığım için beni uzakta tutuyor. Yani ânı yakalamaya çalışma eylemi hiç içgüdüsel bir şey değil bence. Bir de şuna inanıyorum ben, siz fotoğraf çekmeye çalıştıkça aslında o ânı kaçırıyorsunuz. Onun için fotoğraf çekmek güzel bir şey, iyi bir şey falan belki, hani iyi geliyor terapi gibi ama bir yandan da bir sürü şeyi yaşamanızı engelleyen kötü yanı var. Yani tamamen bir avcı konsantrasyonuyla yaklaşmanıza sebep olabiliyor bu davranış şekli ilerleyince, büyüyünce.

Ben kendimi böyle avcı – toplayıcı gibi görmeyeyim bu konuda ama bir toplayıcı yanım olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Yine de bir hızlı yakalama refleksi ile değil. Burada biraz kendimi kültüre alınmış bitkilerin tarımını yapan bir insan gibi görüyorum. O biriktirdiğim hafıza notlarımdan sonraki birtakım çalışmalarımda yol alıyorum ve onlara referans başka bir şeyleri çekmem gerekiyorsa kurgusal olarak da sonradan çekerek çalışmalarımda ilerliyorum.