Hayal gücünü tetikleyen şehir ve insan manzaraları: Gaye Günay
Neoliberal kentleşmenin insan ve doğa üzerindeki tahribatını İstanbul örneği üzerinden anlatan, İmre Azem’in yönettiği, ödüllü Ekümenopolis belgeselinin yanı sıra Agoraphobia, LAMEKAN: Metalaşan Kentin Çöküşü gibi kentsel dönüşümün etkileri üzerine odaklanan çeşitli belgesellerle tanıdığımız Kibrit Film yapımcısı Gaye Günay, 2015’ten bu yana bir yandan da hayal gücüne dokunan anları ve insan manzaralarını fotoğraflıyor.
Fotoğraf tutkusu ilk olarak kamerasız, zihninde çektiği bir kare ile ateşlenen ve kadrajını farklı disiplinlerle besleyen Gaye Günay ile fotoğrafı, belgeseli, şiiri ve genel olarak yaratıcılık pratiğini konuştuk.
Röportaj: Yetkin Nural


Sokak fotoğrafçılığına ne zaman, nasıl başladın? Sokakta gördüğün ve bunu fotoğraflamalıyım diye düşündüğün ilk anı, kişiyi hatırlıyor musun?
Fotoğrafçı olarak çok eskiye dayanan bir geçmişim yok aslında. 2015’te memleketin farklı yerlerinde gerçekleşen patlamalar birçok kişi gibi beni de mutsuzluğa sürüklemişti, hatta evden çıkmak bile istemiyordum. Bu duruma ek olarak neoliberal odaklı kentsel dönüşümün çok uzun yıllardır yaşadığım İstanbul’un kent belleğini silmesi ve bunun beni yaşadığım yere yabancılaştırması da var. Çocukluğumdan beri sokaklarında kendimi gerçek evimde hissettiğim Beyoğlu’nun hem siyasi hem ekonomik nedenlerle, geçmişine bir nebze olsun saygı duyulmadan, kimliksiz dönüşümüne tanıklık etmek bana acı veriyordu artık. Meltem Yılmaz’ın “Kent bir medeniyetin bellek aygıtı; onun görülebilen DNA’sı gibidir.” sözü bence çok doğru. Mesela kapandığı güne kadar Kelebek Korse dükkanının vitrinindeki o çirkin korselere bakmak, beni zamanda bir yolculuğa çıkarıyordu her defasında! Veya Narmanlı Han’ın bahçesi ve kedilerinin huzuru… Veya kapısında bekçi durmayan Doğan Apartmanı, AKM ve bunun gibi birçok başka mekân benim için gerçek dünyadan adımımı başka dünyalara atmamı sağlayan katalizörlerdi. Ben önceki yaşamımda Beyoğlu’nda yaşayan ve her deliğe girip çıkan bir kara kediydim herhalde diye düşünüyorum.
İşte havanın böyle ağır olduğu o günlerden bir gün Karaköy’de bir iş halletmem gerekiyordu ve yolda bir kadın gördüm. Kadının acısı o kadar büyüktü ki, gözlerinden taşıyordu… Gidip bir şeyler söylemek istedim ama konuşmak çok anlamsız geldi o an, ki çenem düşüktür, ancak sadece buruk buruk izledim. O aslında çektiğim ilk fotoğraf oldu. Ortada bir kamera yoktu, o yüzden o anın bir kaydı yok ama evdeki bozuk analog makinayı tamir ettirip, fotoğraf çekmeye başlamama da o kadının acısı sebep oldu. Böylece sokaklara geri dönmek için de kendimce bir sebep bulmuş oldum!
Kaydı olan ilk fotoğraf ise ağlayan kedi gözlü bir küçük kız çocuğu ve onu çok seven, avutmaya çalışan kedisinin fotoğrafı. Ama fotoğraf bulanık, çünkü kamerayı yaptırmıştım ancak aslında daha fotoğraf çekmeyi bilmiyordum. Sonrasında, bu itkiyle hızlı öğrendim.
“[…] Fotoğraf benim için farklı, kendimi bir belgesel fotoğrafçısı olarak görmüyorum. Çektiğim fotoğraflarda baskın olan benim ruh halim. Elbette bu tek taraflı bir şey değil. Şimdiye kadar çektiğim portrelerde seçtiğim kişiler çoğunlukla emekçi insanlar oldu. Çünkü bir şey anlatmasalar da yüklü bir hikâyeleri olduğunu biliyorum, gözlerine bakınca zaten her şey ortaya seriliyor… Ben de bir anlamda bu hissiyatın peşinden gidiyorum.”


Portrelerini çektiğin karakterleri nasıl seçiyor veya buluyorsun? Bu kişilerle ne gibi ilişkiler geliştiriyorsun?
Bir belgeselci olarak günlük hayatımda çoğunlukla hareket halinde ve gözlemciyim. Çektiğimiz belgesellerde işlediğimiz konuların kent ekseninde eşitlik, adalet ve özgürlük temelinde toplumsal değişim amaçlayan filmler olmasını önemsiyoruz. Ama fotoğraf benim için farklı, kendimi bir belgesel fotoğrafçısı olarak görmüyorum. Çektiğim fotoğraflarda baskın olan benim ruh halim. Elbette bu tek taraflı bir şey değil. Şimdiye kadar çektiğim portrelerde seçtiğim kişiler çoğunlukla emekçi insanlar oldu. Çünkü bir şey anlatmasalar da yüklü bir hikâyeleri olduğunu biliyorum, gözlerine bakınca zaten her şey ortaya seriliyor… Ben de bir anlamda bu hissiyatın peşinden gidiyorum.
Çekim süreci senin için nasıl ilerliyor? Aradığın anları spontane mi yakalıyorsun, yoksa aklındaki kurguya ulaşmak için uyguladığın ritüeller, geçtiğin aşamalar oluyor mu?
Sadece portre çektiğim ilk zamanlarda sokakta karşılaştığım, fotoğrafını çekmek istediğim insanları durdurup soruyordum. Zaten o veya bu sebeple bana ilginç geldikleri için, sorularım ağzımdan dökülmeye başlıyordu ve sohbet ediyorduk. Tabi insanlar kamera onlara doğrultulunca poz verme alışkanlığı içindeler. Poz vermelerini istemediğim için onları gördüğümde, bende yarattıkları duygunun ne olduğunu söylüyorum, eğer benimserlerse onlarda o duyguyu kendilerince yorumluyorlar ve böylece bir kare çıkıyor ortaya. Ama daha çok sohbet ederken bir an yakalamaya çalışıyorum. Çünkü ben aslında o kısa ilişkinin içindeki bir anlık bir duygunun peşindeyim.


“Bana fotoğraf çekmeyi ilginç kılan, etkilendiğim ve şiirlerime konu olan herhangi bir şeyle elimde bir makine varken karşılaştığımı hissettiğimde, içimde onu fotoğraflama isteği uyandırıyor olması. O yüzden fotoğraf sanatının şiirsel bir tarafı kesinlikle var bence.”
Fotoğraflarına yaşadığın deneyimlerin, karşılaştığın karakterlerin birer yansıması olarak mı yoksa mekân ve zamandan koparak başka dünyalara açılan kareler olarak mı yaklaşıyorsun?
Fotoğraf çekerken herhangi bir stil oluşturmak gibi bir kaygım yok, tamamen içgüdüsel hareket ediyorum. Mesela Dreamers of A Dream bir anti-kahraman serisi. Süper güçleri olmayan sıradan insanların kendi hayallerinin kahramanı olmaları ile ilgili. O yüzden hem biraz kurgusal hem de aslında bir o kadar hakiki!
Ama bu hep böyle yapacağım anlamına gelmiyor. Deniyorum… Üniversite yıllarımda fotoğraf öğrenmek çok istemiştim ama benim için o dönem lüks bir uğraş olacaktı. O yıllarda para kazanmak için styling yaptım. Objelere yönelik büyük bir tutkum var. Ama beni heyecanlandıran objeler yine yaşanmışlıkları olanlar… Kurgusal anlamda prodüksiyon gerektiren, başka dünyalara açılmayı hayal ettiğim ve çekmek istediğim seriler var.
Şimdi üzerinde çalıştığım seriyi ise sinemada Kuleşkov Efekti deneyinden etkilenerek hazırladım. Bir fotoğrafın birbiriyle alakasız ve bağımsız görünen diğer fotoğraflarla yan yana gelerek, farklı anlam ve yorumlara yol açtığı bir deneyim yaratmak istediğim bir seri olacak.
Kameran yanındayken şehirde ne gibi rotalar ilgini çekiyor?
Fotoğraf çekmek için belirlediğim rotalarım yok. Günlük hayatımda kamerayı yanımdan hiç ayırmıyorum artık sadece. Bir insan, bir sokak, bir obje veya duyduğum bir söz beni rahatlıkla içine çekebildiği için, her şeyi biraz da akışına bırakmış durumdayım.


Fotoğrafçılığın yanı sıra film prodüksiyonu ve (yazışmalarımız vesilesiyle) şiir ile de uğraştığını biliyoruz. Film ve fotoğraf üretimi arasındaki paralellikleri görmek daha olası. Şiir senin için nasıl bir noktada duruyor?
Sanatsal olarak farklı disiplinlerin birbirini beslediği ve bunun artık kabul gördüğü bir zamandayız. Üstüne artık herkes cep telefonuyla harika fotoğraflar çekebiliyor. Bana fotoğraf çekmeyi ilginç kılan, etkilendiğim ve şiirlerime konu olan herhangi bir şeyle elimde bir makine varken karşılaştığımı hissettiğimde, içimde onu fotoğraflama isteği uyandırıyor olması. O yüzden fotoğraf sanatının şiirsel bir tarafı kesinlikle var bence. Fotoğraf da şiir gibi kimi zaman gerçeğin bir yansıması, kimi zaman da mekân ve zamandan koparak başka dünyalara açılabilmemi sağlayan bir araç benim için.
Mesela bu şiiri bambaşka bir motivasyonla yazmıştım, ama şimdi Dreamers of A Dream seçkisi için yazmışım gibi geliyor:
——geçmiş——
insanlar vardı yüzlerinde tanıdık ifadelerle ,
deli gözleri hançer, her halleri sinmişti içime
kim kaldı?
bilmiyorum.
kalabalıklara karışınca can çekişiyor artık ruhum.
kentin saklı kalabilmiş boş köşelerinde, bazen varla yok arası bildik yüzler görüyorum.
duvarlara çarpıp dökülen hisler geçmişimle göz göze getiriyor beni,
anlık ama hatırlamak güzel.
ılık ılık akıyor yaralı zamanlarım;
zamansızlıkta yol buluyoruz kendimize,
yürüyoruz kalabalıkları yararak hiç bilmediğim yerlerde
ufacık ama tanıdık bir duygunun peşinde
ölümsüzlük olsa olsa bu herhalde?!