İlk izlenim: MEGALOPOLIS

Yazı: Melikşah Altuntaş

Sinema tarihinin ustalarından Francis Ford Coppola’nın 80’li yıllarda geliştirdiği bir fikri, 300’den fazla senaryo taslağı ve 20 yıldan fazla zaman harcanan prodüksiyon süreci sonunda, nihayet 85 yaşında tamamlamasıyla karşımıza çıkan Megalopolis Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasında prömiyerini gerçekleştirdi.

The Godfather serisi, Apocalypse Now, The Conversation gibi başyapıtları sinema tarihine kazandıran Coppola’nın kendi cebinden harcadığı 120 milyon dolarlık dev bütçesi ve 2001’de 30 saatlik dış mekân çekimleriyle başlayan olaylı prodüksiyonuyla merak konusu olan Megalopolis’in sürekli değişen set çalışanları ve görsel efekt takımıyla gündeme geldiği çekim süreci yaklaşık iki yıl önce tamamlanmış, Coppola filmi son hâline getirmişken 60 yıllık hayat arkadaşı, senarist Eleanor Coppola’yı kaybetmişti. Megalopolis’i de adadığı Eleanor Coppola’nın kaybı, ironik bir biçimde filmde, Adam Driver’ın canlandırdığı ve bir çeşit Francis Ford Coppola alter-ego’su olan baş karakter Cesar’ın da yaşadığı bir kayıpla örtüşüyor ve Megalopolis’in karmaşık senaryosu bu kaybın travmasıyla baş etmeye çalışan Cesar’ın bir hayal madde-şehir düşünü gerçekleştirme obsesyonuna odaklanıyor. 

Her ne kadar filmin konusunu bir özete sığdırmaya çalışsam da yaklaşık 45 yılda son hâline gelmiş bu senaryonun kısa özetini yapmak için bile bana en az bir ay süre tanımanız gerekiyor. Coppola filmini bir fabl olarak tanımlıyor ve günümüzün New York’unu, Antik Roma sonrası kurulan imparatorluğun “modern” şehrine dönüştürüyor. Bu noktada filmin türü politik taşlama – bilim-kurgu arasında gidip gelirken, işin içine bolca romans ve tarihi fantezi de ekleniyor. Megalopolis’i başyapıt ya da berbat bir karmaşa olarak tanımlayıp geçememenin en önemli nedenlerinden biri de bu türsel çeşitlilik ve Coppola’nın kimi zaman bir boomer, kimi zaman yaratıcı bir sinema delisinin elinden çıkmışa benzeyen referanslar silsilesinin doyuruculuğu. Fakat bu doyum hissi kısa süre içinde öyle bir noktaya ulaşıyor ki Megalopolis aynı anda yüzlerce şeyden bahsetmeye çalışan geveze ve yorucu bir görsel-işitsel tecrübeye dönüşüyor. 

Tek seferde sindirmesi ve her detayına hâkim olunması hayli zor filmin kurgusu da gerçek bir delilik gösterisi. Coppola’nın yüzlerce kez değişmiş olan senaryo kurgusu da bir o kadar oyuncaklı. Coppola filmin bir sinemasal etkinlik olduğuna bizleri öylesine ikna etmeye çalışıyor ki izleme tecrübesine Cannes’daki tüm gösterimlerinde şahit olduğumuz sürpriz bir teatral deneyim dahi eklenmiş. Coppola’nın bu tecrübeyle ilgili filmin Cannes sonrasındaki gösterimlerinde ne gibi bir hazırlık içinde olduğunu bilmediğim için bu sürprizi bozmamak en iyisi olacak gibi ancak yönetmenin, sinema sanatını devasa bir rüya makinesi olarak görmesi, 2024 yılında dahi seyircisini bu büyüye ortak eden bir numara çekmesi takdire şayan.

Megalopolis’in yılın en olaylı filmlerinden biri olacağı kesin ve sezon boyunca da çokça tartışılacak. Muhtemelen bir kısım izleyici için film gerçek bir cringe show, bir diğer kısım içinse sinemasal bir ustalık gösterisi olarak adlandırılacak. Kendi adıma bu deneyimin şaşkınlık, heyecan, büyülenme, başkası adına utanma, hayranlık duyma kısımlarını bir arada yaşamış olmaktan mutluluk duyuyor, prodüksiyon maliyet hesabı yaparak ortaya çıkan israfı tespit etmeye ve oyuncuların sette giydikleri kostüm, söyledikleri replik ve sergiledikleri duygular sırasında ortaya çıkacak film hakkındaki kara kara düşüncelerine ortaklık etmeye çalışmaktan yorgun düşüyorum.