Spekülasyon yapıp kızmak: Severance 2. sezon 9. bölüm

Hazırlayan: Meltem Demiraran, Utkan Çınar

“Tekrar masum olabileceğim fikrini sevdim.”

17 Ocak’ta start alan ikinci Severance sezonunu hafta hafta kurcalamaya devam ediyoruz. Önceki bölümle ilgili yorumlarımızı okumadıysanız, buraya bir uğramak isteyebilirsiniz.

Dizinin son bölümü “The After Hours”u henüz izlememiş olanlar için de büyük harflerle SÜRPRİZ BOZAN yani SPOILER uyarısı da yapalım.


Utkan Çınar: Geçen hafta hakkında en kötü konuştuğumuz bölüm olmuştu. Bu hafta da iyi konuşamayacağım maalesef. Kötü işçilik, kötü edit, aceleye getirilmiş yan hikâyeler… Sanki önümüzdeki haftanın büyük finalinden önce yan unsurları derdest edelim, aklımız oralarda kalmasın denmiş gibi. Sezon ortalarında kendini toparlamaya başladı diye düşünürken; dizi şu an iyice topallıyor. 

Meltem Demiraran: Tutunmamızın en büyük sebeplerinden biri, herkesin yan karakter olmaktan sıyrılıp kendi hikâyesini derinleştirmeye başlamasıydı. Derken her şey tepetaklak oldu ve bizi tek bir odağa hapsetti. O da tatsız, sıkıştırdı bizi burada. Eğer sadece Mark önemli olacaktı ise buna ikinci sezonun sonunda varmamıza gerek yoktu. O yolu tek sezonda da kat edebilirdik.

Utkan: Sezon başından beri eleştirdiğimiz şeyleri sanki kasıtlı gibi daha çok yapmaya başladılar. Bu arada soruyordun geçen hafta “Helena ne yer ne içer?” diye. Başlar başlamaz cevabını bulduk! E, Kier o günün “önemli” bir gün olduğunu söylüyordu baştan. Mark işe gelmedi, önemli bir gün olmadı. Yanıltıcı bir girizgâh. 

Meltem: Yumurta yiyormuş. Cobel’i takip ettiriyorlar, her yerdeler diye düşünüyorsun. Mark nerede, niye gelmiyor, bilinmiyor mesela. “Ben bugün gelmeyeyim dedim.” deyip çıkıyor işin içinden, koskoca Lumon’un Mark’ı bulup getirecek veya takip edecek iki kişisi yok yani. 

Utkan: Çok önemli işler, çok basit şeylere bağlı. Geçen haftalarda söylemiştik. Yapım konu odaklı olmaktan karakter odaklı olmaya geçiş yapıyor diye. Bu geçişten beri yazamamaya başladıklarını düşünüyorum. 

Meltem: Yine değiştirdiler aslında o yaklaşımı. Yine konu odaklıya dönüyoruz. Sorun yaklaşım değil de karakter odaklı yaklaşımı derinleştirip sürdürememiş olmaları gibi gelmeye başladı bana açıkçası. 

Utkan: Biraz ağır bir eleştiri olacak belki ama sanki Dan Erickson’ın güzel bir fikri varmış ve gerisi yokmuş gibi. Tek tek olaylara bakarsak mesela Dylan’ın, eşinin kendi innie’siyle içerde öpüşmüş olmasına verdiği tepki onun dışarıdaki karakteriyle uyuşmuyordu. Biz içerdeki Dylan’ın daha atarlı, dışardakinin daha kendi hâlinde olduğunu düşünürken terse döndü işler. Bence biraz tutarsızlık var, bunu kasıtlı olarak da yaptıklarını düşünmüyorum. Helena’nın durumunda olduğu gibi istismar da yok ortada bence. 

Meltem: Dylan’ın hikâyesi resmen fişi çekilmiş gibi bitti. Çekti gitti, istifa etti. Ve evet, tam da dediğin gibi, başta herkesin innie ve outie’si bambaşka iki insan gibiyken, bir anda sanki hep aynı kişilermiş gibi davranmaya başladılar. Üstelik, her zamanki gibi, bu dönüşümü yine balyoz gibi suratımıza çarptılar.

Utkan: O hâlde niye izledik bu kadar zaman? Ağırlığını kaybetti karakterler. İki bölüm hiçbirini görmedik. Şimdi de hızla dosyaları kapatıldı. Tembel yazarlık var ortada. Dizinin tüm geleceği haftayaki finale bağlı. O bölüm de 76 dakika olacakmış bu arada.

Meltem: Bundan sonra ne kadar toparlayabilirler, hiç emin değilim. Ama hakkını vermek lazım, Milchick yine parlıyordu. “Devour feculence!”

Utkan: Ben isyanı daha büyük olur sanıyordum, daha büyük arıza çıkarırmış gibi geliyordu. Onun da isyanı o kadar oldu ama iyiydi.

Meltem: Mesela Huang muhabbeti. Svalbard’a gönderiverdiler kızı.

Utkan: Niye vardı, niye gitti?

Meltem: Svalbard, Arktik Okyanusu’nda bulunan Norveç’e bağlı bir takımada ve sanırım birkaç araştırma merkezinin bulunduğu, bilim forumlarının gerçekleştirildiği bir yer.

Utkan: Dünyanın bütün tohumlarını oraya saklıyorlarmış, ne olur ne olmaz diye. 

Meltem: Pullman’ın His Dark Materials’ında da —SPOILER olmasın ama— hikâyenin merkezindeki kötülüğün deneylerini yürüttüğü yer yine Svalbard’daydı. Üstelik orası, zırhlı kutup ayılarının hüküm sürdüğü bir takımada olarak tasvir ediliyordu. Görünen o ki bilim kurgu ve fantezi dünyası Svalbard’ı gerçekten seviyor. Soğuk ve ıssız, gizeme elverişli bir atmosfer yani.

Utkan: İlginçmiş. Huang’ın dizideki rolü neydi bu arada? Sanki başka birileri sezonun başlarında bu karakterleri sokmuş. Böyle şirketlerde bağımsız denetlemeciler olur ya, hani giderler-gelirler tutmuyordur. Burada da “biz bu karakterleri attık diziye de bir yere gitmiyor, siz bir toparlayıverin abi” demişler gibi. Irving’in hikâyesi de öyle.

Meltem: Onu da “hadi canım seni koruyayım” diye gönderiyorum ne idüğü belirsiz bir yere.

Utkan: Tren nereye gidiyor bilmiyoruz, “Bir yerde inersin.”. Basit, kolaycılığa kaçılmış. Yine bir şey demeyeceğim, oyuncular (Walken, Turturro) iyi olduğu için onların olduğu sekanslar güzel oluyor tabii.

Meltem: Dizinin kendi içindeki tutarlılığı resmen buhar olup uçtu gibi hissediyorum. Bir devamlılık yok, hiçbir şeyi takip edemiyorsun, mantıklı bir çerçeveye oturtmak desen, mümkün değil. Sürekli suni bir şeyler oluyor ama neden, nasıl, kim bilir? Sezonun başında konuştuğumuz o “deus ex machina” meselesi ise artık olay örgüsünün yapı taşı olmuş gibi. Bir şeyler oluyor, ama ortada ne elle tutulur bir sebep var, ne de tatmin edici bir sonuç. Daha bu sezonun ilk bölümünü konuşurken bir tanesinden korkup “aman olmasın” dediğimiz şey, tüm sezonun formülü hâline geldi.

Utkan: Mark’ın reentegrasyonu da bir garip ilerliyor. Cliffhangerlar oldu sezonun ortasında. Olmamış ki bir şey. Innie’siyle konuşmak için yine bir yere gidiyorlar. Ona gerek kalmayacak bir şey olması gerekmiyor muydu? Ben mi yanlış anladım reentegrasyonu? Innie ile outie aynı hafızalara sahip olacaktı?

Meltem: Evet, ama bunun bir anda çözülemeyeceği belliydi. Benim bu konuda çok büyük bir şikâyetim yok ama zaten hikâyeyi yarım bıraktılar. Reghabi çekti gitti, sonra Cobel’e yöneldiler. Şimdi Cobel’le konuşup Gemma hakkında bazı bilgiler öğrenecekler, tamam, ama sonra? İçeride ne yapabilir ki? İşte burası bana pek mantıklı gelmiyor. Bir yere varacakmış gibi görünüyor ama yolu o kadar sisli ki nereye gittiğimizi bile anlamıyoruz.

Utkan: Yine “She’s alive” diye bitirdiler. Geçen sezon finaline güzel bir selamdı. 

Meltem: Diyaloglar ciddi şekilde iyileşti bence. İkinci sezonun beşinci bölümü itibarıyla karakterlerin konuşmaları daha oturaklı, daha etkileyici hâle geldi. Ama işte, bu sefer de konu darmaduman oldu. Hikâye toparlanmak yerine iyice yokuş aşağı gitmeye başladı. İyi, hoş cümleler duyuyoruz da bunların anlamlı bir bütüne hizmet ettiğinden emin değilim.

Utkan: Çok büyük kararsızlıkları var ve bu da belli oluyor. Bence izleyiciye de geçiyor bu ruh hâli. Şimdi önümüzdeki hafta finali bir film gibi yapacaklar herhâlde.

Meltem: Bakalım ya, sezon finalinde hakikaten herkesle ilgili çok çarpıcı şeyler olması lazım. Sürekli gelişigüzel oradan oraya savruluyoruz ve itki sürekli duygusal patlamalarla sağlanıyor. Bir mantığa oturtulmuş bir plan yokmuş gibi geliyor neredeyse.

Reghabi’ye sinirleniyorlar, Cobel’e gidiyorlar. Cobel’e sinirleniyorlar, çekip gitmeye karar veriyorlar. Devon durdurdu neyse ki. Dylan, Gretchen ile bozuşup işi bırakıyor. Irving tam odayı buluyor diyoruz, cenaze oluyor. Hep bir şey oluyor. Ne oldu o keçiler? Onları gördünüz ettiniz. Onlar ne iş için kullanılıyor? Irving kapıyı sezon başında buldu dedik, bir kişi bile tenezzül etmedi gitmeye bu zamana kadar. Gidecek olan da oturmuş sağ, sol, sağ, sol kâğıttan yer-yön ezberliyor. 

Utkan: Doğru, doğru. En önemli karakter Mark. Diğerlerinin hikâyeleri bitirilip, gönderildiler. Anladım da o zaman Mark’la da birazcık daha haşır neşir olmamız gerekmiyor mu? Bu bölümde de o yan karakter gibi kaldı. En önemli karakter olduğunu düşünüyoruz. Bir de outie’si gayet sevimsiz bir karakter! 

Meltem: Mark’ın o ısırgan hâlleri benim hoşuma gidiyor.

Utkan: Cobel’e yaptığı o sarkastik tripler! Baya kıl bir herif. O da belki biraz problem. Bilmiyorum birazcık da adama karşı bir iyi şeyler hissedelim. Hani mağduriyeti dışında da bir artı noktası olsun diye beklersin. 

Meltem: Ben beğeniyorum onun öyle agresif ve ağzına geleni söyleyen hâlini. O arabada kardeşiyle aralarındaki muhabbet de güzeldi.

Utkan: Aklıma geldi, o çatal bıçakla yumurta yeme sahnesinde. Seinfeld‘in bir bölümünde herkes Snickers’ı çatal bıçakla yiyordu! Bir de sadece beyazını yedi galiba. O da garip. Ne demek acaba? 

Meltem: Çiğ yemeni tercih ederdim diyor Kier. Niyeyse?

Utkan: Ben açıkçası, hani bu dizinin yapımcısı olsam yeni bir showrunner getirirdim işin başına. Bütün yaklaşımı ve hatta hikâyeyi değiştirmeleri lazım çünkü böyle giderse üçüncü sezonunda çekilmez gibi geliyor bana.

Meltem: Böyle gidecekse hiç çekilmez gerçekten. Bakalım finali bekliyoruz.

Utkan: Bekliyoruz tabii canım, izleyeceğiz sonuçta. Bilmiyorum, çok mu sert yaklaştım diye düşündüm ama sen de yakın görüştesin.

Meltem: Ben de artık izlediğim şeyin ne olduğunu anlayabilmek istiyorum. Bu bir bilim kurgu mu? Teknolojiyle harmanlanmış bir kapitalizm eleştirisi mi? Yoksa basit bir gerilim / gizem mi? Bu bölümde, gerilim izlediğimiz hissini çok net aldığımızı düşünüyorum ama bir sonraki an ne tür bir hikâyenin içinde olduğumuz yine muğlaklaşıyor.

Eğer bunların hepsi birden olmaya çalışıyorsa bile benim esas şikâyetim şu: Gizem öyle yapay bir şekilde katman katman bırakılıyor ki merak duygusu uyandırmaktan çok yorucu bir bilmecenin içinde kaybolmuşum gibi hissettiriyor. Olaylar sarsıcı evet, ama gerçekten etkileyici mi? Pek değil. Açıkçası, bilinçli olarak eksik bırakılan bilgilerle oyalandığımı hissediyorum. Yani bu, dizinin zeki olmasından değil de beni sürekli aç bırakmasından kaynaklanıyor. Bekleyişin de artık ağzımın tadını bozmaya başladığını söyleyebilirim.

Utkan: Bir de mesela şirketi kötü olarak görüyoruz. Kötü olarak yaptıkları çok fazla. Ama tam gücünü de göremiyoruz. Bu kadar çok problem yaşıyor olması da bir garip.

Meltem: Gemma’nın cenazesini niye hiç görmedik mesela? Bu Gemma’nın hiç anası babası falan yok mu? Bunlar hiç Mark’la herhangi bir iletişimde bulunmadılar mı? 

Utkan: Evet doğru diyorsun. Bu güzel bir nokta. 15 kişi falan var dizide. Sanki o dünyada başka kimse yaşamıyormuş gibi. Bu da genelde Türkiye’deki dizilerde benim güldüğüm bir şeydir. Hani herkes toplu, bir arada yaşar, hiç arkadaşları yoktur, durup durup birbirlerine sardırırlar. Öyle olması da daha önce dediğim gibi olan bitenin birinin kafasında geçtiği hissini uyandırıyor bende. 

Bildiğimiz gerçeklik değil mi bunların yaşadığı şey diye düşünmemin nedeni de o. Hüzünlü sayıları ayıkla, tamam. Değişik bir şey ama onu da biraz açıklayabilirdin. Bu adamda ne var ki bu iş için bu kadar değerli veya ona benzer birini bulamıyorlar. Üç-be dakikada açıklayabileceğin şeyler. Sürekli böyle sessiz manalı bakan adamlar ordusu gibi şirketin içi de. Normal insan gibi de davranmıyorlar ya. Ama sonuçta o Gemma’nın geçmiş hikâyesiyle öğrendik sanırım gerçeklikte olduğumuzu. En başta Lost örneğini vermiştik ya kendileri de söylemişti. 20 senedir final yapamamasıyla, gizemleri açıkta bırakmasıyla dalga geçilir. Aynı tehlike var.

Meltem: Konuşacak pek bir şeyim kalmadı benim şimdilik. Ancak spekülasyon yapıp kızabiliyorum şu noktada! 

Utkan: Başka dizi önerelim okuyuculara o zaman.

Meltem: Common Side Effects! En önemlisi.