Vurgulamayan komedi: The Curse 1. bölüm

Yazı: Utkan Çınar

Beklentilerimizin bu kadar fazla olduğu, merakımızı tavana çıkaran yapımlar çok fazla gelmez önümüze. The Curse’ün yapım aşamasında olduğunu duyduğumuzdan beri bugünü iple çekiyorduk, yalan yok. Bir kere Emma Stone var; zaten tanıyorsunuz. The Favourite olsun, Cruella olsun hatta kanımca hakkı yenmiş mini seri Maniac olsun her zaman iyi işler çıkarmış, kuşağının en yetenekli aktörlerinden. Bir kere Benny Safdie var. Ellerini her attıkları altın olan; son 10 yılın, eleğin üzerinde kalan en iyi filmlerinden Good Time ve Uncut Gems’e imza atmış Safdie kardeşlerin aktörlüğe de eline atan yarısı. Bir kere Nathan Fielder var. Daha yeni The Rehearsal’la komediyi başka bir boyuta taşıyan; zamanında Larry David ve Ricky Gervais gibilerin yaptığı devrimlerin aynısını günümüzde yapan bir dahi.

10 parçalık dizinin her bölümünden sonra bir neler olmuş, bu üç yeteneğin aklından neler çıkmış bir bakacağız. 

Bölüm 1: Land of Enchantment

Ayrıntılara girmeden neyle karşı karşıyayız onu bir açalım. Bir yıldır evli olan eski bir kumarhane çalışanı Asher (Fielder) ve emlak zengini bir aileden gelen Whitney (Stone), Española isimli bir kasabada, konusu ve estetiği TLC’deki ev dönüştürme programları gibi bir televizyon işi yapmaktalar. Dışarıya asıl dertlerinin oradaki Hispanik ve yerli topluma yardımcı olmak, onlara iş bulmak, kiralarını ödemelerini sağlamak ve evlerini çevreyi koruyacak şekilde yenilemek olduğunu yansıtma çabasındalar. Dougie (Safdie) ise yönetmen ve yapımcı olarak onlarla beraber çalışmakta. Ama hepsinin başka ajandaları olduğunu da hemen seziyoruz.

Lafı fazla uzatmadan ilk bölüm beklentileri karşıladı mı sorusunu yanıtlayalım. Aslında hem evet hem hayır. Bu, nereden baktığınıza bağlı. The Rehearsal gibi dâhiyane ve gayet deneysel bir işin ardından Fielder’ın anaakıma daha yakın; fikirden daha çok diyalog ve karakter bazlı bir işe girdiğini söylemeli. Emma Stone kalibresinde bir film yıldızının da olaya dâhil olması şartları değiştiriyor hâliyle. Evet gayet komik, özellikle Safdie’nin sade hazır cevapları dizinin mizahının en yüksek olduğu anlar ama net bir yorum yapabilmek için daha çok karakterleri tanıdığımız bu ilk bölümden fazlasına ihtiyacımız olacak gibi. Sonrası için yaptıkları altlık hiç fena değil.

Stili, sıradan reality şovların keskin, parlak ve açıkçası depresif tarzını koruyor. Ama en dikkat çekici vaziyet; kameranın her zaman uzakta, âdeta Afrika’da geyik avlayan çitaları çektikleri uzaklıktan konuları izlemesi. Bu mesafelilik, -yani evde geçen sahneleri bile pencerenin dışından izliyoruz- ilginin diyaloglarda ve olay örgüsünde kalmasını sağlıyor. Sezon boyunca böyle mi devam eder, bilinmez ama kanımca hiç fena fikir değil. Uzakta olmanın getirdiği tercih bolluğu da yapımın görsel anlamda yaratıcı gücünü yükseltiyor. 

Oyunculuklara gelirsek; Emma Stone dizinin kesinlikle ağır topu. Aslında büyük bütçeli filmlerden Fielder gibi oldukça tuhaf diye de adlandırabileceğimiz bir beynin yanına geldiğinde sırıtıp sırıtmayacağı merak konusuydu. Dışarıya verdiği pozlarla içinden geçenlerin tezatını yüzünden okumakta zorlanmıyorsunuz ki bu yapımın en kritik noktalarından biri. Oldukça belirgin ifadeli yüzü, uzaktan çekimlerde artı puan oluyor onun için. Nathan Fielder ise aslında biraz yabancı sularda. Daha önceki işlerde sunucu / yönetmen rollerinde, her şeyin kontrolünün altında olduğu projelerde pek fazla oyunculuk yapmasına gerek kalmıyordu. Burada ise net bir şekilde bir karakter oynamakta. Karakteri de pasif agresifin ansiklopedik tanımı gibi. Komik anlarda, espriyi kendi yapmadığında bile tepkileriyle ortamdaki mizahı amplifiye edebiliyor. Benny Safdie ise dizinin nihilist damarı. 90’lardan çıkma tipi, umursamaz tavrı, Fielder ve Stone’un gerginliğini boşaltan bir unsur. Diyalogları ise hazır cevap başyapıtları. Zaten oyunculuk kariyeri de iyi bir ivme almış durumda; kızmazsanız kendisinin Oppenheimer’daki ilgi çekici az noktadan biri olduğunu söyleyeceğim. Burada bir başka önemli husus da karakterlerin; mesela Michael Scott’tan, David Brent’ten, Larry David’den çok daha sessiz, sakin ve gerçekçi oyunculukları. Komedinin artık bağırmaya ve vurgulamaya ihtiyacı olmadığını da gösteriyorlar bizlere. Belki Louis C.K. bu sakinliğe geçiş noktasını oluşturuyordu dizisi Louie’de. Fielder ise bunu daha da ileri götürüyor.

Dizinin altyapısını oluşturan lanetlenme sahnesi Curb Your Enthusiasm’a bir saygı gösterisi gibi. Ama buradaki fark; orada Larry David’in Şarlo-vari bir şekilde başını belaya sokup bundan kurtulamamasını keyifle izlerken, burada Fielder’ın yaşadığı stres daha olgun, daha gerçekçi. Sadece bir komedi malzemesi değil. Mizahı çok daha kısık. Bundan da “hastalıklı” bir zevk aldığımı söylemeliyim. Yapımın bir iyi yanı da komedi unsurlarının, karakterlerin insani motivasyonlarının sonucunda ortaya çıkması. Yani “I love you” diyen köpek dışında “normal dışı” hiçbir an yok. (Tamam, Dougie’nin maskeli bekâr konulu reality şov fikri de biraz abartılıydı.) Biraz kafa şişiren absürdist komedinin (I Think You Should Leave Tim Robinson’ı dışarıda bırakarak söylüyorum; o, bu konuda bir fenomen; henüz denk gelmeyenler lütfen izlesin) abartılı oyunculuklarının karşısında bu yaklaşım büyük ferahlık yaratıyor.

Dizinin ritmi ise en kutuplaştırıcı yeri olacak gibi. Yer yer “gerçek zamanlı” bir devamlılık hissiyatı vuku bulurken, bazen de hızımız artıyor ve daha kısa sekanslarla sorunlar çözülüyor. İlk bölümde bunun biraz yapımı salladığını düşünüyorum. Bu tabii genel geçere ayarlı algı düzeyimizden de kaynaklanıyor olabilir. 

Yapımın düşünsel alt metnine baktığımızda da yabancılık çekmiyoruz. Fakir ve acz içindeki topluma kendi inisiyatifindeki çözümleri dayatan orta-üst sınıf karakterleri izliyoruz sonuçta. En doğrusunu bilen, her zaman kalbinin doğru yerden baktığına emin olan insanlar olduklarını düşünüyorlar. Belli bir suçluluk duygusu (white guilt) hep varken; bencil, bireyci dürtülerine de engel olamıyorlar. Baş karakterlerimiz ve kasabadaki toplum arasındaki derin eşitsizliğin, sınıfsal farklılığın her an karşımıza çıktığını da görüyoruz. Bu reel dünya tezatı da dizinin bir başka gücü. Yukarıda bahsettiğim gibi Safdie’nin karakterinin bu konulardaki sinizme dayalı yaklaşımı da önemli ve gerçek. 

Müziklere de ayrı bir paragraf lazım. Aslen Medeski, Martin & Wood’dan; John Zorn, John Scofield gibi isimlerle çalışmalarından bildiğimiz John Medeski gayet ustaca bir iş çıkarıyor. Bahsettiğim uzak kamera stiliyle onun gerilim tabanlı sesleri kusursuz bir uyum içerisinde. Benny Safdie, Alice Coltrane’in Turiya Signs albümünü referans alarak daha önce de beraber çalıştığı Daniel Lopatin’den  (Oneohtrix Point Never olarak da tanıyoruz onu) fikir istediğinde, Lopatin zaten elinde bunun için çok da uzun bir liste olmadığını söylüyor. Medeski’den müziğin de bir “izleyici” konumunda olmasını ve başka bir perspektif yaratmasını istediklerini söylemişler. Bunlar kesinlikle doğru yaklaşımlar olmuş. 

Toparlamak gerekirse, bu yazıyı bir girizgah gibi düşünürsek önümüzdeki haftalarda daha çok olan bitene yoğunlaşıp; yapımın girdiği ve girmediği yolları sorgulayacağız. Tavsiyemiz, diziler açısından biraz kıt geçen yılın bu heyecan verici işine şans vermeniz yönünde.