Hayallerin peşinde: “Team Africa Turkey”

Farklı beklenti ve umutlar içinde, boş vaatlerle kandırılarak Afrika ülkelerinden Türkiye’ye gelen profesyonel genç futbolculardan kurulu bir takım olan Team Africa Turkey ’nin serüveni ve rutinlerini konu eden fotoğraf sergisi bugün REM Artspace’de açılıyor. Futbolcularla uzun süre vakit geçiren fotoğraf sanatçısı Stella Schwendner ile  sergide yer alacak metinlerin sorumlusu olan araştırmacı ve yazar Helen MacKreath ile serginin hazırlık aşamaları ve “futbol hayali” üzerine konuştuk.

Röportaj: Nazlı Dönmez

“Afrika ülkelerinde futbola yapılan yatırım genel olarak çok düşük. Bu nedenle birçok oyuncu başka yerlerde kariyer yapma şansını arıyor. Yeni Pogba, Balotelli ya da Mbappe olma hayali ise onları Avrupa’ya gitmeye yöneltiyor. Türkiye de bu yolculuk için bir basamak.”

Öncelikle Stella Schwendner’ı tanıyalım biraz. Berlin, Roma ve Paris gibi metropollerden sonra seni İstanbul’a getiren ne oldu?

Stella Schwendner: Şans eseri oldu. Berlin’deki fotoğraf eğitimimi tamamladıktan bir sene sonra Paris’e taşınmayı planlıyordum. Moda fotoğrafçılığı alanındaki “büyük” isimlerin nasıl çalıştığını gözlemlemek ve onlardan bir şeyler öğrenmek istiyordum. İstanbul ve Berlinli sanatçıların katıldığı bir sergi düzenleyen bir küratör çektiğim bir portreye sergisinde yer vermek istedi. Şans eseri sergi, tatil amacıyla hayatımda ilk kez İstanbul’a geldiğim zaman açıldı. Açılışa gittim ve galeri sahibiyle tanıştım.

Şehre çoktan âşık olmuştum. Galeri sahibi iki hafta sonra İstanbul’a gelebileceğimi ve burada çalışabileceğimi söylediğinde Paris’e gitmekten vazgeçip doğrudan buraya geldim. 2012 yılıydı. Yedi ay kaldım. Hâlâ buranın sihrini unutamıyorum. 2013’te Paris’e taşındım ama aklım İstanbul’daydı. Almancada bir kelime vardır: “pulsierend”. Çarpıntı gibi, havada mütemadiyen aldığın yeni bir şeyin kokusu gibi… Paris’te bir buçuk yıl kaldıktan sonra İstanbul’a dönmeye karar verdim.

Şehrin havası o zamandan bu yana çok değişti. Ama İstanbul hâlâ görsel iştahımı doyuruyor. Işığını çok seviyorum. Hava çok güneşliyken bile bir miktar dağılıyor. Bazen şehrin tepesinde koca bir soft box olduğunu hayal ediyorum.

Fotoğrafladığın ve korkunç şekillerde kandırılarak buraya getirilen gençlerle ilk olarak nasıl iletişim sağladın? Onlarla ne kadar vakit geçirdin ve genel anlamda deneyimlerine yönelik ne gibi izlenimlerin oldu?

Stella Schwendner: Şehirde her daim bir fotoğrafçı olarak gözlerim açık yürüyorum. Genel olarak her zaman belli izlenimler ediniyor, belli anlar ve ışıklar yakalıyorum. Bu insanları futbol oynarken gördüğümde doğrudan dikkatimi çektiler çünkü gerçekten çok iyi oynuyorlardı. Merak ettim. Onlardan bu sergideki metinlerden sorumlu olan Helen’a bahsettim. Helen, göç üzerine çalışıyor. İletişime geçtik. Team Africa Turkey’nin menajeri Segun Timothy Alade ile konuştuk. Bize oyuncuların durumundan ve hedeflerinden bahsetti. Benden takımın fotoğraflarını çekmemi istedi ve iletişimimiz sürdü.

Esas olarak oyuncularla konuşmaya başladığımda çok etkilendim. Bunca şey yaşamanın ardından hayata yaklaşma biçimleri ve bakış açıları beni çok duygulandırdı. Daha fazla öğrenmek istedim. Hikâyelerini anlatacakları bir röportaj gerçekleştirmeyi düşündük ve ben portrelerini çekmeye başladım. Oyundan sonra, önce, antrenman sırasında… Fotoğraflarını çekerken muhabbeti sürdürüyorduk ve böylece onlar hakkında daha çok şey öğrendim. Bu süreç aralıklı olarak dokuz ay boyunca devam etti. Daha fazla malzeme topladıkça bir röportaj hazırlamanın bu çok yönlü ve dinamik diyaloglarımızı aktarmak için yeterli olmayacağını anladım. Futbol elbette çok temel bir konuydu ama belki de en önemlisi değildi.

Gözlemler ve izlenimlere gelince birkaç noktadan bahsedebilirim. Oyuncular genellikle kendi aralarında, biraz içe kapalı bir şekilde takılıyor. Hepsi Türkiye’yi bir geçiş süreci olarak görüyor. Neredeyse kimse burada kalmayı planlamıyor. Bir diğer nokta da buraya gelmek için kandırılmış olmalarına rağmen hiçbiri kendi ülkesine dönmek istemiyor.

Helen MacKreath: Oyuncularla ilk olarak Feriköy’deki futbol sahasında tanıştık ve ardından onlarla ortak mekânlarda vakit geçirdik. Kiliseye gittik, sahile gittik, sahaya gittik. Sahilde geçirdiğimiz gün, farklı insanların karşılıklı etkileşimi gözlemlemek ilginçti. Başta biraz rahatsız ediciydi ama sonrasında farklı ülkelerden yabancıların katıldığı spontane bir futbol oyununa dönüştü. Oyuncuların hikâyelerini farklı hallerde kendini gösteren ırkçılıktan bağımsız bir şekilde konuşmanın mümkün olmadığını söylemeye gerek bile yok. Her ne kadar sergide buna çok fazla odaklanmak istemesek de oyuncuların futbolcu olarak kimliklerine odaklandığımız için bu konu hayatlarına yapısal ve toplumsal olarak pek çok açıdan temas eden bir konu.

Oyuncularla vakit geçirirken en belirgin izlenimlerden biri aralarında dayanışma ve arkadaşlıkla ilgili. Elbette sahada birbirlerine rakipler ama yarattıkları ortamın ruhu cömertlik, açıklık ve katılımcılıkla belirleniyor. Saha dışında birlikte yaşıyor, birlikte antrenman yapıyor ve birlikte çalışıyorlar. Destek ve saygı anlamında kurdukları bağlar çok kuvvetli ve birçoğu için bu İstanbul’daki hayatlarının en önemli unsuru.

Göç üzerine çalıştığım için karşı karşıya kaldıkları sistemleri kuramsal olarak değerlendirebiliyorum. Siyasi pek çok dinamiğin kesiştiği bir noktada bulunuyorlar ve hayatlarının kendileri dışındaki güçlere bağlı; futbol ajansları, futbol kulüpleri ve görünürlükleri gibi. Bu konular sırayla bu alanlara, paraya, iktidar durumuna, dolayısıyla da uyruk, ırk, sınıf gibi faktörlere bağlı. Şimdiden, sadece buraya gelmek için bile zor şartlarda ve kolektif olarak toplanmış olan çok yüklü miktarda paralar harcamış durumdalar.

Kulağa tembel ve klişe gelse de futbolun farklı kültürler üzerinde birleştirici bir özelliği olduğu doğru. Ama futbolcularla bir takımda oynamanın dinamikleri konusunda konuştuğumuzda farklı fikirleri olduğunu keşfettik. Farklı dinamiklere, kültürlere, davranış biçimlerine alışmanın ne anlama geldiğiyle ilgili farklı düşünceleri var. Çoğu oyuncu sahada diğerlerinin bedenleri, hareketleri ve kabiliyetleriyle ilişki kurmada ve uyumlu bir takımın üyesi olma anlamında farklı iletişim şekillerinden bahsediyor. İzlenimlerden biri bu durumun saha dışında devam etmediğine yönelik. Genelleme yapacak olursak konuştuğumuz oyuncuların çoğunun Türkiyelilerle ya da toplumla sıkı bir etkileşim içerisinde değil. Hayatları çoğunlukla saha, spor salonu ve işyeri arasında geçmekte.

Sergi metinlerinden araştırmacı ve yazar Helen MacKreath sorumlu. Sergi, oyuncuların kişisel hikâyelerinin yanı sıra “hayal kurma” ve “futbol hayali” temalarıyla nasıl bir ilişki kuruyor?

Helen MacKreath: Futbol, hayallere karşı çok vefasız olabiliyor. Hayalleri önce yaratıyor, ardından yok ediyor. Futbolun dev pazarı tam da bu hayallerle yaratılıyor. Futbolcular, futbolcu olmak isteyenler, şevkli taraftarlar, sokakta oynayan çocuklar… Bu boş bir vaat değil ama pazar bu durumu istismar ediyor. Bazılarının hayalleri diğerlerinin pahasına gerçekleşiyor ve bu durum pazarın sürekli büyüyerek devamlılığını sağlıyor. Ancak bu hayaller çok daha fazla sayıda insanı kendi ağları içine hapsediyor ve buna karşı kimin daha incinir olduğunu düşünmek çok politik bir konu.

Bu oyuncular çok acayip bir hayalin peşinde değiller, futbol kariyeri yapmanın peşinden gitmek onlar için son derece mantıklı. Çünkü çok yetenekliler ve bu alana yatırım yapmayı çok anlamlı buluyorlar. Bu oyuncuların bu başarının peşinden gitmeye yatırım yapanların yalnızca görünen ucu olduğunu anladığınızda ve aslında aileleri, arkadaşları, eski futbolcularla olan bağlarını gördüğünüzde de hayallerin kurduğu ağın ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu ve ne kadar çok hayata dokunduğunu kavrıyorsunuz. Üzerlerinde inanılmaz yoğun bir baskı var. Kendi ülkeleri yerine Türkiye’de futbol oynamaları, hayal ve gerçekliğin bir karışımı. Team Africa Turkey’nin menajeri Segun Timothy Alade’den öğrendiğimize göre Afrika ülkelerinde futbola yapılan yatırım genel olarak çok düşük. Bu nedenle birçok oyuncu başka yerlerde kariyer yapma şansını arıyor. Yeni Pogba, Balotelli ya da Mbappe olma hayali ise onları Avrupa’ya gitmeye yöneltiyor. Türkiye de bu yolculuk için bir basamak.

Sergi, karşı karşıya kaldıkları şiddet döngüsü içerisinde futbolcuları birer birey olarak birbirine bağlayan bir alan açmaya çalışıyor. Stella’nın fotoğraflarının oyunculara dair çok samimi ve dürüst şeyler yakaladığını görüyorum. Metinler ise buraya gelmelerine sebep olan koşullar ve oynadıkları oyun bağlamında oyuncuların seslerini buluşturmaya çalışıyor. Belki umut ve futbol sisteminin gerçekleri arasındaki paradoks çok keskin. Ama aynı zamanda da eleştiriden yoksun bir duygusallıktan uzak kalarak oyuncuların bütünlüğünü göstermeyi hedefliyor.

Bu sergi, oyuncuların kandırılışına ve tuzağa düşürülüşüne karşı farkındalığı artırmayı amaçlayan sosyal bir proje olarak görülebilir. Ancak sadece buna odaklanmayı ya da oyuncuları birer kurban gibi göstermeyi istemedik. Kimse bu statüye indirgenmemeli. Bu onları anlamak için asla yeterli değil. Ben insanlar fırsatlar ve başarılar arasındaki boşlukta hayatlarını nasıl sürdürdüklerini belgelemeyi daha ilgi çekici buluyorum. Futbol aşırı derecede duygu yüklü bir alan; futbolcular, izleyiciler ve takım oyuncuları arasında yakınlık bağları kuruyor. Bu duyguların kurumsal yapılar tarafından yönetilip yönetilmediği ya da nasıl yönetildiği ise ilginç bir konu. Biz insanlar habersiz ya da onların bilincinde olarak bu yapıların yarattığı katmanlar arasında seçimlerde bulunmaya devam ediyoruz. Bu seçimlerin dokunduğu yerlerden kaçınmak mümkün değil. Dolayısıyla bu yapıların nasıl ilerlediği, onlarla müzakere yöntemleri, onlara karşı çıkma ya da zapt etme girişimleri ilgi çekici.

Bugüne kadar XOXO , L’Officiel Paris gibi yayınlar için çektiğin fotoğraflara kıyasla sergide yer alan fotoğrafların doğal bir kontrastı, el değmemiş bir ışığı var. Bu çalışmanın üretim süreci diğer işlerinden ne anlamda farklıydı? Bu projenin kalbine yakın bir yerlerde oluşu fotoğraflara da geçiyor mu yoksa aksine, daha serinkanlı bir gözlemci gibi mi bakıyorsun konuya?

Stella Schwendner: Bu çalışma normalde yaptığım ısmarlama işler ya da moda çalışmalarından tamamen farklı bir yaklaşıma sahip. Fotoğrafını çektiğin kişilerle farklı bir ilişkin ve portrelediğin insanlara karşı da bir sorumluluğun var. Gerçek olan bir şeyi yakalamak ve göstermek istiyorsun. Ve bir şeyi sıfırdan yaratmıyorsun. Moda fotoğrafçılığında sen yönetiyorsun, ki bu daha çok kendinin bir aynası gibi oluyor. Görmek istediğin fotoğrafı yaratmak. Bu durumda karşımda dikilen kişiyi anlamak istiyorum. Bu tam tersi şekilde işliyor. Tabii ki bir yandan bir futbolcuyu dokuz ay takip ettiğin, işin zaman boyutu da var.

Teknik olarak, kişiyi anlama sürecini rahatsız edecek herhangi bir filtreleme olmaması için photoshop kullanmaktan kaçınıyorum. Tabii ki bir estetik algım var, oyuncuların fotoğraflarını belli ışıklar altında çekiyorum, onları birazcık yönetiyorum. Genellikle onlarla biraz sohbet ettikten sonra portreyi çekiyorum. Oyuncuların hiçbirini hikâyesini bilmeden fotoğraflamadım, yani biraz daha samimiyet vardı.

Bir fotoğrafçı, sanatçı olarak, sıradan bir insandan daha farklı düşünebildiğini, başkalarının görmediği bazı şeyleri yakalayabileceğini hissediyor musun hiç? Etik bir sorumluluğun olduğunu düşünüyor musun? Bu konuların ortaya koyduğun işler ya da kişisel duruşun üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?

Stella Schwendner: Her zaman çalıştığımız insanlara karşı bir sorumluluğumuz var. Fotoğraf söz konusu olduğunda, bu gerçekliği değiştirebilecek çok güçlü bir araç olduğu için bu sorumluluğun fazlasıyla farkında olmam gerekiyor. Kendi hikâyeciliğimin ve hakkında konuştuğum kişinin farkında olmalıyım. Bu hepimizin birbirine karşı sahip olması gereken doğal bir saygı türü. Kendim ve konum arasındaki güç dinamiklerini tanımlayabiliyorum. Örneğin sokak fotoğrafçılığını severim ama fotoğrafları belli bir bağlama yerleştiriyor ya da onlara belirli bir yazgı belirliyorsanız, bunu anlamanız ve fotoğrafın sahip olduğu gücü bilmeniz gerekiyor. Bunun foto-röportajlarla ilgili ilk izlenimim olduğunu söyleyebilirim.

Fotoğraf çekmek kişisel bir şey. İşimi asla kişiliğimden ayrı tutamam, bu benim medyam ve benim kendimi ifade etme biçimim. Yani bundan kişisel bir seviyede etkileniyorum.