2021: Türkiye sinemasından 15 film

Türkiye sineması özelinde ilk uzun metrajını çekmiş yönetmenlerin yılı olarak da hatırlayacağımız, belgesellerin bir kez daha çıtayı yükselttiği bir zaman dilimini geride bıraktık. 2021’de festival yolculuğuna başlayan, izleyici karşısına çıkan, izlediğimiz ve irdelediğimiz yerli 15 film (alfabetik sırayla) aşağıdalar.

Anadolu Leoparı
(Yön: Emre Kayiş)

2021’in bol ödüllü filmlerinden Anadolu Leoparı, özünde bir Ankara (Hayvanat Bahçesi) polisiyesi. Ama maktul bir insan değil; her ne kadar bu insan dışı maktul yönetmen-senarist Emre Kayiş için Türkiye’nin günceline özgü bir insan tipini simgeliyor gibi görünse de. Tedricen ortadan kalkan, belki de öleyazan ama ölmeyip canlanması umut edilen, erdemli kurum çalışanı tipi. Söz konusu sosyopolitik mesajı iletmek için toplumu ve kurumlarını bir hayvanat bahçesi analojisiyle resmetmek ne kadar gerekli, hayvan ve yaşam hakkı savunucuları ayrıca tartışacaktır. Kayiş’in yapmak istediği Orwell’in Hayvan Çiftliği’ne bir saygı duruşu göndermekten ibaret belki de. Mehmet Ekinci

Anima
(Yön: Yusuf Emre Yalçın)

Anima, can ve ruh anlamları taşıyan ismiyle hayvanları cansız birer araç olarak algılayan inanç sistemleri ve kültürel yaklaşımlara göndermede bulunurken aynı zamanda Jung’un erkeğin bilinç dışındaki kadın tarafına denk düşen tanımıyla da ataerkil zihniyetin hayvanlarla olan ilişkimizdeki rolünü görünür kılan bir belgesel. Hangi hayvanların kurban, hangilerinin kutsal olarak algılandığı sorusundan yola çıkan ve öyküsünü sözden ziyade imgeyle anlatmayı yeğleyen yönetmen Yusuf Emre Yalçın, Selçuk’taki deve güreşi ve Konya’daki kurban bayramı ritüelleri aracılığıyla insan-hayvan ilişkisinin de dışına taşan iktidar ilişkilerine ışık tutarken, anıları ve rüyaları aracılığıyla belgeselini kişisel bir düzleme de çekiyor. Yiğit Atılgan

Beni Sevenler Listesi
(Yön: Emre Erdoğdu)

İlk uzun metrajı Kar ile ilgi çekici sinemasal diliyle tanıştığımız Emre Erdoğdu, İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan son filminde, odağına kendini alabilme cesareti göstermektense kendi odaksızlığı üzerine bir yolculukta kalmayı tercih eden bir torbacıyı merkez alıyor. Torbacının yolculuğu şaşırtıcı maceralarla akıp giderken, bize de izleyici koltuğunda Türkiye sinemasında pek fazla görme fırsatı bulamadığımız, hızlı ve akıllı bir metropol öyküsü tecrübe etmek düşüyor. Halil Babür’ün başarılı performansı da cabası. Yeni ve şok edici bir tarafı olmasa da hikâyesinin vadettiği tüm oyuncakları eğlenceli bir pakette sunmayı başaran, ilham verici bir film. Melikşah Altuntaş

Cemil Şov
(Yön: Barış Şarhan)

Yaratıcılarının sözleriyle “ünlü olmanın karanlık cazibesine odaklanan gerçekçi bir dram, gerçeküstü bir gerilim”. Barış Sarhan’ın dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yapan ilk uzun metrajı Cemil Şov; aktör olma hayaliyle yanıp tutuşan güvenlik görevlisi Cemil’in günden güne Turgay Göral isimli oyuncunun halet-i ruhiyesine bürünüp yaşadıklarını, trajikomik bir histeri penceresinden izleyiciye aktarıyor. Taner Yücel imzası taşıyan müzikler ise bu çabanın başarıya ulaşmasına destek olmakla yetinmeyip, yer yer ritmi de belirliyor. Ant Arın Şermet

Diyalog
(Yön: Ali Tansu Turhan)

Ali Tansu Turhan’ın ilk uzun metrajı, bir filmin oyuncu seçmelerinden görüntülerle, iki baş karakteri tanımamızla başlıyor. Yönetmenin oyunculara birbirini (ve dolaylı olarak izleyiciye karakterleri) tanıttığı provaların kurdurduğu bağ ile yakınlaşan ikili, sinemamızın en uzun plan sekansıyla Kadıköy’deki bir yürüyüş ve o yürüyüş sırasındaki sessiz diyalogla akıllara kazınıyor. Diyalog, sadece doğal oyunculukları, özgün biçimi ve başarılı tekniğiyle değil; izleyicisiyle sinemalarda buluşmak için gösterdiği çaba ve âdeta bir turneye dönüşen dağıtım modeliyle de yılın unutulmazları arasında. Emre Eminoğlu

Geçen Yaz
(Yön: Ozan Açıktan)

Özellikle Silsile’nin ardından adını bir kenara not ettiğimiz Ozan Açıktan’ın aşk ve hafızaya dair olduğunu söylediği isimsiz üçlemesinin son durağı, seyircisini âdeta bir zaman makinesine yerleştiriyor; Deniz’in ilk gençlik yıllarının kalp çarpıntılarına, ergenlik sancılarına, tensel arzularına, kendini kanıtlama çabalarına dair tanıdık bir 90’lar yazı deneyimletiyor. Konumlanan tarih nedeniyle filmde güçlü bir nostalji damarı mevcut olsa da Açıktan iskeleti bunun üzerine inşa etmiyor, sinemamızda sıkça keskin sınırlarla ayrılan arthouse ve gişe filmlerinin kapsama alanına hapsolmamış bir 100 dakika vadediyor. Merdan Çaba Geçer

Gurbet Artık Bir Ev
(Yön: Pınar Öğrenci)

17 yaşında, bir gençlik isyanıyla, doğduğu Van’dan İstanbul’a gelen ve kendisi için önceleri gurbet olan bu şehri zaman içinde evi hâline getirmeyi başaran Pınar Öğrenci; 2018’de politik bir isyan sebebiyle yeni bir gurbete, Berlin’e göç etti. Burayı, Türkiye’den gelen birinin geride bıraktıklarına en kolay ulaşabileceği şehir hâline getiren geçmişin misafir işçi ve sürgün göçmen kuşaklarına borçlu hisseden yönetmen, 80’lerin ortasında yürürlüğe giren; ayrımcı niteliklere sahip, Kreuzberg odaklı kentsel dönüşüm projesi IBA’ya odaklanıyor ve döneme ait fotoğraflar, arşiv malzemeleri, güncel söyleşiler aracılığıyla bir mahallenin ve diasporanın unutulmuş tarihine ışık tutuyor. Yiğit Atılgan

İki Şafak Arasında
(Yön: Selman Nacar)

İlk uzun metrajında, çeşitli ihmaller nedeniyle göz göre göre gelen bir iş kazasının, farklı sosyo-ekonomik sınıflardan karakterlere tesirini izletiyor Selman Nacar. Baş karakter Kadir, babasının tekstil fabrikasında yaşanan olayın ardından elini taşın altına koymaya, çözümün bir parçası olmaya niyetleniyor fakat gerek diğer ailenin mağduriyetinin yarattığı vicdani yük gerek kendi yakınlarının kirli stratejileri, onu ahlaki / etik bir dilemmanın tam ortasına bırakıyor. Empati kurmaya yatkın olmadığımız tarafın perspektifini tercih etmesi kadar -direksiyon rahatça didaktik bir yöne kıvrılabilecekken- cevaplar vermek yerine sorular sormayı tercih eden üslubu; izleyenin Kadir’in vicdan muhasebesine kolayca dâhil olabildiği, güçlü bir dramatik yapıya vesile oluyor. Merdan Çaba Geçer

Kerr
(Yön: Tayfun Pirselimoğlu)

Türkiye sinemasında bol keseden dağıtılan auteur sıfatının, kelimenin her anlamıyla tekabül ettiği bir isim olan Tayfun Pirselimoğlu’nun yine her saniyesiyle “Ben bir Tayfun Pirselimoğlu filmiyim” diye bağıran son eseri, yönetmenin kendi romanından beyazperdeye uyarladığı kapkara ve pek zeki bir distopya. Erdem Şenocak’ın tüm şaşkınlığı ve ikirciğini başarıyla yansıttığı karakterinin rehberliğinde akıp giden film, müziklerinden atmosferine Lynchvari bir anlatı sunup, seyircisini de belirsizliğin ortasındaki bir kasabaya hapsediyor. Pirselimoğlu sinemasına aşina izleyiciler için her zamanki gibi yine bir yapbozu tamamlama süreci şeklinde akıp giden seyir zevki ve Türkiye sinemasındaki özgün yeriyle yılın kayda değer filmlerinden biriydi Kerr. Melikşah Altuntaş

Merhaba Canım
(Yön: Ulaş Tosun)

Afganistanbul (2018) belgeseliyle tanıdığımız Ulaş Tosun’un yönettiği, şair “Arkadaş” Zekâi Özger’i konu alan orta metraj belgesel; ismini, onun yayımlandığı dönem epey tartışma yaratmış aynı adlı şiirinden alıyor. 60’lar ve 70’lerde sol öğrenci hareketlerinde ve yayınlarında faal olmuş Özger’in hayatı ile şiirlerinin yanı sıra, çevresince hem doğrudan hem de dolaylı olarak dayatılan heteronormatif erkeklik algılarıyla çarpışan kimliğinin ve dönemin despot askerî uygulamalarıyla çatışan politik görüşlerinin şekillendirdiği iç dünyası aktarılıyor. Özger’in yaşamından detaylara vakıf olurken aile üyelerinden arkadaşı olmuş isimlere, farklı kişilerin şair hakkındaki içgörülerine de kulak kabartıyoruz. Zeynep Naz Günsal

Nosema
(Yön: Etna Özbek)

Etna Özbek, 2017’de Suriyeli mültecilere dair bir belgesel çekmek muradıyla çıktığı yolculuğun bir noktasında arıcılık ve göç ilişkisi üzerine kafa yormaya başlamış. Bir arkadaşı aracılığıyla tanıştığı Bedri Diril’in kendisine has bir arıcılık kültürü bulunan Şırnak’ın Meer köyünden (Ermenicede bal, Türkçe ismi Kovankaya) bahsetmesiyle kamerasını sırtlanmaya karar vermiş. Bir kovan hastalığına tekabül eden anlamıyla toplumsal marazlarımızı da işaret eden film; 90’larda devlet zoruyla boşaltılan bu Keldani köyünü terk etmek zorunda kalan Şimuni ve Hürmüz Diril çiftinin yıllar sonra köylerine geri gelip tek başlarına burada bir hayat kurmalarına, doğayla kurduğumuz bağa, aidiyetlere, eve dönme inadına ve aynı zamanda kötücüllüğe dair bir belgesel. Diril çifti 12 Ocak 2020’de ortadan kayboldu. Çocukları Şimuni Diril’in cansız bedenini iki ay kadar sonra bir akarsuyun kenarında buldu. Hürmüz Diril’den hâlâ haber yok. Yiğit Atılgan

Okul Tıraşı
(Yön: Ferit Karahan)

Ferit Karahan’ın Antalya, Berlin, Saraybosna gibi festival duraklarından ödülle dönmüş yeni filmi Okul Tıraşı; Türkiye’nin eşitsizliklerle dolu karmaşık toplumsal yapısını tek bir güne ve mekâna odaklanarak ele alıyor. Filmin sade ve dolaysız sinematografik dili yönetmenin derdini görselleştirebilmesi için yetiyor da artıyor. 2008’de İki Dil Bir Bavul’u izlemiş, benzer bir “taşra okulunda yaşam nasıl geçer” hikâyesi eşliğinde ana dilde eğitim görme hakkının hayati önemini hatırlamıştık. Okul Tıraşı, o sorgulamayı birden fazla adım öteye taşıyor. Mehmet Ekinci

Patrida
(Yön: Ayça Damgacı, Tümay Göktepe)

Patrida, Yunancada memleket demek, ya da “baba vatan”. Oyuncu Ayça Damgacı ve fotoğrafçı Tümay Göktepe’nin ilk yönetmenlik denemesi olan belgesel, bir aile tarihinin izini mütevazı bir aile gezisi çerçevesinde sürüyor. Batı Trakya göçmeni olan 87 yaşındaki İsmet Damgacı, kendisinin ve atalarının doğduğu toprakları görebilmek için zamanında kendi anne ve babasıyla yapmış olduğu mecburi yolculuğu eşi Müşerref Hanım ile birlikte tersinden gerçekleştiriyor. İstanbul’dan başlayan yolculuk İskeçe’ye, Selanik’e, Atina’ya ve yıllar sonra ortaya çıkan bir sır sebebiyle Zürih’e uzanıyor. Her tren yolculuğu elbette bitiyor ama çoğumuzun kimlik, aidiyet ve kök olgularına dair iç yolculuğu ömür boyu devam ediyor. Yiğit Atılgan

Sen Ben Lenin
(Yön: Tufan Taştan)

Tufan Taştan’ın ilk uzun metrajı, Barış Bıçakçı’yla birlikte yazdığı senaryosuyla ve kalabalık oyuncu kadrosuyla dikkat çeken bir tek mekân filmi. Bir Karadeniz kasabasında sahile vuran Lenin büstünün yerleşkeyi ve insanlarını nasıl etkilediğini anlatan film, büstün çalınması üzerine her biri tuhaf, absürt ve renkli kişilikli kasabalılarla yapılan polis sorguları üzerinden ilerliyor. 1990’larda Akçakoca’da yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenen bu ilk film, dinamik bir kurgu ve matematiği çok iyi kurulmuş bir senaryoyla -her biri kısa ama etkili rollerdeki oyuncularının da katkısıyla tabii- hayaller kurdurtan, zihinde çekildiği tek mekânın dışına çıkarabilen bir işe dönüşüyor. Emre Eminoğlu

Zuhal
(Yön: Nazlı Elif Durlu)

İncelikli bir hikâye, Nazlı Elif Durlu’nun atmosfer yaratma becerisi ve Nihal Yalçın’ın hissini seyircisinden bir saniye bile ayırmadığı Zuhal performansıyla birleşince ortaya yılın en başarılı yerli filmlerinden biri çıkmış. Zuhal, Türkiye sinemasında mumla aradığımız kadın merkezli hikâyelerin, kendilerine alan bulduklarında ne kadar etkili ve güçlü şekilde anlatılabileceğini kanıtlarken, birbirinin aynısı erkek kahramanlı filmlerden de ne kadar sıkılmış olduğumuzu kısa ama etkili bir seyir tecrübesi ile kulağımıza fısıldıyor. Kahramanının filmin bir sahnesinde içine sıkıştığı mobilya gibi kendini sıkıştıran bir ülke sinemasından orijinal bir kaçış planı hazırlayıp sunmuş Nazlı Elif Durlu, ellerine sağlık. Melikşah Altuntaş