Yıllar geçiyor sen ne dersen de: 28 Years Later
Yazı: Utkan Çınar
Post-apokaliptik korku janrının kült yapımlarından olan 28 Days Later’ın yaratıcıları Danny Boyle (yönetmen) ve Alex Garland (senarist), yıllar sonra aynı evrene döndü. 20 Haziran’da vizyona giren 28 Years Later, geçmişe saygı duruşunda bulunurken yeni kuşağın endişelerine de göz kırpıyor.
Ayrıca 28 Years Later’ın devam filmiyle aynı anda çekildiği de biliniyor. Bakalım Danny Boyle’un eski franchise’ı uyandırma çabasında bizi neler bekliyor.
*Bu yazı henüz 28 Years Later filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân
İlk film 28 Days Later’dan 28 yıl sonrasının İngiltere’sinde.
Konu nedir?
Salgın, nedense, İngiltere’ye geri dönmüş ve bütün ada karantinaya alınmış, geride kalanlar kendi başlarına bırakılmışlar. Bir grup, küçük bir adada yaşamlarını sürdürmekte ve suyun çekilmesiyle kısa bir süre açık kalan bir yol sayesinde ana karaya çıkarak ihtiyaçlarını gidermekte. Ama ana kara da evrimleşmiş enfektelerle (zombi kelimesi yerine “infected” kullanılması tercih ediliyor, biz de enfekte diyelim) dolu. Annesi gizemli bir hastalıktan muzdarip 12 yaşındaki Spike, babasıyla ilk kez ana karaya çıkıyor ve olaylar gelişiyor.
İzlemeden önce bilmemiz gerekenler
Danny Boyle’un kariyerinin zirvesinde çektiği 28 Days Later, hem video klip estetiği hem el kamerası CANON XL-1 kullanımındaki cesaret hem de şimdinin popüler ismi Cillian Murphy’yi dünyaya tanıtmasıyla “zombi” filmlerine yeni bir soluk getirmişti. Ardından The Walking Dead gibi diziler Boyle’un yaklaşımını kullanarak büyük başarı elde etti. (Hatta başlangıçları aynıdır neredeyse.) 2007’de Juan Carlos Fresnadillo tarafından çekilen 28 Weeks Later yine iyi bir oyuncu kadrosuna sahipti ama fazla sıradan bir yapım olarak ilkinin seviyesine çıkamamıştı. Danny Boyle da Slumdog Millionaire’le Oscar alıp, 2012 Londra Olimpiyatları törenini yönettikten sonra kariyeri büyük düşüşe girmiş bir yönetmen. Bu franchise’ı tekrar canlandırma isteği artık son atımlık barutlarından olmalı.
Serinin yazarı Alex Garland da yönetmenliğe adımını 2014’te Ex Machina ile atarak güzel ilgi görmüş ama ardından aynı heyecanı yaratmakta zorlanmıştı. Ve tabii bu arada 2026’nın ocak ayında yine Garland’ın yazdığı, Boyle’un da bu kez yapımcı olarak yer aldığı devam filmi 28 Years Later: The Bone Temple’ın vizyona gireceğini ve hatta ilk filmin başrolü Cillian Murphy’nin de geri döneceğini hatırlatalım.

İlk intiba?
Zombi ve salgın, genel olarak distopya filmleri son 20 yıl bolca örnekler verdi bize. 28 Days Later’ın bu konuda da mihenk taşlarından olduğunu, bu yeni filmin de 2007’den beri düşünülen bir proje olduğunu biliyoruz. Hatta o zamanlar adı “28 Ay Sonra” olacakmış da bu kadar gecikince “Yıl”a çevirmişler. Neredeyse 20 yıl masada kalmasının da bir nedeni olmalı. O yüzden şüpheyle yaklaşmak kolay.
En çok neyi sevdin?
Boyle’un bu kez el kamerası değil de iPhone 15 kullanması filme kendi özgü havasını katıyor. Yamuk kadrajlar, sert kesmeler çalışıyor ama nedense film ilerledikçe buna daha az başvuruluyor. Enfektelerin de hızlı hareketleri, genel koreografileri güzel. Önceki iki filmdeki gibi iyi bir kadro var. Jodie Comer, Aaron Taylor-Johnson ve Ralph Fiennes (her ne kadar Apocalypse Now! Marlon Brando’sunu fazlaca hatırlatsa da) filmi yükseltiyorlar. Arka planı oluşturan bol yeşillikli İngiliz yaylaları her zamanki gibi güzel görüntüler sunuyor.
En az neyi sevdin?
Aslında böyle şeylere çok takılmam ama senaryo için bazı kuralları kafalarına göre uygulamaları, esnetmeleri de problem. Kan yoluyla ciddi bulaş (COVID dönemi öğrendiği kelimeyi kullanma heyecanı!) riski olmasına rağmen aşırı dikkatsizler. Ne kadar belli bir alışma olsa da bu kadar korkunç yaratıklara karşı fazla rahat olduklarını da söylemeli. Hep bir eski Hollywood, “aman son anda” hâli artık çok bayat.
Virüsün sadece İngiltere’de devam ediyor olması da gerçekçilik sorunu yaratıyor. Boyle’un kendi topraklarının mitlerine, araya found footage’lar da koyarak dikkat çekmeye çalışması pek işlemiyor. Hedeflense de genel bir “İngilizlik” havası yok. Tonu istikrar bulmakta zorlanıyor. Bu kadar vahşetin içinde bir çocuk masalı izliyor gibiyiz bazen. Son beş dakikasında, izleyiciyi sıradaki filme hazırlayan Jimmy Crystal karakterinin belirmesi aniden bambaşka bir enerji yaratıyor. Bu enerji de filmin geri kalanından daha çekici. Bu bitiriş, sonraki film için de merak uyandırıyor.
İskoç hip hop grubu Young Fathers’ın yaptığı müzikler de yer yer dikkat dağıtıyor. Çok uyumlu gelmedi bana. Eski filmler de aslında bu dertten muzdaripti. Müzik hep fazla. Bir sonraki filmde müzikleri Hildur Guðnadóttir üstlenmiş, iyi bir seçim olabilir.
En çok hangi sahneye yükseldin?
Spike’ın İsveçli Erik’in kız arkadaşının görünümüyle ilgili yaptığı yorumlar hakkıyla salonda da tek yüksek kahkaha atılan yer oldu. Filmin kalanından kopuk da olsa sevimli bir andı.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?
Baş karakterimizin 12 yaşındaki bir çocuk olması kanımca problem. 16-17 yaş sınırı olan bir filmi çocuk odaklı takip etmek bende işlemedi açıkçası. Babası, ki Aaron Taylor-Johnson da fena iş çıkarmamış, daha derinlikliydi. Jodie Comer ise elinden geleni yapıyor ama hâlihazırda “çok şanssız” bir karakter olarak işi zordu. Genelinde oldukça yüzeysel, yapay zekâ ürünü gibi duran bir kalabalık var ortada. Ralph Fiennes de fiziksel görünümüyle filme renk katsa da daha önce benzerlerini çok gördüğümüz, yeni bir şey söylemeyen bir karakteri canlandırıyor.
Bunu seven şunları da sever
Planet of the Apes’in 2011’de başlayan yeni üçlemesi aslında bu franchise’a benzer yollardan ilerledi ve olan biteni özetlemekte, evrime dayalı bir dünya yaratmakta çok daha başarılıydı. Geçen sene çıkan son filmi saymazsam o üçlemeyi tekrar şiddetle tavsiye ederim. The Walking Dead’in ilk üç sezon gayet makuldü. Devamı koşu tekerindeki hamster gibi olsa da… Adı geçmişken Juan Carlos Fresnadillo’nun da 2001 tarihli ilk filmi Intacto’yu da tavsiye etmek isterim.
Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…
Zombi veya salgın odaklı distopik filmler özellikle pandemiden sonra biraz taca çıkmaya başladı. Gerçek hayatta yaşadıklarımız artık bu tarz filmleri ciddiye almamızı zorlaştırıyor sanırım. Ya da çok daha cesurca, akıllıca yazılmış senaryolara ihtiyaç var. Sırt çantalarıyla avlanmaya giden insanlar, “bütün bunlardan önce” diye başlayan diyaloglar klişenin de klişesi. Daha önceki yazılarda da değiniyorum, sürekli bir franchise yaratma hevesi çok tat kaçırmakta.
Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?
Bir sonraki film şimdiden daha ilgi çekici gözüküyor. Bu filme gerçekten gerek var mıydı acaba?