Çıkmazlarda buluşalım: Sanki Her Şey Biraz Felaket

Yazı: Deniz Dursun

Dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yaptıktan sonra Türkiye yolculuğuna devam ettiği İstanbul, Adana ve Ayvalık festivallerinden ödülle dönen, Umut Subaşı imzalı Sanki Her Şey Biraz Felaket, 10 Aralık Pazar günü Sinematek/Sinema Evi’nde gösterildi. Film, 22 Aralık’tan itibaren MUBIde gösterimde olacak.

*Bu yazı henüz Sanki Her Şey Biraz Felaket filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Günümüz İstanbul’u, ne yazık ki ve iyi ki.

Konu nedir?

İstanbul’da yaşayan, benzer kuşaktan dört genç Zeynep, Ayşe, Ali ve Mehmet, Türkiye gerçekliğinin yarattığı atmosferde boğuştukları sorunlarla kendi yöntemleriyle başa çıkmaya çalışır. Ülke gündemini düzenli olarak takip eden üniversite öğrencisi Zeynep, endişelerinden sıyrılma umuduyla burç yorumlarına sarılırken Türkiye’de bir gelecek kurmanın imkânsızlığına ikna olmuş Ayşe, yurt dışına gitmenin peşindedir. Ali, işsizliğin pençesinde sıkışmışken Mehmet, arzuladığı şekilde inşa edemediği hayatında tatmin olacağı bir şeyler arar. Yaşadıkları ayrı ayrı açmazlar onları ortaklaştırır ve tesadüfi bir biçimde yolları kesişir.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Bilmemiz gerekmiyor belki ama filmin düşük bir bütçeyle 13 günde çekildiğini not düşmüş olayım.

İlk intiba?

Sanki Her Şey Biraz Felaket, dört karakterin hayatından ayrı ayrı kesitlerle başlayıp karakterlerin yapay ve abartılı biçimde ağlamasıyla nihayete eren sahnelerle açılıyor. Bu, başlangıçtan itibaren kendimi bir absürtlüğün içinde bulacağımı sezdirerek beni heyecanlandırdı. Kimi anları / durumları Türkiye’de yaşamayan biri olsam belki de tam olarak kavrayamayacağımı bilmek, dürüst olmak gerekirse özel hissettirdi. Sonra kendi hâlime güldüm. Coğrafyanın çıkmazlarını kanırtmadan ele alması ve yüzeysellik-derinlik arasında kurulan denge etkileyiciydi. Ayrıca yadsınamayacak politik unsurların varlığı bir yana, büyük laflar etmeden seyirciye alan açmasını da çok sevdim.

En çok neyi sevdin?

Karakterlerin isimlerinin sıradanlığını. Sahnelerin arasına girip anları bölen görüntülerin yarattığı yabancılaşma hissini ve Zeynep’in günlüğünden kesitlerin bu görüntülere eşlik etmesini. Ağlamaların yapaylığını, bu anlarda çalan müziği ve yaratılan tezatlığı. Sanıyorum toplamda da hiçbir karakterle tam bir bağ kurmamayı fakat günün sonunda hepsini anlamayı.

En çok hangi sahneye yükseldin?

Filmde genel anlamda çok yüksek duygular yaşamamakla birlikte bu soruya iki cevabım var. Birincisi, hiç beklemediğim şekilde neticelenerek ansızın beni kahkahaya boğan, Ali’nin Zeynep’e şiir okuduğu sahne; hâlihazırdaki tuhaflığa / saçmalığa bir şiir de ben yazarak dâhil olmak istedim. Bir de son sahne; sıklıkla dışarıdan bir göz gibi izlediğim filmin son sahnesinde Zeynep ve Ayşe’yle bağ kurduğumu hissettim, içim ısındı ve bu duygudan hoşlandım.

Modunu nasıl etkiledi?

Bu coğrafyada yaşayanlar olarak hâlimize içim sıkılarak güldüm. Maruz kaldıklarımız acı, kesik bir mizah kokusuyla önüme serildi. Sevdiğim bir filmden çıktıktan sonra hissettiğim o ferahlık, biraz mesafeli ve buruk bir sinirlilik hâliyle birleşti. Keyifli ve biraz dalgındım. Hava da epey soğuktu.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Hem acıklı hem komik hâlleri, her birinin şahsına münhasır tavrıyla birleşince ortaya hiç fena olmayan bir tablo çıkıyor. Kişisel özellikleri yürüyüşlerine, bakışlarına sirayet ediyor. Herkes kendi içinde tutarlı. Hem bireysel olarak varlıkları hem de her birinin arasındaki ilişki ve bağ, çok da derinlikli kurulmamış olmasına rağmen karikatürize durmuyor.

Kimler sever?

Belirsizliklerle barışık ve çelişkilere alışık olanlar, acınası bir hâle gülmekten gizli bir haz alanlar, yeni oyuncular / yüzler tanımaya merakı olanlar, parçalı anlatılara ilgi duyanlar.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar… 

Toplumsal ve bireysel olanın kol kola gezdiği, içinde bulunduğumuz şartlarla da yakından ilgili olarak pek çok ânın tanıdık duygusuyla baş başa kalınca kendimi umut ve umutsuzluk üzerine düşünürken buldum. Kendi hayatımdaki yenilgileri ve kendi baş etme yöntemlerimi hatırladım. Doğru-yanlış arasında çok da belirgin bir sınırın bulunmadığına ikna olsam da bir tarafım beni “yine de daha doğru olan bir şeyler vardır” diyerek çürütmeye çalıştı. Bunun haricinde zihnimde sinema ve üretimle ilgili de bazı pencereler açıldı. Üretimin alternatif yolları ve özgün bir dil kurma ihtimali film çekme arzumu kamçıladı. Yöntemin kendisinin ve üretim sürecinin ortaya çıkan filme neler yapabileceğini düşündüm. Günün sonundaysa şu iki soruyla kaldım: Peki şimdi ne yapacağız ve nasıl?