3 oda + 1 salon komedi: Frasier

Yazı: Meriç Öner – Kolaj: Nilsu Çeboğlu

Televizyonun büyük kahramanlarla dolu olduğu her devirde ben hep en çok komediyi sevdim. Çocukken TRT’nin tekrar tekrar döndürdüğü Tom ve Jerry, Sylvester ve Tweety’nin yanına Benny Hill ve Danny Kaye parodilerini ekler, aklım erdiği düzeyde güldüğüm Emret Bakanım ve Emret Başbakanım’ı hatırlatırım. Ferhunde Hanımlar ve Bizimkiler’i hesaba katarak derim ki buralardan komediye kapı aralayan bolca nitelikli aile dizisi de izledik, sıradışı Kim Bunlar?’ı da. Özel televizyonun hayatıma ansızın kattığı vazgeçilmez tat bir yaz gecesi, yarısı ortasından yakaladığım Top Secret filmidir. Nitekim kanallar arttıkça komedi yelpazesi iyice genişledi. 90’lardaki ilk gençliğimiz de birkaç TV, radyo yayını üzerinden ortaklaştı. Ben şimdi, o yıllardan bugüne tekrar tekrar izlediğim Frasier’ı Paramount+’tan sızan yeni sezonu vesilesiyle niye bu derece eğlenceli bulduğumu sökmeye odaklanacağım. Spoiler şu: Frasier hiç “cool” olmadı, hem dizi hem kendi.

Elliot Bay Kuleleri’nde bir akşam vakti

Dizinin ilk bölümünde iki oğul, bir babadan oluşan dev kadro Frasier Crane’in evindeler. Frasier Harvard’da aldığı tıp eğitiminin ardından yıllarca Boston’da kalmış. Dizideki hâliyle pek uyumsuz eski versiyonunu Boston bar komedisi Cheers’tan biliyoruz. Karısından boşanıp Seattle’a ailesinin yanına dönüşünde radyo terapistliği yapmaya ve aşağıdaki sahneden itibaren aynı dünyanın çapraz köşesinde var olan polis emeklisi babası Martin’le birlikte yaşamaya başlıyor. Dizideki komedi unsuru, iki psikiyatr kardeş Frasier ve Niles’ın hadsiz kibirle bezeli arzuları ile babanın orta sınıf Amerikalı zekâsının çatışmasına dayalı. Martin’in temsil ettiği yaşam, o günlere kadar pek çok komedide Türkiye’de izlendi. Frasier ve Niles ise ancak beceriksiz ve tutarsız hâlleri ciddiyetle hainleştirildiği takdirde bir pembe dizide sürekli yer alabilecek karakter özelliklerine sahip. Yaşamdan çok tarza takılı başrolü özümsemek için birebir sahne ilk bölümden:

Martin: Sanırım karısı artık iyiden iyiye delirtiyor bunu.
Frasier: Evet, evlilikte biz Crane kardeşlerin üstüne yok hakikaten. [mutfağa gider] Sana bira getireyim, Baba. Evi nasıl buldun? Her bir eşya buraya özel seçildi. Bu lamba Corbu’nun, koltuk Eames’in, üstünde oturduğun kanepe Coco Chanel’in Paris atölyesindekinin birebir kopyası.
Martin: Hiçbiri diğerine uymuyor.
Frasier: Bu bir dekorasyon tarzı. Eklektik deniyor. Eğer kaliteli mobilyaları bir araya getirirsen, aynı takımın parçası olmaları şart değil; birbirine uyuyor zaten.
Martin: Para senin.

Kapı çalar. Frasier ayağa kalkar, kapıya yürürken balkon penceresinden görünen Seattle manzarasına işaret eder.

Frasier: Baba, manzara nasıl ama! Bak, Space Needle şurada.
Martin: Söylediğin çok iyi oldu. Burada doğmuş, büyümüş olmama rağmen bilemezdim.

Frasier bir an için sinirlenir; sonra kapıyı açar ve elinde eski, yıpranmış ve çirkin bir Barcalounger koltuk taşıyan nakliyeci ile karşılaşır.

Adam: Martin Crane’e teslimat var.
Martin: Ah, buradayım! [ayağa kalkar]
Adam: Dikkat edin, geçiyorum!

Koltuğu hızlıca odaya iter. Frasier ve (az önce içeri gelen) Niles dairenin lüks mobilyalarına eklenen bu son parçayı şaşkınlıkla izler.

Frasier: Pardon, pardon, bir dakika –
Adam: Nereye konacak?
Martin: TV nerede?
Niles: [işaret eder] Büfenin içinde.
Martin: Şu şeye doğru baksın.
Adam: [tam orada özel tasarım bir sandalye görür] Peki, bu sandalye nereye?
Niles: Ah, sandalye! Ayağınızın altından alayım.

Sandalyeyi özensizce kaldırır, yerine koltuk yerleştirilir.

Frasier: [şoke halde] Niles, Niles, Niles, dikkat et, o bir Wassily!

Bir mimarlık öğrencisinin eviyle imtihanı

Frasier’ın son çığlığında odadan çıkarılan Wassily, aslen Marcel Breuer’in Bauhaus Dessau atölyesinde ürettiği Model B3’tür. Wassily Kandinsky sandalyeyi çok beğendiği için Breuer’in vaktiyle ona özel bir kopya yapmış olması hoş hikâye. İkinci Dünya Savaşı sonrası sandalyenin üretim lisansını alan İtalyan şirket, deri şeritlerden oluşan bu versiyonu yeni ismiyle sunmaya başladığından beri Wassily tasarım meraklılarınca iyi bilinen modernist bir ikon. Martin’in yerine koyduğu televizyon koltuğu ise Frasier’ın koşarak kaçtığı ortalama Amerikan hayat tarzının temsili. Eames sandalyeye eşlik eden soyut resimler ve Harvard tıp okulundan mezun olduğunu sürekli hatırlatan diyaloglar, Martin’in ABD’sine panzehir görevinde. Doktorun sıkı sıkıya Avrupa’ya bağlı beğeni ve referansları mekânda ismiyle sayılan değerli mobilyanın ötesinde şeri, espresso, tiyatro ve opera ile katmanlanıyor. Aydınlanmacı coğrafyaya atıf piyano ve teleskobun dışında etrafı süsleyen Afrika masklarına bakarak Frasier Crane’in eski kıtanın her yolunu takip ettiğini söylemek mümkün.

Avrupai olanın zihindeki yeri beni çok ilgilendiriyor. Çünkü anneannemin gündelik hayatıma dâhil olduğu yıllarda, duyduğum en büyük iltifat Avrupai idi. Çıtı pıtı şık hanımlar, kısa saç kesimleri, sofra adabına özgü düzenlemeleri ve ferah dekorasyonları hep o kıtaya bir selamla takdir edilirdi. Mimarlık okuduğum üniversite yıllarında çalışkan bir öğrenci olarak bunu modern olma gereğine inancımla pekiştirdim. Nesneler ne acayip şeyler! Böyle sıfatlarla anılmaya başlandı mı insanı kendi beğenisinden ışık hızıyla uzaklaştırırlar. Tatlı tesadüf ki benim önceleri Cheers, ileri yıllarda Frasier izlediğim salon, okulda gönlümü çelen bir tür modern ezberine sert tersti. Bunda ben üniversite 2. sınıftayken eve alınan ve adı cismine ayna orta sehpa ananasın payı büyük. Frasier’ın Chanel kanepesini, İstanbul’daki bir diğer kopyası Muazzez Ersoy’un evinde olduğu belirtilen bu sehpanın üzerinden dikizleyerek izledim. Olaya fiziksel yakınlığıma rağmen bu alışverişe engel olamayışım, çiçeği burnunda modern nesneler savunucusu bende derin bir sızıya sebep olmuştu. 90’ların sonunda benim oturduğum salona ananaslar yakışmıyordu. Meslek yolunda evdekiler karşısında aldığım ilk ağır yenilgi kolay hazmedilecek türden değildi.

Binley Woods’dan Bucketlar’ı bilir misiniz?

Aynı evin salonuna bitişik küt hatlı mavi mobilyalı yatak odamda 90’ların ortalarında çok sıkı bir dizi izlerdim. BBC komedisi Keeping Up Appearances Türkiye’de herhangi bir kanalda gösterilmedi. Lakin o yıllarda zaten artık çanak anten vardı. Aslı kova olan (*bucket) soyadını İngilizce’de buket (*bouquet) olarak okuyan Hyacinth (yani Sümbül) ufak bir kasabada etrafı küçümseme marifetiyle kendini yüceltme yarışındadır. Yerine göre kullanılan araçlar (porselen çay takımı, çeşitli şapkalar, bakımlı bir çiçek bahçesi, kilise davetleri, Burma halısı, “yeniden ara” özelliği bulunan tuşlu “zarif tasarımlı beyaz telefon” gibi…) bütünüyle farklı olsa da kibir komedileri aslında aynı köklerden besleniyor.

Hyacinth’in öfkeli telaşına bakılırsa sınıf atlama ihtimalinin önündeki en büyük engel ailesinin varlığıdır. Aşırı derecede melodik bir BBC İngilizcesi konuşan kahramanın etiket yoksunu babası ve üç kız kardeşi sırf ağır kuzeyli aksanlarıyla bile onun sıradan yapmacıklığını her ortamda alaşağı eder. Benzer biçimde 20. yüzyıl başında ABD Doğu Yakası elitinin icat ettiği Mid Atlantic aksanıyla konuşan Frasier, bu yönüyle ortalama bir ton ve vurguya sahip babasından ayrışır. Ancak onun hanesinde bu durumu doğallaştıran ve aslen Crane kardeşlerin rafine zevklerinin çoğundan sorumlu bir anne figürü mevcuttur. Hyacinth’in arzusunun ise gerçek dışı ve erişilemez olduğu gün gibi açıktır. Suyun düz akışında Frasier’ın (ve uzantısında Niles’ın) toplumsal konumları ve sahip oldukları müthiş ayrıcalıklardan dolayı geniş, rahat ve görece uzun soluklu bir tatmin yaşamasını bekleyebilirsiniz. Oysa elinin altında hazır olan bugüne kadar kime yetmiş ki Frasier Crane’e yetsin, öyle değil mi? Şeytanın gizlendiği yer: Dâhil olamadığı her grubun, ait olamadığı her yerin peşinde herkes âdeta Seattle Operası yönetim kurulu üyeliğine kabulü kovalayan bir Frasier!

“’Dediğimi yap, yaptığımı yapma’ derler ama…”

Frasier: Sinir krizi geçiriyorum. Sakinleşmek için bir şey yapmam lazım. [bara yönelir] Bir duble espresso lütfen!

Başlıktaki cümle, seans sırasında bir atak geçirirken bir elime sakinleştirici hap, diğerine kahve tutuşturan psikiyatristime ait. Beni kişisel yanlış rutinine teşvik etmenin verdiği bir parça mahcubiyet ve alay ile söylendi. Psikiyatriste gitme eyleminde tuhaf bir tür ayrıntıyı aslında en başlarda hissetmiştim. Özetle, haftalık kavgalarım terapi seansında ya karşı tarafın beni anlamadığı ya da benim o anda kendimi yeterince anlatamadığım masum bir olaylar zincirine dönüşüyordu. Kimsenin size bedavaya vermeyeceği bu koşulsuz destekten ben faydalanırken çevremdekilere tepeden bakmayı kolaylaştıran gizli bir “aslında haklı olma” hâli büyüyor, doktorun odasında dostlarım ve ailemin benim soyutladığım karakterlere bürünmesi hızlanıyor, benim içinde bulunduğum durumlardan çıkmak için yapılacaklar listem uzuyordu.

Diziyi haftalık olarak izlediğim yıllarla çakışan terapi gündemim ile Frasier merakım arasında görünür hiçbir bağ olmadı. Halbuki yukarıda yazdığım minik uyanıklığım dizinin acımasız dürüstlüğü ile iyiden iyiye pekişebilirdi. Frasier, Cheers günlerinden beri hiç durmaksızın aşkın bazen de mevkinin peşinde koşarken kendini çok bağlı kabul ettiği etik sınırların ötesine geçmekten bir türlü kaçınamazdı. Böyle ikircikli durumlar içini dağladığında deli gibi oradan oraya koşturarak “doğru” diye bildiğini yapmaya çalışırken ya kendi keyfini ya da karşısındaki kişiyi kaçıran doktor bir istisna değil. Denileni değil yaptığını yapabilmek herkese özgü çünkü! En azından ben etraftan topladığım tavsiyeleri eksiksiz uygulama çabasında can çekiştiğim her sefer, Frasier Crane düzeyinde karikatürize edilebilecek felaket ağlarını başıma örmeye başlıyorum. Mizah veya dizi eleştirmeni olmadığım aşikâr. Ama hafızamın gerisinde türlü tozlu ve saygın TRT söyleşilerinden mizahın izleyiciye kendini sunduğu ölçüde işlediğine dair bir fısıltı duyar gibiyim.

Frasier’dan bize hoş bir hatıra mı kaldı şimdi?

Dizi boyunca inceden inceye aşağılanan radyo terapistliği, aslında canlı yayına telefonla katılan hiç kimsenin sunulan çözümü aramadığı, hatta neyi aradığının pek de farkında olmadığı bir şovdur. Oysa bu görüşmeler, 11 sezon boyunca oyuncu kadrosuna Helen Mirren, Kevin Bacon, Christopher Reeve, John Cusack, Bill Paxton, Matthew Broderick, Linda Hamilton, Robert Kline, Ben Stiller, Carrie Fisher, Elijah Wood, James Spader, Lily Tomlin, Sandra Dee, Sydney Pollack, Macaulay Culkin, Ed Harris, Billy Crystal, Laura Dern, Ray Liotta, Jodie Foster, Katarina Witt, David Duchovny, Cindy Crawford, Halle Berry, Jennifer Jason Leigh, Andy Garcia, Rufus Wainwright, John Turturro, Hilary Duff gibi şaşırtıcı bir grup ünlüyü ekler. Cheers’tan Frasier’a devirle televizyonun en uzun ömürlü karakterini oynayan Kelsey Grammer, dizide en yakın çevresini canlandıran David Hyde Pierce (Niles), rahmetli John Mahoney (Martin), Peri Gilpin (Roz), Jane Leeves (Daphne) ve Moose (Eddie) ile 264 bölüm boyunca birbirlerine savurdukları alaycı nokta vuruş replikler (evin köpeği Eddie özelinde bakışlar) ile 37 Emmy ödülü toplar.

Peki, Frasier’ı çevresini saran bu aile, dost ve hatta düşmanlarından (bildiniz, yine Eddie) soyutlayarak güncellemek mümkün mü? Evet, dizinin hiç görmediğimiz kişileri bile hikâyeye katma becerisi olağanüstü. Mesela espriye göre karşımıza çıksa da göremeyeceğimiz kadar zayıf Maris, yani Niles’ın aileden zengin karısı. Elbette onu var eden yalnızca senaryodaki birkaç cümle değil. David Hyde Pierce’in muazzam fiziksel komedi yeteneği ile yeri gelince içten tedirginliğini, yeri gelince Frasier’a olan üstünlüğünü kusursuz yansıttığı ses tonu. 2023 sezonu bu eşsiz ekibi toplayamadığı için biraz eski kadroya göndermelere, çokça da yeni karakterlere yöneliyor. Geçmişte yaşam tarzı odağında ele aldığı kuşaklar arası çatışmayı sabit tutacak ortam, oğul Freddy Crane’in doktor babasının zevklerinden azade bir itfaiyeci olmasıyla kuruluyor.

Bir komedi yapımcısının olağan beklentilerini taşımadığım için Harvard’ı bırakmış 33 yaşındaki karakterin boomer babasıyla başka bir kavga seçeceğini iddia edebilirim. Seattle’da bitip Boston’da açılan iki versiyon arasında Chicago’da şaklaban derecesinde bir televizyon terapistine dönüşen Frasier Crane, artık yüzde 1’lik servet sahipleri arasında tırmanıştadır. Freddy’nin yok olan gezegenin faturasını babasına kesen çetinceviz bir aktivist olmasını geçmişindeki Goth günlerine reveransla daha çok yakıştırırım. Kim bilir, belki o dönemdeki gibi tutkulu uğraşının asıl sebebi aşık olduğu kişinin gözüne girme çabasıdır. Frasier’ın Avrupa’dan taze seçtiği Christian Lacroix yastıkların dünyanın neresinde, kimler tarafından, günde kaç dolar karşılığında üretildikten sonra ne boyutta bir karbon izi bırakarak Boston’a vardığının tartışılması da yeni normaldir.

Ne şu anda gösterimde olan dizinin, ne benim önerimin kahkaha (pardon, izlenme sayısı) potansiyelini biliyorum. Ancak geçmiş bölümleri belirli aralıklarla yaklaşık üç kere izlemiş biri olarak, eski sezonların zamana çok dayanıklı olduğunu savunurum. Zaafları merkeze alan iğneleyici üslup üzerine kurulu hızlı tempo senaryo, otuz yıldır farklı biçimlerde yeniden güncel olana değiyor. Bugünleri düşündüğümde Frasier’ın monologlar halinde saçtığı bilgelik, kişisel gelişim furyasında sosyal medyaya nakış gibi işlenebilir örneğin. Üstelik doktorun meşhur sloganıyla çeşnilenir: “Dinliyorum.” Konunun muhatabı ile karşılıklı konuşmak yerine birinin bizi dinleme lütfunda bulunmasına sevindiğimiz garip halimizi unutsak bile Frasier’ın hemen hemen kimseyi gerçekten dinlemediği veya duymadığı gerçeğini unutamayız.