3 soruda Efe Özçataloğlu ve almost 20 sergisi

Mart 2005 İzmir doğumlu Efe Özçataloğlu, 15 yaşından bu yana fotoğraf çekiyor. Bu disipline yönelmesindeki motivasyonunu “Fotoğraflamak için hayatı yaşamak zorunda olmak” şeklinde tanımlıyor. İşlerinin büyük kısmını, öznelerin evlerinde ve odalarında çekilmiş fotoğraflar oluşturuyor. Üretimleri de bir anlamda izleyiciyi, özneyle birlikte kurduğu görsel dünyaya misafir etmek arzusu taşıyor.

Özçataloğlu, 10’lu yaşlarına ya da bir başka deyişle genç yetişkinliğin en erken dönemine bir sergi ile veda etmek üzere almost 20’yi hayata geçirdi. 2024-2025 aralığında çekilen fotoğraflardan bir derleme sunacak sergi, sanatçı için “çok kişinin tanık olduğu bir büyüme hikâyesi” anlamına geliyor.

Efe Özçataloğlu, 11-27 Nisan’da Bant Mag. Havuz / Bina’da görebileceğiniz almost 20 sergisinin ardındakilere dair sorularımızı yanıtladı.


Sergi, adından da anlaşılacağı üzere zamansal bir eşiğe işaret ediyor. almost 20 senin için nasıl bir kapanış ve nasıl bir başlangıç, biraz açabilir misin? 20’lerine ilk serginle adım atmak nasıl hissettiriyor?

Açıkçası ben oldum olası yaşıma takılan biri olmuşumdur. Belli bir süre önce okuduğum, izlediğim, çektiğim bir şeyi ya da tanıştığım birini, bir noktada kaç yaşımda hayatıma aldığımla ayırt ettim, ederim, ediyorum. Genelde başlarda o yeni yaşımın pek bi’ numarası olmazmış gibi gelir, tam bu alışkanlığımı saçma bulmaya yeltenirim ki o sıra başıma yine bir şeyler gelir ve yine özgünleşmiş bir yaş, değişmiş bir ben elimde kalır. 20 ise benim için özgün alınmış bir yaş zaten daha başından almost 20 sebebiyle. Çarşambadan belli olur ya sonuçta perşembenin gelişi, o hesap!:) Hiçbir şeyin kapanışı olarak görmüyorum onu, ardımda kalanlar sonuçta  hep benimle(maalesef ve iyi ki), birçok şeyinse başlangıcı olarak yer etti şimdiden. Kendimi daha önce hiç bu kadar kendime yakın hissetmemiştim sanırım; beni benimle barıştırmaya, belki de tanıştırmaya ilk büyük adımdı desem yerinde olabilir. 20’nin doğası gereği hâlâ duygularımı pek regüle edemediğimden nasıl hissettiğimi de pek çözemiyorum. Büyümek hem biraz buruyor, hem içim kıpır kıpır. Yarını merak etmek için bir sürü yeni sebebimin olması heyecanın baskın his olmasına müsaade ediyor diyelim.:)

Sergideki işlerinde ya da genel olarak sanatsal pratiğinde “büyüme” ya da “büyümemenin” yaş dışındaki başka katmanlarını gözlemliyor musun?

“Büyümek” ve “büyümemek” aslında sanatsal pratiğimden biraz daha sıyrılmış durumda. Kurduğum dünyalara pek de karışmıyorlar. Şöyle diyebilirim ama: Zaman geçtikçe kimin ne dediğini daha az umursar oldum (normatif kaygılardan söz ediyorum), cüretkârlığım artıyor, işlerimin seyircisiyle oynamaktan keyif almaya başladım, haylazlık falan, her ne denirse. İnsanların sallayabileceği parmak gözümde caydırıcılığını fazlasıyla kaybetti. Büyümemekse insanların bana olan gözlemine dair kafamdaki “acaba”larımın yoğunluğunda kendini hâlâ hissettiriyor.

almost 20’de yer alan fotoğraflar aşağı yukarı bir yıllık bir zaman diliminde ürettiğin işler. Başka odalarda, başka evlerde, başka mahallelerde bu fotoğrafları çekerken işlerinin birbiriyle kurduğu diyalog üzerine kafa yoruyor muydun? Sergideki seçkiyi hazırlarken bu anlamda ne gibi keşiflerin oldu?

Bu işlerin hepsi Polaroid ile üretildiği için bir noktada kaçınılmaz bir diyalogları vardı zaten, en alâkasızları bile birbirine göz kırpıyordu. Ama elbette bununla yetinmedim. “Özel alan” kavramı hep önemli bir yerde olmuştur benim için, üstüne de sık düşerim. Bu sergideki işlerin de çok büyük bir kısmı bununla oynuyor aslında. Fotoğraflarımdaki öznelere, kendi özel alanlarında geçilmek üzere kendimce yeni sınırlar çizdim. Bu çizdiğim sınırları aşmak yapay da olsa bir “ihlal” yarattı zaten. Baktığınızda savunmasız görünüyor birçoğu, hazırlıksız ve kendiyle yalnız; bir de sınırlarında dolanan görünmez bir “ihlalci” söz konusu.:) Seçkinin başına oturduğumda bunu ne kadar sık yaptığımı fark ettim. İnsanın sözde savunmasızlığı ve kırılganlığı, işlerimde üstüne düşünmeyi en sevdiğim şeydi; bir süre daha olmaya devam edecek gibi duruyor.