72. Berlinale: Müzikte aşk var, hâlen!

Bu yıl 72.si gerçekleşen Berlinale tuhaf bir festivaldi. Geçen seneki tamamı çevrimiçi düzenlenen edisyondan sonra bu yılki hibrit programıyla festival, direktörü Carlo Chatrian’ın da dediği “normale bir adım daha yaklaşmaya” çalıştı. Anladık ki alışık olduğumuz festival deneyimine yaklaşmak bir o kadar da yabancılaşma getiriyormuş. Her sabah COVID testi olup, iki gün önce çevrimiçi ayırdığımız yarı kapasiteli salonlardaki numaralı koltuklarımıza koşmak, alışagelmiş rutinimizden farklıydı. Festivalin ana meydanı diyebileceğimiz Potsdamer Platz nispeten şenlikli koşuşturma yerine daha sterildi, neredeyse sıkıyönetim havası hâkimdi; ortada gri bir boşluk vardı. Yine de filmlerin ait olduğu yere, büyük ekrana dönmesi ve bizim de o ekranlarda buluşmamız sanırım hepimize iyi geldi. Benim için bu bağlamından kopmuş hâletiruhiyenin, normale dönme arzusuyla arafta kalmanın en iyi ifadesi, o gri boşluğu dolduran şey, karanlık salonlardaki müzik oldu.

Flux Gourmet

Ses dünyasıyla damarlarımızı ısıtan veya hatta kaynatan ilk film, Peter Strickland’ın Encounters bölümünde gösterilen Flux Gourmet’ydi. Çomağını modern sanat dünyasına sokan, egzotik olduğu kadar grotesk bu film, Sonic Catering Institute adlı sanat enstitüsüne bir aylığına konuk sanatçı olarak gelen Elle di Elle ve grubunun etrafında gelişen gizemli olayları izliyor. Bu kolektif, canlı performanslarında yemek pişirirken çeşitli sesler üretiyor. Konserlerinde canlı kolonoskopi görüntülerinden dışkıya benzer bir maddeyi vücutlarına sürmeye kadar uzanan eşsiz, sonik bir deneyim ikram ediyorlar. Yani sahnede yemek malzemelerini doğrayıp karıştırıp pişirip bir yemek hazırlıyorlar. Strickland’ın erotiğe, fetiş ve sese olan takıntısı burada da devam ediyor. Özellikle de sesin film ekranının sınırlarını aşan uyarıcı gücünün ve tekinsizliğinin farkında, kulağa önem veren bir sinemacı. Bu farkındalık, ses ve foley üzerine gelişen, korku türünde anlattığı bir öyküde çıkabildiği gibi (Berberian Sound Studio, 2012); fısıltılar, kanat çırpması gibi ses kayıtlarının yoğunlaşmasından tasarladığı erotik soundtrack’te (The Duke Of Burgundy, 2014) de kendini hissettiriyor. Son kısa filmi Cold Meridian’da (2020) ise sesin taktil duyu sistemimizdeki etkisini bir saç yıkama seansında kullandığı ASMR sesleri ile kanıtladı. Ses ne de olsa endorfin, şehvet salgıladığı gibi gaipten de gelebilir, psikosomatik olabilir ve tüyler ürpertebilir. Davetkâr olduğu kadar korkunun da nesnesidir. Bugüne kadar Broadcast, Stereolab, Cat’s Eyes, Beirut gibi müzik gruplarıyla çalışan Strickland, Flux Gourmet’de kendi grubu The Sonic Catering Band’i de sahneye çıkarıp müzik yapmış. Hikâyesini de neden-sonuç kalıbından o kadar uzak ve hatta kopuk kurmuş ki filmden geriye sadece dekorlar, kostümler, onların renkleri, içinize işleyen bir gizem ve aklınıza yer eden gotik bir ses dünyası kalıyor.

Sonne

Tabii müzik her zaman bedensel olmayabilir. Bazen popüler bir şarkı sosyal medyada viral olur ve hayatlarımızı ters yüz edebilir mesela. Kurdwin Ayub’un yine Encounters’da gösterilen ve GWFF (Film ve Televizyon Haklarını Düzenleme Derneği) En İyi İlk Film Ödülü’nü kazanan filmi Sonne, Viyana’da yaşayan 17 yaşındaki bir Kürt kızın kültürel kimliğindeki kırılmaya bakıyor. Yasmin ve iki Avusturyalı arkadaşı ellerinde telefonları ve sigaraları, dans edip eğlenerek REM’in “Losing My Religion” parçasını söyledikleri bir video yapıyorlar ve bunu sosyal medyada yayınlıyorlar. Video beklentinin aksine çok tutuluyor ve özellikle Yasmin’in babasının teşvikiyle bu üçlü Kürt düğünlerinde davet edilip bu şarkıyı söylemeye başlıyorlar. Zamanla arkadaşlıkları sarsılıyor ve Yasmin göçmen olduğu toplumdaki yerini, inanç ve kimliğini sorgular hâle geliyor. Günümüz diasporasında “biz ve onlar” ikilemini REM’in “İnancımı kaybediyorum” diyen parçasında buluşturan Sonne’nin bir büyüme hikâyesini sosyal medya estetiğini kullanarak anlatması taze bir bakış açısı ve genç bir enerji getiriyor.

Aşk, Mark ve Ölüm

Müzik deyince, Cem Kaya’nın 60’lardan bugüne Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin müzik kültürü üzerine hazırladığı belgeseli Aşk, Mark ve Ölüm de Panorama bölümünde gösterildi. Bu yılki Berlinale’nin Türkiye ile ilgili tek filmi de buydu. Göçün müzikli tarihini adındaki üç kavram üzerinden, zengin bir arşiv malzemesi ve güncel röportajlarla destekleyerek anlatıyor. 1970’lerde Berlin’deki metro durağından dönüştürülmüş Türkischer Basar ve içindeki gazinoda düğünlerde takılan marklara, sazlı protest müzikten 90’lardaki isyankâr hip hop hareketine çok şey söyleyen, uzun bir tarih hattında hızla giden bir duygu treni gibi. Almanya’nın göç politikası, Alman medyasının göçmenlerin müziğine olan ilgisizliği, bitmeyen ırk ve ayrımcılık, misafir işçilerin dertleri kadar eğlenceleri, 60’lardan beri aslında kendi hikâyesini yazmış bir kültür tarihini izliyor. “Köln Bülbülü” lakaplı Yüksel Özkasap, Derdiyoklar, sürgündeki Cem Karaca, saz dükkânı açan Neşet Ertaş, Cartel ve r&besk şarkıcısı Muhabbet gibi isimlerin şarkıları, müziğin siyasetle olan simbiyotik ilişkisini bir kez daha gösteriyor. Müzik onlarca yıldır yaşanan baskı ve direnişin dili özünde. İzleyicisiyle çok içten ve güçlü bir bağ kurmayı başaran Aşk, Mark ve Ölüm’ün, Berlinale’de İzleyici Ödülü’nü kazanması şaşırtıcı değil.

This Much I Know to Be True

Andrew Dominik, Nick Cave üzerine yaptığı ikinci belgesel This Much I Know to Be True’da One More Time With Feeling’e (2016) yakın bir yerde duruyor. Oğlunun ölümünden sonra tüm konser ve turne programını iptal eden Cave nasıl sessizliğini o filmle bozduysa pandemi sebebiyle temasını kaybettiği dinleyicisine bir kez daha film aracılığıyla bağlanıyor. Yaşadığı trajedinin ardından yeniden anlam arayışında olan bir insan izliyoruz. Takipçileriyle etkileşime geçtiği ve “ruhani egzersiz” olarak tanımladığı internet sitesi The Red Hand Files’dan bahsediyor örneğin veya artık daha çok zaman geçirdiği heykel atölyesindeki projelerinden. Ama bu sohbet parçalarından çok Bristol’daki boş bir fabrikada uzun zamandır son kalan “seed” diyebileceğimiz Warren Ellis ile birlikte kaydettikleri performansa şahit oluyoruz. Son albümleri Ghosteen ve Carnage’dan birçok parçayı piyano ve yaylılar eşliğinde dinliyoruz. İki kameranın takip ettiği basit ve ama hoş bu konser belgesi, artık kendine müzisyen yerine heykeltıraş denmesini isteyen Nick Cave’i yalanlar derecede güçlü. Ama belki de kendini tanımlayan ilk şeyin müzik olmaması ona gerçekten de yeni bir huzur alanı kazandırmıştır.

Terminal Norte

Son olarak, festivalin üzerinden bir hafta geçmesine rağmen aklımdan çıkmayan, Lucrecia Martel’in pandemi sırasında çektiği Terminal Norte… Adı sanki kuzey ıssızında geçen bir bilimkurgu filmi gibiyse de içi sıcacık şarkılarla ve kadınlarla dolu bir belgesel. Merkezinde Buenos Airesli şarkıcı Julieta Laso var. Konserinin son dakikada iptal edilmesi üzerine Laso başka müzisyen ve şarkıcılarla buluşmaya karar verir. Kız kardeşlik ruhunun müzikal paylaşımla büyüdüğü film, Kuzey Arjantin’de yer alan yerli halk ve geleneklerinin yaşadığı Salta bölgesinde geçiyor. Oranın doğası, sesleri ve farklı kuşak, köklerden gelen kadınların yürüyüş yaptığı, birbirlerini dinlediği, dans edip güldüğü 37 dakikalık bir seans. Martel de dâhil bu kadınlar, katıldıkları kadın haklarına dair çeşitli eylemlerde tanışıyorlar. Bu ufak ve güzel belgeselin bam teli ise trans kominitesinin yaşadığı ayrımcılık ve şiddeti oranın “copleros” adlı geleneksel şarkı tarzında aktaran Lorena Carpanchay. Martel’in önümüzdeki günlerde çıkmasını heyecanla beklediğimiz filmi Chocobar da Arjantin’in 500 yıllık sömürü tarihinin 2009 yılında öldürülen trans aktivist Javier Chocobar’ın cinayetiyle bağlantısını araştıracak. Sözün özü, aşk mektubu niteliğindeki Terminal Norte bir kez daha gösterdi ki ne pandemi, ne insan sömürüsünde kurtuluş tek başına olmayacak ve belki ancak müzik yolunda derinleşeceğiz.

Yazı: Müge Turan