Jonas Carpignano ile A Chiara ve ardındakilere dair

Röportaj: Merdan Çaba Geçer

İtalya anakarasının güney ucundaki Gioia Tauro, yönetmen Jonas Carpignano’nun hem uzun yıllardır yaşadığı hem de bol ödüllü uzun metrajları Mediterranea (2015) ve A Ciambra‘yı (2017) çekerken mesken tuttuğu Calabria’da, düşük popülasyona sahip bir bölge. Kökeni 18. yüzyıl sonlarına dayanan İtalyan mafyası ‘Ndrangheta‘nın en nüfuzlu olduğu komünü barındırmasıyla nam salmış bir yer aynı zamanda. 

Kompleks bir gerçekliğin düzleminde gezinen ve ülkedeki sosyo-politik ortamı layıkıyla tasvir eden işleriyle tanıdığımız Carpignano, kariyeri boyunca neden buradaki yeraltı dünyası hakkında bir film çekmediğine dair karşılaştığı sorulara bir yanıt vermek istemiş ve Calabria Üçlemesi’nin son filmi A Chiara ile çemberini kapatırken, kendisinden bekleneceği üzere klişelere geçit vermeyen bir “mafya” filmi ortaya koymuş.

74. Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünden ödülle ayrılan yapımda, babası birdenbire ortadan kaybolan ve kendi imkânlarıyla durumu araştırırken hayatı altüst olan 15 yaşındaki Chiara’yı (Swamy Rotolo) takip ediyor; o, çeşitli duygusal dalgalanmaların tesiriyle keskin bir dönemeçten geçerken birkaç gününe tanıklık ediyoruz. Carpignano ile yakın temasta bulunan Martin Scorsese bu sefer yapımcı koltuğunda yer almıyor fakat Oscar adayı yönetmen Benh Zeitlin bir kez daha besteleriyle katkılarını sunuyor.

Jonas Carpignano ile Zoom’da buluştuk, an itibarıyla MUBI üzerinden erişilebilecek filmi A Chiara’yı masaya yatırdık.

A Chiara, sosyal gerçekçi Calabria filmlerinizin son halkası. Gioia Tauro bölgesini modern dünyanın bir mikro kozmosu olarak ele aldığınız üçlemenizi tamamlarken, neden bu hikâyeyi anlatmayı tercih ettiniz?

Gioia Tauro’da geçirdiğim yıllar boyunca bir kez bile “Bir üçleme çekeceğim.” demedim. Akışına bıraktım. Oraya ilham bulmak için gitmemiştim zaten, kendimi Gioia Tauro’da yaşarken buldum. Her şey, içinde bulunduğum kent ve etrafımdaki insanlarla ilgili filmler çekmemle başladı. 

İlk önce Mediterranea’nın başrolü Koudous Seihon ile tanıştım, film çekilirken A Ciambra’dan Pio Amato karşıma çıktı ve tüm bunlar A Ciambra’ya giden yolun taşları hâline geldi. Arkadaşım olmasa da tanıdığım bir kişinin tutuklandığına şahit oldum bir dönem. Bu tutuklanmanın, bahsi geçen kişinin kızı üzerindeki tesirini gözlemledim ve böylece A Chiara’nın fikri ortaya çıktı.

Yani bir üçleme ortaya koymak gibi bir karar yoktu aslında, ben etrafımda yaşananlarla bir şekilde ilerledim. Üçleme kendini hayata geçirdi, kendi formunu buldu. Filmler, temas ettiğim farklı dünyaları tanımamla ve etkileşime geçmemle bir kimlik kazandılar.

Üretimlerinizde çıkış noktanızın temalar değil, karakterler olduğunu; bu karakterlerin bir anlatı inşa ederken size “rehberlik” ettiğini biliyoruz. Çeşitli demeçlerinizde de A Chiara‘nın mafyadan ziyade genç bir kız ve ailesi hakkında bir film olduğunu söylemişsiniz. Biraz açabilir misiniz?

Filme başlarken -veya genel olarak üretim sürecinin hiçbir aşamasında diyeyim- ‘Ndrangheta’nın Gioia Tauro’daki faaliyetleri üzerine bir anlatı inşa etme niyetinde değildim. Makaleler okuyup araştırma yapmadım. Silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti veya ‘Ndrangheta’nın çalışma biçimindeki güç dengeleri gibi sansasyonel kısımları öne çıkarmakla ilgilenmedim.

Bana her daim enterasan gelen şey, bireylerin, içinde bulundukları durumlarla nasıl barışık olabildiğiydi. Bu kızın deneyimlediklerini, dünyasının nasıl da değiştiğini görmem, harekete geçmem için katalizör görevi gördü çünkü aslında herkesin aşina olduğu bir hikâyeyi özel bir bakış açısından ele alacaktım.

Dediğin gibi, benim başlangıç noktam her zaman karakterdir. Asıl niyetim mafyadan ziyade dünyası bir anda değişiveren bir kız hakkında bir film çekmekti.

Baş karakter Chiara’nın ailesini oynayan kişiler, oyuncu Swamy Rotolo’nun gerçek aile üyeleri ve aralarındaki dinamiğin filmin dünyasına çok başarılı bir şekilde hizmet ettiğini söylemek durumundayım. Bu kararın ardında da bir çeşit gerçeklik kaygısı mı yatıyordu?

Bu karar da yine çalıştığım yerde yaşıyor olmamın avantajlarından biri. İşim ve özel hayatım arasındaki sınırlar bulanık. Swamy’nin ailesiyle oyuncu seçmelerinde tanışmadım. Onlara “Sizi filmde oynatmak istiyorum; o yüzden nasıl rol yaptığınızı, replikleri nasıl okuduğunuzu görmem gerek” gibi bir teklifle de gitmedim. Onları tanıdıkça, kişiliklerindeki belli parçaların, başrol oyuncumuzda önemli şeyleri açığa çıkardığını gördükçe, bu aileyi filmde oynatma fikri de zihnimde belirdi.

Bir an bile nasıl bütün aileye rol yaptırabileceğimi düşündüğüm olmadı. Ortada uymam gereken bir karar yoktu. Böyle ilerlemenin mümkün olduğunu görmem ve Swamy’nin oyunculuğuna katkı sağlayacağını düşünmemle, kendiliğinden gelişen bir süreç yaşandı. Swamy, ailesi ile karşılıklı oynarken, elbette ki benim bulduğum oyunculara kıyasla çok daha rahattı. Önemli olanın oyuncu kadronuzu mümkün olabildiğince konfor alanlarında tutmak, rol yapmak ile biri “olmak” arasındaki çizgiyi şeffaflaştırmak olduğunu düşünüyorum. Aile üyelerini oynatma fikri, bunu harika biçimde başarmamı sağladı. Ayrıca setteki atmosferimiz de hiçbir zaman “Ben yönetmenim, sizler de benim oyuncularımsınız.” gibi değildi. Hep birlikte bir şeyler ürettik ve bence bu pratik, performansların doğal olmasına da katkı sağladı.

İtalya ve mafya kelimeleri yan yana gelince -sinema tarihindeki örneklerin kolektif hafızamızdaki yerinin de tesiriyle- zihinde kimi klişeler tezahür ediyor. Fakat filmde gördüğümüz mafya, alışık olduklarımıza pek benzemiyor. Öyle ki tek bir silah bile göremiyoruz. 

Gioia Tauro’da 10 yıl geçirmeme rağmen hiç çatışma görmedim çünkü. Cinayete tanık olmadım, asitte eritilmiş insanlar hakkında bir şey duymadım veya bulunduğum yerdeki otoyollar tahrip edilmedi. Deneyimlediği şeylere sadık kalmaya çalıştım. Swamy de burada 17 yıl yaşamış ve aynı şeyleri söyledi. Mafyaların, buradaki insanların gündeminin bir parçası olması, tutuklama haberleriyle oluyor daha çok. Elbette kimi zaman göz korkutucu şeylere şahit oluyoruz, yanan arabalar gördüğümü hatırlıyorum ama filmlerde izlediğimiz kadar sansasyonel değil hiçbiri. Klişelere geçit vermemek, mafyalaşmaya dair deneyimlediklerimizin gerçekliğine sadık kalmakla mümkün oldu.

‘Ndrangheta dünya üzerindeki en güçlü organize suç gruplarından biri ve bu gücü de büyük oranda üyeleri arasındaki kan bağından alıyor. Topluluk içindeki kişiler ailelerine sırt çevirmek istemediği için bilgi sızdıran köstebeklere veya iç çatışmalara daha az şahit olunuyor. Devletin bu döngüyü kırmak adına geliştirdiği pratiklerden biri, tutuklanan üyelerin çocuklarını sosyal hizmetlere ait kurumlara yerleştirmek ve 18 yaşına kadar ailelerinden uzak tutmak. Bu yasa filmde de kendisine yer bulmuş.

Yine yaşanmışlıktan çıkan bir şey. Yıllar önce Swamy’nin bir arkadaşı ailesinden alınmış ve İtalya’nın kuzeyinde konumlanan bir eve yerleştirilmiş. Yasa benim için çok önemli bir başlangıç noktasıydı çünkü birçok aile içindeki bağların test edilmesine, aile ilişkileri tehlike altında olan insanların bu ilişkileri sorgulamalarına vesile olmuştu. Aile nedir ve böyle bir durumda hangi tarafta durulabilir gibi soruları sormak adına zihin açıcı bir anlatı aracıydı. 

Mafyada yer almanız, kötü bir baba olduğunuz anlamına gelmek zorunda değil. Uyuşturucu satıcısı olmanız, arka cebinizde silahla gezip sürekli birilerini vurduğunuz anlamına gelmek zorunda değil. Konuya dürüstçe bakmak, konunun gerçekliğinden uzaklaşmamak benim için çok mühimdi ve bunu da setteki sevgi dolu atmosfer mümkün kıldı. Swamy’nin kendisini sorgulaması, Chiara’nın ailesiyle ilgili hislerini de istintak etmesine izin verdi. Umarım izleyici de aynısını yapar.

Mizansenleri, aktüel kamera kullanımını, karakterlere olan yaklaşımı göz önüne aldığımızda realist ve natüralist bir sinema anlayışına sahip olduğunuzu söylemek mümkün. Ama önümüzde çok şiirsel bir film var aynı zamanda.

Gerçeklik her zaman başlangıç noktam; öte yandan örneğin belgeselle ilgilenmemenin sebebi ise sinema dilinin, sinema gramerinin ve sinema aygıtlarının kurmacada daha fazla içgörü yarattığını düşünmem. Bu sayede karakter ve izleyici arasında inşa edilen duygusal bağın çok değerli olduğunu düşünüyorum.

Bahsini geçirdiğin lirik sahneler; Swamy’nin duygu durumu, düşünceleri ve bilinçaltı hakkında fikir sahibi olmamız adına başvurduğum bir yöntemdi. Ne düşündüğünü ve ne hissettiğini kelime kullanmadan, diyalogdan faydalanmadan aktarmalıydım. Karakterlerin hislerini doğal olmayan bir biçimde, bir monologla aktarmaya çalışmasını her daim işlevsel bulmuyorum. Swamy’nin böyle yaptığını hiç görmedim, bu yüzden Chiara’nın yapması da saçma olurdu. Bir şeyler söylemeden de ne hissettiğini anlatabilirdi. Bazı noktalarda onun duygusal açıdan deneyimledikleriyle aynı hissetmemiz gerekiyor, o nedenle bu sekanslar gerekliydi. Bence filmde bu anlamda bir dengeden söz etmek mümkün.

A Chiara‘ya bir süredir MUBI üzerinden erişilebiliyor. Seyirciye dijital platformlar üzerinden ulaşmak hususunda ne gibi hislere sahipsiniz?

Sinemada film izleme deneyiminin elbette büyük bir savunucusuyum ama var olan filmlerin daha fazla insana ulaşması, daha geniş kitleler tarafından özümsenmesi gerektiği konusunda da gerçekçiyim. Filmle izleyiciyi buluşturan tüm aracılar için müteşekkir ve minnettarım kısacası.