Agatha Christie, sana mektuplarımız var
Soluksuz üretimine devam ettiği yıllarda bile kurmacaları edebiyatın sınırlarını aşıp sinemayı, tiyatroyu, televizyonu besleyen Agatha Christie, bu yüzyılda da sanatın çeşitli formlarına ilham vermeyi sürdürüyor. 2017 tarihli Doğu Ekspresinde Cinayet‘in (Murder on the Orient Express) ardından Kenneth Branagh’ın bir kez daha yönetip başrolde yer aldığı, 12 Şubat itibariyle vizyona giren Nil’de Ölüm (Death on the Nile); ikonik dedektif Hercule Poirot’nun kendini Mısır’daki bir cinayet soruşturmasının tam ortasında bulduğu, aynı isimli kitabın son model uyarlaması.
Hazır Death on the Nile’ın vizyon macerası başlamışken; çözmesi pek zevkli bulmacaları, zengin karakter galerisi ve gösterişten uzak olan sürükleyici diliyle, birçoğumuza çocuk yaşlardan bugüne bir kaçış kapısı aralayan Agatha’ya teşekkür etmek istedik. Polisiye edebiyatla, özellikle de yazarın külliyatıyla içli dışlı altı ismin kapısını çalıp, yazarı bir de onların ağzından dinleyelim dedik.
Batu Bozkurt, Çiğdem Öztekin, Fulya Turhan, Kutlukhan Kutlu, Sevin Okyay ve Uygar Şirin’e Christie’nin kendi kişisel tarihlerinin neresinde konumlandığını; yaşanmışlıkları, kariyerleri ve okuyucu kimlikleri ekseninde ne ifade ettiğini sorduk. Kitaplarıyla nasıl tanıştıklarını, bir Agatha Christie romanının sayfalarını ilk kez karıştırdıklarında ne hissettiklerini, hâlâ çok okunanlar arasında yer alması üzerine görüşlerini yazdılar. Meşhur “Miss Marple mı Hercule Poirot mu?” sorusuna da cevap almayı ihmal etmedik tabii. Buyurun Agatha Christie mektuplarımıza!
Batu Bozkurt (Altın Kitaplar Yayınevi yöneticisi) yazdı:
Agatha Christie kitapları 60’lı yıllardan itibaren Altın Kitaplar tarafından yayımlanıyor. Ben de ilk kez ortaokul birinci sınıfta On Küçük Zenci’yi okumuştum ve çok etkilenmiştim. Aslında On Küçük Zenci (güncellenmiş hâliyle On Kişiydiler), Agatha Christie’nin bildik kurgularının dışında bir kurgudur. Gerilim ağırlıklıdır. Çok etkileyici bir kitap olduğu için de yazarı onunla okumaya başladım.
Agatha Christie külliyatı benim için çocuk ve gençlik kitaplarından yetişkin kitaplarına geçiş diyebilirim. En sevdiğim diye ayırt etmiyorum ama ilk okuduğum ve etkilendiğim kitabı olduğu için On Küçük Zenci’nin yeri diğerlerinden farklı.
Onun kitaplarında finaller genellikle birbirine çok benzer. O yüzden unutamadığım diyebileceğim şekilde diğerlerinden farklı bir kitabı yok. Hepsinin finali sürprizlerle dolu.
Miss Marple ve Hercule Poirot karşılaştırmasına gelince… Önceleri Miss Marple’ı çok severdim. Ama Poirot’yu okudukça daha çok içselleştirdim sanırım. Özellikle “Şu daha iyidir” diyemeyeceğim.
Christie’nin bugün bile çok okunan yazarlar arasında yer almasının sırrı ise öncelikli olarak anlatım tarzı. Karakterler, tasvirler ve ipuçlarıyla dolu bir hikâyeyi sürpriz bir sonla sonuçlandırması çok etkileyici. Çok zeki bir yazar ve zekâsıyla insanların kafasında bazı oyunlar oynuyor, bu da okuyanların hoşuna gidiyor. Aslında fazla ağdalı olmayan, herkesin kolayca anlayabileceği basit bir dille yazıyor. O nedenle her yaştan, her kesimden insana hitap edebiliyor. Bu özelliklerinden dolayı yıllar sonra da çok satan listesinde olmaya devam edecektir.
Çiğdem Öztekin (Çevirmen) yazdı:
Agatha Christie ile ilk tanışmam daimi yatılı olarak okuduğum Avusturya Lisesi’nin hazırlık sınıfında oldu. O günden sonra ne zaman kendimi yorgun hissetsem, ders aralarında Agatha Christie romanlarını okur; okurken katili bulma yolunda yaptığım çözümlemelerden büyük keyif alırdım. Bu daha sonra da devam etti ve sonunda en istediğim şeyi, en tutkulu fanlarından biri olduğum bir yazarı, Agatha Christie kitaplarını çevirme olanağını buldum. Agatha Christie çevirmek benim için bir iş değil, mutluluk. Umarım tüm kitaplarını çevirme olanağım olur.
En sevdiğim Agatha Christie kitabı belki biraz klasik olacak ama On Küçük Zenci. Sonunu tahmin etmekte zorlanmıştım. Bir de büyük ölçüde kendi gençliğini anlattığı Bitmemiş Portre. Bir cinayet romanı yazarının gerçekte ne kadar duygusal, naif bir kadın olduğunu görmek beni çok etkilemişti.
Finalini unutamadığım Christie kitabı Roger Ackroyd Cinayeti. Karakter olarak ise Hercule Poirot sakin, düzenli kişiliği ve çözümleme yöntemleriyle bana hep çok çekici gelmiştir.
Agatha Christie belirgin bir edebi kaygısı olmadan, kusursuz bir kurgu ve çok sade bir anlatımla, başladığınızda bitirmeden elinizden bırakamayacağınız bir akıcılık yakalıyor. Kolay okunur, samimi, merak uyandırıcı. Aynı şeyi polisiye romanlarında olduğu gibi psikolojik romanlarında da görüyorsunuz.
Fulya Turhan (221B Dergi editörü) yazdı:
Agatha Christie’yi ilk okuduğumda ortaokuldaydım sanırım. Sene 1999 olmalı. O zamanlar, henüz tam olarak ne olduğu bilmeden heves ettiğim bir türdü polisiye. Okulun kütüphanesinde Ölüm Sessiz Geldi isimli bir roman görünce hemen almıştım. Sunulan muamma, Hercule Poirot karakteri, gizemin aydınlatılma şekli karşısında büyülenmiştim. Romanı bitirdikten hemen sonra tekrar okumaya başladım. Agatha Christie’ye ait onlarca roman olduğunu öğrendiğimde de epey sevinmiştim. Elbette her birini teker teker bulup bir çırpıda okudum. Agatha Christie romanlarının belirli bir şablonu vardır. Genç yaşta tüm bu romanları okuyunca polisiyeye dair bu şablon -yani muammanın sunulması, dedektif ile hafiyenin dahli ve olayın çözümü- kafamda epey yer etmişti. Bunun analitik düşünme yetime de epey katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Şablon aynı olmasına rağmen her romanda farklı hikâyeler, karakterler okuruz elbette. Yaratıcılığa dair bu çeşitlilikten de epey etkilenmiştim.
En sevdiğim Agatha Christie romanının On Kişiydiler (On Küçük Zenci) olduğunu söyleyebilirim. “Kilitli Oda” polisiyesinin en önemli örneklerinden biridir. Suçu araştıran ve aydınlatmaya çalışan bir dedektif ya da hafiye karakteri yoktur ancak ortada şahane bir muamma vardır ve romanın sonunda zekice bir çözümle karşılaşırız. Ustaca kurulmuş bir olay örgüsüne, harika ters köşelere sahip, şahane bir psikolojik gerilim örneğidir. Roger Ackroyd Cinayeti de finalini gerçekten unutamadığım, çok etkilendiğim bir Christie romanıdır.
Agatha Christie’nin dedektifleri, Miss Marple ve Hercule Poirot… İkisinden birini seçmek gerçekten çok zor. Hercule Poirot’nun kişiliğinde ve yer aldığı hikâyelerde çok daha fazla mizah vardır. Poirot romanlarda da ünlü bir dedektiftir. Düzen ve yöntem takıntısı, ikonik bıyığı ve şişirilmiş egosuyla inanılmaz bir figür hâline gelmiştir. Tuhaflıklarına güleriz ancak saygımızı asla yitirmeyiz. Miss Marple ise son derece zarif, nazik bir karakterdir. Polisiyede “spinster” olarak adlandırılan orta yaşlı hafiye sınıfına mensuptur. Parlak bir zekâsı vardır, St Mary Mead’de meydana gelen her olayı hatırlar, bunları mevcut muammalarla karşılaştırır ve doğru çözüme ulaşır. Poirot romanlarının da Miss Marple romanlarının da tadı başkadır, o nedenle benim için ikisi arasında bir tercih yapmak zor.
Agatha Christie, hâlâ polisiyenin kraliçesi olarak kabul edilir. Romanların yayımlandığı dönemde, insanlar Christie romanlarını özellikle de savaşın getirdiği korkunç gerçeklikten bir kaçış alanı olarak görüyordu. Bu kaçışın yolunu yine cinayet ve gizem hikâyelerinde bulmaları tuhaf olabilir elbette ancak Christie romanları çok geniş bir evren sunar bize. Christie’nin ikonik karakterleri, “cozy” olarak adlandırılan, rahat polisiyeler dediğimiz kurgularıyla, zekice kurulmuş olay örgüleriyle ve barındırdığı tüyler ürpertici ölümlerle birçok okura hitap etti ve etmeye devam ediyor. Christie bize harika karakterler sunuyor, olay örgüsünü her zaman ileri taşıyan diyaloglar okuyoruz, muhteşem mekânlarla karşılaşıyoruz. Sinema ve televizyon uyarlamalarıyla birlikte de bu popülarite desteklenerek devam ediyor. Bunun yanı sıra Christie bize çözmek istediğimiz harika bulmacalar sağlıyor. Polisiye kültür dergimiz 221B’nin Agatha Christie dosya konusuyla yayımlanan 8. sayısı yıllar sonra bile okurlardan büyük ilgi görüyor. Bazı yazarların modası asla geçmez, Agatha Christie de bu yazarlardan biridir.
Kutlukhan Kutlu (Yazar ve çevirmen) yazdı:
Büyürken evde bulunan kitapları ve yazarlarını da diğer aile üyeleri kadar hanenin sakinlerinden görmüşümdür. Agatha Christieler de öyleydi. Kendime aldığım, daha doğrusu aldırdığım kitaplardan değildiler ama ev halkı okuyor diye her zaman kütüphanede yeri vardı, orada sakince kendi kitaplarımı bitirmemi bekliyorlardı. Ve benim için özel yanı, hakikaten de çizgi romanlar, Enid Blytonlar, Jules Verneler, Şeytan Çekiçleri vesaire bittiğinde kitaplığın yetişkin bölümünde kolaylıkla ilişki kurduğum, kendimi tamamen kaptırarak, içinde kaybolarak okuduğum ilk kitaplar olmalarıydı. Yani çaresizlik içinde Balzaclara, Hugolara, Puşkinlere ve çocukluğum boyunca aşamayacağım bir bölüm sonu canavarına dönüşecek Ve Durgun Akardı Don’a el atmamdan önce. Bunun için zeki, muzip, insanın karanlık meraklarının harikulade sarrafı Christie’ye şükran borçluyum.
Okumayı öğrendiğim andan itibaren bir şey okurken kendimi nasıl kaptırdığım, nasıl top atılsa duymayacak hâle geldiğim evde yarı şikayet yarı sitayişle epey bahis konusu olurdu zaten. Beni bu tür okuma transına sokan her kitaba karşı büyük bir iştahım vardı ve Christie’nin asude görünümlü İngiliz taşrasından egzotik yerlere uzanan (ki o “egzotik” yerin benim yaşadığım şehir çıktığı da vardır), medeni bir çerçevenin içinde belirmiş, bulantıdan iki büklüm kocaman bir soru işaretinin (KİM?) kancasına takılı halde saatlerce sürüklenme fırsatı sunan bu hikâye formu, aynı zamanda pür polisiyeyle de tanışma ânım olmuştu. Özel olarak bizi vukuatsızlıkla tanımlı bir “medeni çevre”nin girişinden alıp ölümle akraba, ürpertici ve merak uyandırıcı o karanlık alana çeken “cozy” polisiyeyle. Hane halkında bir Agatha Christie polisiyesi okurken katili kitabın ortalarında tahmin edebilmek bir gurur vesilesiydi ama ben kendini öykünün akışına bırakıp eleştirel bir akıl olarak neredeyse aradan tamamen çıkan, düşünme işini kitabın bitişinden sonraya bırakan bir okur kimliği geliştirmiştim bu kitaplarla. Bugün nasıl sinemanın tüm sürpriz finallerini “yiyen” bir yetişkin seyirciysem, o günlerde de katili tahmin edemeyen, kim olduğuna kafa yormayan ve hep şaşıran bir polisiye okuru oldum! Bu kayboluşlar için de çok teşekkürler Christie.
Kendimi ilk olarak Miss Marple’ın hikâyelerine kaptırdım ve Christie usülü, başı polisiyesinin içinde bir nabız gibi atan o “medeniyetin yeraltı” nağmelerinin tadına ilk o hikâyelerde vardım. Hercule Poirot’nun öyküleri benim için daha heyecan vericiydi, özellikle Doğu Ekspresinde Cinayet ve Nil’de Ölüm türü bir yolculuk içeren hikâyeler, zaten o zamanlar okuduğum Stevenson, Burroughs ve Verne gibi yazarların hep temasta olduğu “kolonyal serüven” damarına daha yakın seyretmeleriyle çocuk zihnime daha çok tesir etmiştir. Ama bugün bile hâlâ “klasik Agatha Christie polisiyesi” dediğimde, ayrı bir yerde duran On Küçük Zenci’nin hemen ardından Kütüphanedeki Ceset, Kırık Ayna, Ölüm Meleği gibi Miss Marple maceraları geliyor. Sanırım 80’lerde televizyonda yayımlanan Murder, She Wrote (Cinayet Dosyası) dizisiyle zamanla tuhaf bir sinerji içine girerek, benim için şömine başı ya da kütüphane polisiyesi, doğduğu ülke okurları içinse “cozy” polisiye denen bu türün timsali hâline gelmiş olmalarından… Miss Marple başta yaş ve coğrafya olmak üzere benim gerçekliğimden alabildiğine uzak birinin, üstelik yerinde olmak da istemeyeceğim birinin hikâyesini okumaktan ne kadar heyecan duyabileceğimi bana gösteren kahramandı. O yüzden de bir okuyucu olarak kendimi keşfetmemde özel bir rolü vardır.
Sevin Okyay (Yazar, çevirmen ve radyo programcısı) yazdı:
Agatha Christie ile Çiftehavuzlar’daki evimizin kütüphanesinde tanıştım. Onun için adı geçince gözümün önüne Türkçede hak sahibi Altın Kitaplar’ın bunca yıldır defalarca yayımladığı kitaplar değil de o dönemin AK ve özellikle AKBA kitapları gelir. Kapak tasarımları, pastel renkleriyle… İyi bir polisiye okuruydum, favorilerim vardı ve her yeni Agatha Christie kitabını sevinçle karşılardım. Okuyucu olarak benim için polisiyenin sevilen bir temsilcisiydi.
Çok karakterli kitaplarını daha fazla sevsem de tuhaftır, en sevdiğim Agatha Christie kitabı Briç Masası Cinayeti adıyla Türkçeye çevrilen, az karakterli Cards on the Table’dır. Mr. Shaitana’nın evindeki briç partisine katılan sekiz kişi, iki briç masası oluşturur. Birinci masada dört konuk, ikinci masada dört muamma çözücü: Hercule Poirot, Başmüfettiş Battle, Albay Race ve polisiye yazarı Miss Ariadne Oliver. Sayılarının azlığı da onlara derinlik kazandırır sanki. Bildiğiniz psikolojik polisiye. Çok gerilimli bir de finali vardır.
Ama finalini unutamadığım Agatha Christie kitabı, elbette The Murder of Roger Ackroyd (Roger Ackroyd Cinayeti). Polisiye yazarları ile okurları arasındaki itimat esasını yerle bir eden, ama belki de bunun için unutulmayan bir kitap. Ahmet Ümit de kurgusu bu romana benzeyen Beyoğlu Rapsodisi ile benzer heyecanlar yaratmış ve yaşatmıştı. Ama bende en çok yer eden Christie karakteri derseniz, herhalde Rhoda Despard olsa gerek. Hem Cards on the Table’da, hem de The Pale Horse’da karakter olarak yer alıyor.
Ancak Miss Marple mı, Hercule Poirot mu derseniz, daha önceden belki cevap veremezdim ama şimdi kesinlikle Hercule Poirot diyorum. Bunun en büyük nedenlerinden biri de kitapları okurken gözümün önüne getirdiğim Poirot’yu, fiziğiyle ve kişiliğiyle hayata geçiren David Suchet’nin aktör olarak başarısıdır bence. Oysa, yaşlı ve huysuz bir cadı olarak tanıdığımız, gittikçe yumuşayıp ihtiyar bir meleğe dönüşen Miss Marple’ı da severim.
Acaba Poirot ve kitaptan kitaba değişebilen yardımcıları (Ariadne Oliver, Albay Race, Başmüfettiş Battle, Müfettiş Japp, elbette Arthur Hastings) mi çekiyor beni? Belki de Belçikalı dedektifimizin üstün özellikleri ile tuhaflıklarının dengelenişidir. Her ne hâlse, favorim Hercule Poirot. Christie’nin bugün bile en çok okunan yazarlar arasında yer almasının sırrına gelince, en dürüst cevap “Bilmiyorum” olurdu herhalde. Belki de Christie’nin gözlem gücü ve karakterlerine yakınlığı etkiliyordur insanları. Kader işte, yarattığına pişman olduğu Poirot, onun en sevilen karakteri oldu.
Uygar Şirin (Yazar, senarist) yazdı:
Bile isteye okuduğum ilk kitaplar Cem Yayınevi’nin kütüphanemde 45 yılı deviren ve hâlâ gözüm gibi baktığım Arkadaş Kitaplar serisiydi. Ardından Enid Blyton’ın Beşler’i, Yediler’i ve Jules Vernelerle çocukluğumun ilk safhası sona erdi. Elimden tutup beni bu kitaplarla yetişkin kitapları arasındaki köprüden geçiren ise, Stephen King’le birlikte, Agatha Christie’dir. “Elimden tutmak” biraz romantik kaçtı ama o günlere dönüp baktığımda hissettiğim duygu bu.
Christie’yle King’in o yaştaki çocuğu büyüleyecek ortaklıklarını görebiliyorum şimdi. Gizemin, merakın anahtarını elinde tutan esrarlı âlemler; ürpertici ve albenisini o ürperticilikten alan evler, kasabalar, insanlar; ölümün kesinliği, kaçınılmazlığıyla yarattığı efsun. Çocukluğun yeraltı hazları.
Doğaüstüyle alışverişi olmasa da, dökülen kan miktarı çok daha az olsa da Christie’nin hırs, haset, kin ve komployla dolu malikanelerinin karanlık namına King’in kasabalarından aşağı kalır tarafı yoktur, onu da söylemek lazım.
Christie romanları, peş peşe tükettiğim kısa zamanda epey maceralı bir yolculuk yaşattı bana. “Katil kim?” sorusunun peşinde koşmak (kitapların o baskılarında Poirot’nun katili açıkladığı sayfadan hemen önce yayınevinin “Peki siz katili bulabildiniz mi?” gibi bir notu olurdu)… Dönemin popüler kutu oyunu İpucu oynarken (“Profesör Deniz ingiliz anahtarıyla salonda öldürdü!”) Agatha Christie okumuş olmayı CV’mizin tecrübe hanesine yazmak… Bir sürü romanı devirdikten sonra gelen “Tamam canım, kitap boyunca şüpheli görünenler değil en akla gelmeyecek kişi katil çıkıyor” özgüveni… Christie’nin Doğu Ekspresinde Cinayet’lerle, On Küçük Zenci’lerle o özgüveni yerle bir etmesi… “Zamanında Pera Palas’ta kalmış”ı öğrenmek, Pera Palas’ın İstanbul’a adım atmama sebep olan liseme komşu olması, “Bu sokaklarda mı yürüdü yani?” heyecanı… “Poirot’nun son hikâyesi” bilgisiyle üzülerek kapağını açtığım Ve Perde İndi’nin yarattığı, bugünün değme “seri finalleri”ne taş çıkartacak o tarifsiz veda, giderayak Agatha Christie hayranlığımın tazelenmesi… Kritik bir kavşağa denk geldiklerinden olsa gerek hepsi içime işlenmiş.
Tüm bu maceralar ve boşa çıkan tahminler ve uykusuz geceler ve bir anlığına durdurduğun kalpler için sana minnettarım Agatha.
Hazırlayan: Merdan Çaba Geçer