Gelecek zaman, gergin zaman: Alex Gross

Röportaj: Ekin Sanaç

Tüketim toplumlarının teknoloji bağımlılığına, duygu yoksunluğuna ve hantallığına dair gözlemlediklerini, gerçeküstü yağlıboya kurgularla anlatan üslubuyla ünlenen Alex Gross’la, Future Tense (Gelecek Zaman) adlı sergisi ve kitabının lansmanı vesilesiyle, 2014 yılının son günlerinde konuşmuştuk. Theodore adlı bir karakterin Samantha adlı yapay zekâ ile yoğunlaşan ilişkisini anlatan Her (2013) filminin gündemi kapladığı günlere tekabül eden bu söyleşiye, Gross’un 2010 – 2014 yılları arasındaki çalışmalarından bir seçki eşlikçi. 

İşte neredeyse 10 yıl öncesinden birtakım gelecek tahayyülleriyle, buyurun Alex Gross söyleşimize… Sanatçının sınırlı sayıda ürettiği, imzalı ve edisyonlu, büyük ebat özel crystalline / satin tuval üzeri baskılarını İstanbul Nişantaşı’nda konumlanan Türker Art mekânında görmenin mümkün olması vesilesiyle Bant Mag. arşivlerinden çıkarıldı. 

Akıllı telefonlar, tabletler ve buzlu kahvelerine sarılmış karakterlerin oldukça uyuşuk ve çevrelerinden kopuk gözüküyor. Fiziksel olarak orada olsalar da gözleri boş bakıyor, hattâ neredeyse ele geçirilmiş gibiler. Tanıdığımız bir hâl bu. Karakterlerin bu hâlini, ait oldukları seri “Future Tense”in (Gelecek Zaman) ismiyle nasıl bağdaştırıyorsun, anlatabilir misin?

Sergim ve sergideki işlerin yer aldığı kitabım için isim düşünürken uzun bir beyin fırtınası yaptım. İçinde bulunduğumuz duygu yoksunluğu, hantallık ve teknoloji bağımlılığı gibi durumları iletmek isteyen bir isim aradım. Nasıl işlediğini net olarak çözemediğim bir sürecin sonunda “Future Tense” adında karar kıldım. İçinde birtakım kelime oyunları var elbet. Sonuç olarak biraz önce de bahsetmiş olduğum hisleri ilebilen bir isim olduğunu düşünüyorum.

Tüketim toplumu, reklam dünyası, şirketlerin gücü ve teknolojinin hayata getirdiği koşullarla ilişkilenen çalışmaların modern dünyanın vasat hâlini yansıtıyor. Bütün bunların seni umutsuzluğa sürüklediği oluyor mu? Bugünlerde sana umut veren şeyler nedir?

Bana bu konuda yardım eden şeylerden biri, birçok insanın benimle aynı duyguları paylaşıyor olması. Yani şirketler henüz tamamen galip gelmiş değil. Ama biraz kinik yaklaşacak olursam kaybedilen bir savaşı andırıyor elbet. Genç nesiller, şirketlerin hayatlarına zorla girmesinden henüz ben ve benden daha yaşlı nesillerin olduğu kadar rahatsız değil. Onlar bununla beraber büyüdüler, yani başka bir alternatiften haberdar değiller. Yine de toplumun her kesiminin aynı endişeyi taşıdığını düşünüyorum ve hayatlarında bir şeyler yaparak bu endişeyi hafifletmeye çalışıyor gibiler. Bugünlerde insanlarda geçmişte olduğundan çok daha fazla yerel kültür bilinci var ve birçoğu en kötü şirketlere ait ürünleri tüketmiyor. Teknolojiyi iyi amaçlar için kullanmamızı sağlayan gelişmeler de oldu, yani tamamen umutsuz değiliz. Belki bizim nesil gelecek nesilleri bütün bunlardan haberdar ederek onlara olan biteni pasif bir şekilde kabul etmemeyi öğretebilir.

Büyük şirketlerin etkisinden tamamen kaçamamak sinir bozucu. Sen bununla nasıl başa çıkıyorsun?

Elbette şirketlerin etkisinden kaçmaya çalışmak neredeyse imkânsız, özellikle de benim yaşadığım Los Angeles gibi büyük bir şehirde yaşıyorsanız. Bazı şeylerden, örneğin televizyon reklamlarından özellikle kaçınıyorum. Neredeyse hiçbir zaman canlı televizyon programı izlemiyorum, kaydedilmiş programları izlemeyi tercih ediyorum. Eğer canlı bir program izleyeceksem de reklamlar sırasında televizyonun sesini kısıyorum çünkü reklamların beyin yıkayıcı yönünü çok sinsice buluyorum. Reklamları bir süre izlemeyi bıraktığınız zaman onların zararsız olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz, ancak ne zaman yeniden bir reklam görseniz aslında onların ne kadar tiksindirici olduğunu ve her yönüyle beyninizi yıkamak üzere tasarlandığını, sonuç olarak sizi bir şeye ihtiyacınız olduğuna ve yeterince iyi olmadığınıza ikna ederek mutsuz etmeye çalıştığını anlıyorsunuz. Bu gerçeği görmezden gelmemiz oldukça garip çünkü aslında çoğumuz televizyon önünde büyüdük ve reklamlar çok uzun zamandır hayatlarımızın bir parçası. Kendimi reklamlardan uzak tutmanın beni yine de daha iyi hissettirdiğini düşünüyorum.

Bunun dışında, Walmart gibi işlerimi vermediğim çeşitli marka ve kurumlar bulunuyor ancak bu çok zorlayıcı bir yaklaşım olabiliyor çünkü çoğu marka çoğumuzun farkında olmadığı daha büyük holdingler tarafından işletiliyor. Örneğin Monsanto ya da Philip Morris gibi holdingleri boykot ediyor olduğunuzu düşünseniz bile bu şirketlerin sahip olduğu daha küçük şirketler ve ürünler bulunuyor, bunları takip etmek de oldukça meşakkatli.

İşlerinde muğlaklık ile doğrudan mesaj veren içerikleri dengede tutabilmek için çok dikkatli çalışıyor gibi görünüyorsun. Esrarengiz ve gerçeküstü dokunuşlarınla yüzümüze vurulan gerçekçiliği etkileyici şekillerde farklılaştırıyorsun. Aslında bu sosyal ve politik anlamda söz söylemek isteyen sanat işleri adına bilindik bir tartışma konusu. Mesajını doğrudan veren işler hakkında ne düşünüyorsun? Sadece görsel sanatlar alanında değil; örneğin müzik alanında da bu konudaki hislerini paylaşabilir misin?

Genellikle işlerimde çok fazla politik olmaktan kaçınmaya çalışıyorum ama bu da zorlayıcı olabiliyor. Ama bu sergimde “Drones” ve “Disrespect” gibi kısmen politik işler de var. Politik ve sosyal bir düşünceyi yaratıcı bir anlam belirsizliği içinde aktarabilmeye, bu dengeyi iyi kurabilmeye önem veriyorum çünkü bu sayede iş basit bir propaganda olmaktan öteye geçiyor. Propaganda yapmakta yanlış bir şey yok, sadece benim yapmaya çalıştığım şey tam olarak bu değil, çünkü o da bir çeşit reklamcılık. Müziğin şarkı sözleri ve melodinin birleşiminden doğan ve aynı anda politik ve yaratıcı olabilmesini sağlayan bir doğası var. Çoğu zaman bir parçanın müziği o kadar güzeldir ki sözleri politik bile olsa, hattâ hemfikir olmadığınız bir düşünce üzerine bile olsa o parçadan zevk almanız mümkündür. Sanırım zor olsa bile benim sanatımla yapmaya çalıştığım da tam olarak bu.

İşlerinde bir ölçüde sembolizmden de bahsedilebilir. Sembolizme yaklaşımını açabilir misin?

Sembolizme sezgisel bir yaklaşımım var. Taslaklarım üzerinde çalışırken farklı öğelerle deneysel çalışıyor ve bir işi tamamladığımı hissedene kadar farklı kombinasyonlar deniyorum. Tabiî ki bazı durumlarda bir sembol daha kolay anlaşılıyor, örneğin kuzularla dolu bir şehir gibi. Fakat bazen bu sembol daha bireysel oluyor, aslında istediğim de bu. Tabloya bakan kişiye tabloyu hissedebilmesini ve tablodan tematik bir sonuç çıkartabilmesini sağlayacak özgürlüğü bırakabilmek istiyorum. Bu yüzden yoruma açık semboller benim için çok daha ilgi çekici olabiliyor.

Thom Yorke’un senden haberi var mı, bağlantıya geçtiniz mi? Bir röportajında müziğinin büyük bir hayranı olduğunu okudum, ayrıca “Distractions” adlı işinde Yorke’un yüzünün bir kısmını görmekteyiz. 

Beni tanıyıp tanımadığını Thom’a sormalısınız, çünkü hiç iletişim kurmadık. Evet, müziğinin büyük bir hayranı olduğum için bir tablomda onun da yer almasını istedim. Onu kesinlikle reddedeceği bir marka olan Starbucks bardağıyla resmetmenin komik olacağını düşündüm.

Peki işlerinde bu gibi şirketlerin logolarına nasıl yer verebiliyorsun? Sana resmen para ödemeliler?

Evet bana para ödenmeli! Şaka bir yana, markalarını tanıtmak için büyük şirketlerin bana para ödemesi hiç ilgimi çekmiyor. Çalışmalarımda markalara ve logolara yer vermemin sebebi onların neredeyse her yerde karşımıza çıkmaları, ben de bu logoları kullanmanın devrimizi yansıttığımı düşünüyorum. 

Bulunduğun yerdeki sanat ortamını başladığın dönemki ortamla nasıl kıyaslarsın?

Bir karşılaştırma yapabilmem gerçekten de zor çünkü yeni bir sanatçı değilim ve şu an geçmiştekinden çok daha farklı işler yapıyorum. Kariyerimin ortasında olduğum için daha büyük işler yapıyorum ve fiyatları da daha yüksek. Ayrıca şimdilerde bundan 15 yıl önce çalışmadığım galerilerle çalışıyorum. Sanat piyasasının 2008’deki ekonomik krizin yaralarını saramadığını duyuyor olsam da o dönemden beri kariyerimde ilerleme kaydedebildim ve geçimimi sağlayabiliyorum, bu da hâlâ aktif ve canlı bir topluluğun var olduğunu gösteriyor olabilir.

Anladığım kadarıyla bir süre önce üniversitede ders vermeyi bırakmışsın. Eğitmen olmanın güncel sanata yaklaşımını ve bakış açını nasıl etkilediğini söyleyebilirsin?

Ders vermeyi gerçekten de çok sevdim ve ileride yeniden ders verebilmeyi çok istiyorum. Eğitmen olmanın zor yanı işim için ihtiyacım olan zamanı ve enerjiyi tüketmesiydi, ama eğitmenliğin çok faydasını gördüğümü düşünüyorum. Belki de en iyi yanlarından bir tanesi öğretmenlerin daha genç nesillerin nelere ilgi duyduğunu öğrenebilmesidir. Bu açıdan düşündüğümde sanırım ders vermeyi özlüyorum. Çalışkan bir öğrencinin belirli bir alana yönelmesinde duyduğu desteği sağlamak da eğitmenliğin bir diğer iyi yanı olabilir ve bazen bunu başarabildiğimi düşünüyorum.

Web sitende ya da sergilerinde görmediğimiz, hiç yayınlamadığın çok sayıda işin var mı? Herhangi bir formatta olabilir…

Taslaklarımı paylaşmıyorum ama tablolarımın tamamı sergilerde gösterildi. Kişisel web sitem de yaptığım her çalışmayı göstermemi sağlayacak kadar geniş bir alana sahip değil, bundan dolayı sadece daha yeni çalışmalarımdan oluşan sınırlı bir seçkiyi görebiliyorsunuz. Ayrıca hayatım boyunca yaptığım neredeyse bütün işleri içeren dört kitabım yayınlandı. Bunları dünyanın her yerinde bulabilirsiniz.

Üretim sürecinin yıllar içinde nasıl değiştiğini düşünüyorsun?

En büyük şansımın çizimler ve taslaklarım için kâğıt ve kalemden bilgisayara geçmek olduğunu düşünüyorum. Photoshop’u sıklıkla kullanıyorum. Hâlâ wacom tabletimi kullanarak bilgisayarda çizim yapıyorum. Kalemle çizim yapıyor olsam bile farklı fikirleri bir araya getirmemi sağlayacak yarı saydam kâğıt kullanmayı tercih ediyorum, Photoshop da işimi kolaylaştırıp hızlandırıyor. Bu süreç aynı zamanda çalışmalarıma referans olabilecek fotoğraflar çekebilmem ile sonuçlandı.

Bu sıralar neler sana ilham veriyor?

Bazen bir şeylerden ilham almak gerçekten de zor olabiliyor. İfadesi hoşuma giden arkadaşlarımın fotoğraflarını çekmeyi seviyorum ve bu çoğu zaman bana ilham veriyor. Örneğin en son sergimde bir arkadaşımı ve Jilian Solotes adında genç bir sanatçıyı üç farklı tabloda resmettiğim işler bulunuyor. Geçen yıl stajyerim olarak çalışmış bu sanatçının yüzünde üzücü bir güzellik olduğunu düşünüyordum ve bu yüzden onun resmini yapmak istedim. Sonuç olarak Jilian bana büyük bir ilham verdi ve “Daydreamer”, “Approaching Storm” ve “Impremanence” gibi işlerimin çoğu için modellik yaptı. Bunun dışında, bazen dergilerde gördüğüm reklamlardan ya da billboardlardan ilham alıyorum. Zaman zaman da izlediğim bir televizyon programı ya da bir film kafa açıcı olabiliyor. Her filminin bana net bir ilham verdiğini söyleyemesem de beni çok heyecanlandırmıştı. Spike Jonze gibi bir sanatçıyı benim ilgilendiğim birçok tema hakkında konuşurken görmek gerçekten heyecan vericiydi. Her filminin başarısı sanırım bana yaptığım işe devam etmem için cesaret veriyor.

Bant Mag. No:36 (Ocak 2015)