Amerikan bağımsız sinemasından, Türkiye’de izlemeyi umduğumuz 10 heyecan verici film

Yaz aylarında süper kahramanlar, animasyonlar, yeniden çevrimler, devam filmleri ve testosteron dozu yüksek aksiyon filmlerinin etkisi altına giren vizyon takvimi, ABD’de ödül sezonu öncesi takvimdeki boşlukları dolduran bağımsız yapımlar sayesinde anaakım sinemadan hazzetmeyen izleyiciye rahat bir nefes aldırıyor. Amerikan bağımsız sinemasının en yeni örneklerinin bir bir izleyici karşısına çıktığı, kış aylarındaki Sundance ve SXSW Film Festivalleri’nde en beğenilen filmler, bu aylarda önce festivallerde boy gösteriyor, ardından da vizyona uğruyor. Mayıs ayında takip ettiğimiz Chicago Film Eleştirmenleri Festivali ve yaz boyunca izlediklerimizden, öne çıkan bağımsız filmleri seçtik… İşte Türkiye festivallerinde de boy göstermesini ve vizyona uğramasını umduğumuz 10 film. 

Yazı: Emre Eminoğlu

The Art of Self-Defense 

Quirky ve geek karakterlerin yüzü haline gelmiş Jesse Eisenberg, bu kez gizemli bir karate hocasının çizdiği yolda dönüşüme uğrayan bir genç adamı canlandırıyor. Gecenin karanlığında saldırıya uğradıktan sonra kendini savunmayı öğrenmek için mahallesindeki karate kursuna yazılan Casey’nin peşinden içine girdiğimiz kurs ve dünya, kırılgan erillikle alabildiğine dalga geçiyor. Erkekliğin kabalık, güç ve şiddet yoluyla yansıtıldığı, hatta belli müzikler, belli diller, belli köpek cinslerinin dahi erkekliğe zeval verebildiği düzenin abartılı bir tasviri, Alessandro Nivola’nın canlandırdığı Sensei’de hayat buluyor. Karikatürize bir ‘beta erkekten’ karikatürize bir ‘alfa erkeğe’ giden yolda çokça şaşırtan, kahkahaya boğan ve yer yer beklenmedik görüntülerle şoka uğratan The Art of Self-Defense yılın sürpriz bağımsızlarından.

Booksmart 

Oyuncu olarak tanıdığımız Olivia Wilde’ın ilk kez yönetmen koltuğunda oturuşu, gençlik filmlerinin cinsiyetçi klişelerini ve kabul görmüş sığlığını yıkan bir komediyle sonuçlanıyor. Kaitlyn Dever ve Beanie Feldstein’in tüm lise yıllarını akademik başarıya odaklanarak geçirmiş iki yakın arkadaşı canlandırdığı filmde ikili, geride bıraktıkları harcanmış yıllarda yaşayamadıkları her şeyi bir geceye sığdırmaya çalışıyor. Cinsiyetçi ya da homofobik olmadan güldürmeyi başaran zekice espriler, bir gecelik bir yol filmini andıran hikâyesinin duraklarında karşımıza çıkardığı akılda kalıcı yan karakterler, uyuşturucu tribinin armağan ettiği stop-motion animasyon bir sekans ve en çok da Billie Lourd’un attırdığı kahkahalarla Booksmart, başarılı bir yönetmenin habercisi.

The Dead Don’t Die

Amerikan bağımsız sinemasının ustalarından Jim Jarmusch’un prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan, yıldızlar geçidi zombi filmi, Bill Murray, Tom Waits ve Adam Driver gibi, yönetmenin daha önce de çalıştığı birçok oyuncuyu bir araya toplayan bir korku komedisi. Türün klişelerini zekice uygulayan, türün klasiklerine saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmeyen Jarmusch’un çıkardığı eğlenceli yolculuk ne yazık ki tüm karakterlere birer kez güldükten sonrası için izleyiciye pek bir şey vadetmiyor ve finaline doğru kaçınılmaz bir çıkmaza sürükleniyor. Akılda kalıcılıktan ve yeni bir şey sunmaktan uzak olsa da, keyifli vakit geçirmek ve biraz gülmek isteyenler için The Dead Don’t Die, Iggy Pop’tan Selena Gomez’e ufak sürprizleri, yaratıcı detaylar ve tekrarlarla güldüren esprileriyle tatlı bir tercih olacaktır.

The Farewell

Yıldızı her geçen gün biraz daha parlayan komedyen Awkwafina, dramatik yönü oldukça güçlü, hayatın tam içinden bu komedide, küçük yaşta ailesiyle birlikte ABD’ye göçmüş Çin asıllı bir genç kadın olan Billi’yi canlandırıyor. Çok sevdiği Nai Nai’ı, yani büyükannesinin birkaç aylık ömrü kaldığını öğrenerek kahrolan Billi’nin üzüntüsü, ailesinin oldukça yaygın bir Çin geleneğini yerine getireceğini ve kötü haberi büyükannenin kendisinden gizleyeceklerini söylediğinde katbekat artıyor. Tüm ailenin ona veda edebilmesi için apar topar düzenlenen bir kuzen düğünü, bizi New York’tan alıp Changchun’a götürüyor. Yönetmen ve senarist Lulu Wang’ın kendi ailesinin gerçek hikâyesine dayandığını söylediği The Farewell’in güçlü bir komediye dönüşmesini Batı ve Doğu medeniyetleri arasındaki aile-birey ve birlik-bireysellik eksenindeki farklılıklar sağlarken, aile sevgisi kaynaklı duygusallığın evrenselliği de gözyaşlarını herkes için ortak kılıyor. Yıllar sonra eve dönüşün yarattığı yabancılaşmayı ustaca anlatan Lulu Wang’ın senaryosu, Awkwafina’nın ve aslında Çin dizilerinin en tanınmış yüzlerinden olan Shuzhen Zhao’nun performansları ve Alex Weston’ın koral ağırlıklı müzikleri filmi yılın en iyi bağımsızlarından biri yapıyor.

Greener Grass

Akılalmaz tuhaflıklarla dolu bu absürt film, ABD banliyölerindeki hayatla ve Amerikan rüyasının günümüzdeki izdüşümüyle hiçbir mantıksal tutarlılığın hesabını yapmakla uğraşmadan dalga geçiyor. Jocelyn DeBoer ve Dawn Luebbe’nin yazdığı, yönettiği ve başrollerdeki iki rakip banliyö kadınını canlandırdığı filmde, her şeyin tozpembe olduğu, herkesin golf arabaları sürdüğü ve herkesin diş telleri taktığı bir gerçeklik söz konusu. İki kadının anlamsız, abartılı, tuhaf ve ailelerine, çevrelerine ama en çok da kendilerine zarar veren rekabeti ve yarışı, mal varlıklarını, aile saadetlerini ya da ufak zaferlerini yarıştıran banliyö insanını tiye alıyor. Hiçbir şeyin beklendiği gibi gerçekleşmediği bu dünya, David Lynch’in çektiği, Desperate Housewives’ın Wisteria Leane’ini konu alan, uzun metrajlı bir SNL skeci gibi adeta. 

The Last Black Man in San Francisco

Kentsel dönüşüm, kent kültürünün yok olması ve tektipleşmesi, ekonomik ya da toplumsal olarak ayrıcalıklı olmayan grupların diğerlerini yerinden etmesinin oldukça kolay ve ne yazık ki alışıldık olması… Joe Talbot’a Sundance Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülü kazandıran bu ilk filmi San Francisco’nun agresif dönüşümüne ve siyahiler için yaşanamaz bir yer oluş sürecine odaklanıyor ve bunu boğaz düğümlendiren bir duygusal üslupla, fakat aşırı dramatize etmemeyi de başararak yapıyor. The Last Black Man in San Francisco’in tek olumsuz yanı, evrensel meseleleri bazen fazlaca yerelleştirdiğinden, hayatının hiçbir döneminde San Francisco’da yaşamamış olanların dünyanın farklı köşelerindeki kentsel dönüşüm ve yerinden edilme hikâyeleriyle benzerlikler kurmasının veya farklı bir toplumda yetişmiş olanların ABD’deki siyahilerin yaşadıklarıyla dünyanın farklı köşelerindeki ayrıcalıklı olmayan gruplar üzerinden okuma yapmasının (imkânsız veya zor değil ama) yorucu hale gelmeye başlaması. 

Luce
J.C. Lee’nin aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanan film, mağdur ve zalim arasındaki ayrımı belirsizleştiren, duygusal ve etik anlamda iyilik ve kötülüğün mutlak olmadığını türlü yolla göstermeye çalışan bir drama. Varlıklı ve ayrıcalıklı bir çiftin, küçük yaşta Eritre’deki savaşın ortasından çekip çıkardığı, yıllar sonra okulunun yıldızına dönüşmüş harika çocukları Luce, kendi gibi siyahi bir tarih öğretmeniyle ters düşünce ortaya sürpriz dolu ve oyun içinden oyunun çıktığı, ahlaki bir tenis maçı çıkıyor. Bu yıldan itibaren adını çok sık duyacağımız her halinden belli genç oyuncu Kelvin Harrison Jr.’ın yıldızlaştığı, 2011’de The Help ile Oscar’a uzandığından bu yana tektip rollere yapışıp kalmış Octavia Spencer’ın belki de en çizgi-dışı performansını verdiği Luce’un oyuncu kadrosunda aynı zamanda Naomi Watts ve Tim Roth da yer alıyor.

The Nightingale 

Prömiyerini geçtiğimiz yılki Venedik Film Festivali’nde yaptıktan sonra anca izleyici karşına çıkan, The Babadook ile etkili bir çıkış yakalamış Avustralyalı yönetmen Jennifer Kent’in ikinci filmi, on dokuzuncu yüzyıl Tazmanya’sında geçen ağır, karanlık ve şiddet yüklü bir hikâye anlatıyor. Sömürgeci İngilizlerin ağır işlerini üstlenmek için dünyanın öbür ucuna taşınmış İrlandalı mahkûmlar ile ırkçılık ve barbarlığın içine geçmesiyle katbekat artan bir nefretin kurbanı olan yerliler, The Nightingale’de ezilen olmanın ortaklığında buluşuyor. Zalim bir subay tarafından her şeyi elinden alınan genç bir kadın ve intikam avında ona yol gösteren yerli Billy, dönemin tüm korkunç gerçeklerini gözler önüne sererken, günümüz dünyasındaki sözde modern toplum düzeninde pek bir yol kat etmediğimizi hatırlatıyor.

Saint Frances

Gündelik hayatın en ince detayındaki mizahı bile kusursuz bir şekilde görmeyi başaran Saint Frances, Lady Bird ve Frances Ha’nın yüzdüğü sularda yüzen bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Hayatındaki birçok ironinin yanına kürtajla sonuçlanan, istenmeyen bir hamileliğin ardından çocuk bakıcı olarak iş bulması da eklenen Kelly’nin küçük Frances ile dostluğu, her ikisi için de bir dönüşümün başlangıcı oluyor. Kelly O’Sullivan’ın hem bir senarist hem de bir oyuncu olarak tüm yeteneklerini ortaya döktüğü filmde altı yaşındaki Ramona Edith Williams yıldız bir çocuk oyuncudan beklenen her şeyi veriyor. SXSW Film Festivali’nin ardından Chicago Critics Film Festival’dan da izleyici ödülüyle ayrılan film, gerçekten de eleştirmenler kadar genel izleyiciyi de memnun bırakacak, hayat dolu bir iş.

Where’d You Go, Bernadette

Başta Before üçlemesi ve Boyhood olmak üzere Amerikan bağımsız sinemasına birçok mihenk taşı armağan etmiş, filmlerinin geçtiği dönem ya da izleyicisinin yaşı fark etmeksizin sağladığı duygusal nostaljiyle sevilen Richard Linklater, yanına yaşayan en iyi kadın oyunculardan Cate Blanchett’in yeteneğini alarak Maria Semple’in romanına el atmış bu kez. Kariyerinde yıldızlaşma yolunda ilerleyen bir mimarken, farkında bile olmadığı psikolojik rahatsızlığı nedeniyle eşi ve kızı dışındaki tüm insanlara kendini kapatan Bernadette, her şey olabildiğine ters gittiği noktada gidebileceği en uzak yere gitmek için kayboluyor: Antartika’ya. Sanatsal anlamda bir vaadi olmayan, kendini kötü hisseden karakterine rağmen kendini-iyi-hisset filmlerine yakın duran Where’d You Go, Bernadette, Cate Blanchett’in filmografisine nev-i şahsına münhasır bir karakter daha eklerken, izleyicisinin merak duygusunu ve heyecanını kaybetmemesini sağlayarak akıp gidiyor.