Annie Ernaux’nun büyübozumu: Les Années Super 8

Yazı: Merdan Çaba Geçer

Özenle seçilmiş duvar kâğıtlarına, antika dükkânından satın alınmış birkaç parça eşyaya, köşedeki kitaplığa dizilmiş romanlara acemice zoom in – zoom out yapan kamera; “kendine ait odasında”, masasındaki kâğıt yığınlarının arasında oturmuş genç kadına yöneliyor. Rızasızca kadrajın içinde bulunmaktan memnun olmayanlara özgü, belli belirsiz bir tebessüm var çehresinde. Oyalanmamaya, bir an önce kâğıtlara geri dönüp bir şeyler karalamaya niyetli sanki. Birçoklarına göre Fransa edebiyatının yaşayan en güçlü kalemlerinden olan Annie Ernaux’nun, belki de ilk kitabının yaratım sürecine tanıklık ettiğimiz, özel bir an bu… Ev ahalisi olan bitenden bihaber henüz.

Bireysel olanın toplumsal tarihte bir karşılık bulduğu fikrinden hareketle, belleğinin derinliklerinde keşfe çıkmayı yazım pratiği hâline getirmiş bir yazarın, beş saati aşan ev filmlerinden oluşan bir arşive sahip olması şaşırtıcı değil elbet. Nobel jürisinin “kişisel hafızanın köklerini, yabancılaşmalarını, toplu kısıtlamalarını” ortaya çıkarmadaki cesareti – keskinliği gerekçesiyle ödüle layık gördüğü bir isimden söz ediyoruz. Annie Ernaux, ailesine ait görüntüler üzerine metinler kaleme alıp bir de dış ses olarak mikrofon başına geçerken, rejinin ise oğlu David Ernaux-Briot’ya emanet edildiği Super-8 Yılları / Les Années Super 8; -yazarın tabiriyle- “öz-oto-sosyobiyografi” yazınının örneği olan eserlerine oldukça benzer yapıda inşa edilmiş bir belgesel.

42. İstanbul Film Festivali kapsamında izlediğimiz Les Années Super 8’in gösterimleri, salondaki katılımcılar için kuşkusuz ki unutulması zor bir deneyime dönüştü. Belgeseli bizlerle beraber seyreden Annie Ernaux; ortaya çıkan iş, yazarlık kariyeri ve çok daha fazlası hakkında soruları yanıtladı. Hem filmdeki dış ses hem de söyleşideki konuk kimliğiyle dillendiriklerini* kutup yıldızı belleyip, Les Années Super 8 ve ardında yatanlar üzerine zihin egzersizine giriştik.

Fransız Kültür Merkezi, 13 Nisan Perşembe
Saklı kusurlar, büyüyen mesafeler

Annie ile Philippe Ernaux’nun 30’larında, oğullarının ise henüz çocuk yaşlarda bizi selamladığı görüntülerle başlayan belgesel, bir yandan aralarındaki dinamiklerini tek tek açık etmeye girişirken bir yandan da -şaşılmayacak biçimde- ailenin mazisini karıştırmaktan çok daha fazlasıyla ilgileniyor. Ne var ki anılar üzerinden daha büyük meseleleri çerçeve içine alma kararı, romanların aksine, konuyu dağıtma ve izleyiciyi dışarma riskini de beraberinde getiriyor.

Feminizme ihtiyaç duyulmayan, işçi sınıfının ağırlıkta olduğu bir kasaba doğup büyümüş olan yazar; bir kadın olarak ailesindeki konumu ve bunun toplumsal cinsiyet rolleri üzerine güncel düşünceleriyle ilişkisini masaya yatırıyor mesela yer yer. Söyleşide, otobiyografi türünde yazmanın ve hatıraları ortaya dökerek politik bir anlatı yaratmanın, daha çok kadın yazarların tercih ettiği bir yöntem olduğundan bahsedilmesi; yazarın da “kadınların -hele ki o dönemin şartları gereği- kendi geçmişleri ile daha bütünleşik bir ilişki kurmak durumunda olduğuna” katılması, bu sahnelerin varlığını daha da anlamlı hâle getirmekte.

Ekonomik refah döneminde ailenin burjuvaziye yükselmesi ve bu değişimin yarattığı çelişkilerle birlikte, zaman zaman yaşadığı (veya sadece ziyaret ettiği) farklı ülkeler üzerine gözlemlerini de paylaşıyor bizlerle Ernaux. Marksist devlet başkanı Salvador Allende’nin yönettiği sosyalist Şili’ye duyduğu meraktan, Maocu rejimin hüküm sürdüğü Arnavutluk’a biraz da mecburi ziyaretinden, turistlerin “güvenli bölgelere” kapatıldığı Fas tatil beldelerindeki sömürgeci yaklaşımdan uzun uzun bahsediyor. Ziyaret ettiği Rusya, İngiltere, Almanya, Korsika, Portekiz ve İspanya’nın da anıldığı bu kısımlar; yazarın güçlü anlatımı ve bakması keyif veren arşiv görüntüleriyle bir paket olarak sunuluyor. Gezilere paralel şekilde, ailenin yaşamına dair son güncellemeler de izleyiciyle paylaşılıyor ve bir kez daha “kişiselin, toplumsaldan azade olmadığı” bir yaklaşım benimsenmeye çalışılıyor. Çocuklar büyürken, Annie ve Philippe arasındaki boşluk da büyümeye başlıyor.

Her ne kadar kamera sadece mutlu anları çekmeye programlansa; kadrajda dünya turları, aile ziyaretleri veya kutlamalar bulunsa da Annie Ernaux ısrarla görüntülerin ardındaki kusurların farkımıza varmamızı istiyor. Sistematik olarak imajların büyüsünü bozuyor, gülen yüzlerin ardında gerçekte neler olup bittiğini dillendiriyor. Film de elini en çok bu anlarda güçlendiriyor.

Asla iki kere göremeyeceklerimiz

2000’lerin başında Kürtaj‘la ilk kez Türkçeye çevrilen yazarın üretimlerine yakın geçmişe kadar aşina olmadığımı, son iki senede Can Yayınları etiketiyle yayımlananlar arasından Babamın Yeri’yle kendisiyle tanıştığımı söyleyerek günah çıkarmalıyım. Ne var ki bir ön hazırlık olarak hafıza üzerine düşüncelerini, bu mefhum üzerine bir külliyat yarattığı bilmek de yeterli gibi.

Söyleşide anlattıkları, Les Années Super 8 ve edebiyatının aynı yerden beslendiği üzerine bir itiraf olarak da ele alınabilir. Yazmanın daha bireysel bir eylem olması lakin film yapmanın -kolektif doğası gereği- apayrı bir üretim biçimi gerektirdiği hatırlatarak; yazarın bu fark üzerine düşüncelerini merak eden bir izleyici vardı. Fiziksel açıdan yalnız kalmayı gerektirse bile Annie Ernaux ortaya çıkan yazınsal her ürünü kolektif hafızanın bir ürünü olarak görüyor; farklı disiplinlerdeki yaratımlar arasında sadece biçimsel tercihlerin meydana getirdiği farklar olduğunu düşünüyor. Filmin, “kendimizi tanımanın, geçmişi nasıl gördüğümüzle ilişkili olduğundan” bahseden Ernaux romanı Seneler ile ciddi parellikler taşıdığını düşünenler oldukça fazla, bu arada.

Neden bu tema etrafında dolandığı -ve hatta belki de bu filmin neden yapıldığı-, belgeselin bir sahnesinde, oğlunun doğum günü pastasındaki mumları üflemesi üzerine Annie Ernaux’nun söylediklerinde yatıyor sanki. Bu kutlamanın bir kez yaşandığı, tekrarının olmayacağı gerçeğini hatırlatıyor kendisine. Super 8 kamerayı “asla iki kez göremeyecekleri bir şeyleri yakalamayı umarak” satın aldıkları bilgisi de aktarılıyor. O dönem oldukça pahalı olan bu arzu nesnesini, bulaşık makinesi ve hatta renkli televizyondan bile daha çok istemelerinin altında yatan sebep; fani yaşamlarımızdaki en bilindik dürtülerden biri, bir şeyleri ölümsüzleştirme çabası muhtemelen. 60 dakikalık akış boyunca, perdeye yaklaşsanız dokunabileceğiniz kadar yakın fakat imkânsızca bir o kadar da uzak imajlar silsilesini, hatırlamanın ve anlamlandırmanın bir aracı olarak kullanıyor anne – oğul. Yaşamak seneler sürüyor, hatırlaması bir an.

*Söyleşi notları için Esin Çalışkan’a teşekkürlerle.