Arşivden: Kasetleri unuturken

Bant’ın Şubat 2007’de yayımladığımız 29. sayısının konusu “Kasetleri Unuturken” idi. Hatta okuyucularımıza dergiyle birlikte birer kaset de hediye etmiştik! Bu sayıda işlediğimiz dosyadan Doruk Yurdesin’in hazırladığı “Kasetlerin evrimi” ile “Kasetleri unuturken” ve Ulus Atayurt’un hazırladığı “Bir sokak gerillası olarak kaset” yazılarını sizin için arşivden çıkardık, aşağıya yapıştırdık. Kaset teknolojisinin adım adım gelişiminden kendi çekme kaset tarihimize, romantik klişelerden Stabilo ile kaset sarma günlerine, işte kaset nostaljimiz.

İllüstrasyon: Cem Dinlenmiş (İllüstrasyonun tamamını aşağıda bulacaksınız.)

Kasetlerin Evrimi

Yazı: Doruk Yurdesin

Edison’un ortaklarından Oberlin Smith, 1888’de Electrical World dergisine yazdığı makalede, mıknatıs ve demire bulanmış şerit bantların kullanıldığı magnetik kayıt sistemlerini anlattı. 1898’de Valdemar Poulsen magnetik okuyucuların patentini “telegrafon” ismi altında aldı ve 1900’de Paris Fuarı’nda Avusturya İmparatoru Franz Josef’in konuşmasını kaydetti. 1923’de Fritz Pfleumer ince kağıt şeritlerini manyetize edici kimyasallara batırarak birçok yeni aygıtın icadının yolunu açtı.

1935’de Alman Radyo Sergisi’nde BASF ve AEG, Magnetofon-K1 adlı kitle üretimine uygun ilk bant kayıt cihazlarını sundular. Cihaz AEG tarafından üretilirken, bantları BASF sağladı. İlk bant kaydı, AEG’nin Magnetofon K-3 cihazına 19 Kasım 1936’da BASF tarafından krom oksit magnetik malzemenin tanıtımı amacıyla düzenlenen, Londra Filarmoni Orkestrası’nın Ludwigshafen’deki fabrikadaki konserinde yapıldı. O tarihten sonra bantların dış etkilerden korunması çeşitli kaset-kartuş sistemleriyle sağlandı.

Bugün bildiğimiz formatıyla kasetler Philips tarafından “Compact Cassette” alameti farikasıyla Avrupa’da 1963’de, ABD’de 1964’de piyasaya sürüldü. Ancak 1966 yılına kadar standardizasyonu sağlanamadı. Diğer kaset-kartuş sistemlerinden daha popüler olmasının en önemli sebebi, Philips firmasının bu formatın üretimi için, hem de Sony’nin aksi yönde zorlamalarına rağmen, telif ücreti talep etmemesiydi.

Kasetlerin müzik kayıtları için daha fazla kullanılması, 1971 yılında dip gürültüsü seviyesini azaltan Dolby sistemlerinin ve BASF firmasının icadı krom dioksit (CrO2) bantların sayesinde oldu. 1 Temmuz 1979’da TPS-L2 modeliyle piyasaya çıkan “Sony Walkman”lerin 1980’lerde yaygılaşmasıyla beraber kasetler en önemli portatif müzik aracı haline geldiler.

Teknik avantajlarının yanı sıra kasetlerin kolayca çoğaltılıp taşınması tarihteki önemli toplumsal değişimlerde de rol oynadı. Pop müziğin Demir Perde ülkelerine girişinde, bu ülkelerdeki gençlerin batı kültürüyle haşır neşir olmasında, kasetlerin önemi büyüktü. İran’daki İslam Devrimi öncesinde, sürgündeki Ayetullah Humeyni’nin şah rejimi aleyhindeki vaazları da halka bu şekilde dağıtıldı. Devrimden sonra ise aynı ülkeye batı müziğinin girişi bu yolla sağlandı.

Ucuzlukları ve korsan üretime izin vermeleri sebebiyle özellikle Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yaygınlaşan kasetler, örneğin Hindistan’da geleneksel yaşam biçiminin yaygın olduğu bölgelere dünyevi unsurların girmesini sağladıkları için muhafazakârların tepkilerini üzerine çektiler. Bugün Hindistan’da 80 milyonluk ve Türkiye’deki 88 milyonluk “resmi” satış rakamları, bu ülkelerdeki toplam müzik satışlarının %50’sine denk geliyor. Suudia Arabistan’da ise kasetler, müzik piyasasındaki satışların %70’ine sahip.

Kaset satışları altın çağını 1980’lerin ortasında yaşadı. 900 milyon adetlik satış, dünyadaki tüm müzik formatlarının %54’üne denk geliyordu. Kasetlerin satışları İngiltere’de en yüksek seviyeye 1989 çıktığında yıllık satış 83 milyondu. 2005 itibariyle aynı ülkedeki kaset satışı 900 bin; tüm satışların %4’ü…

Kasetlerin bugün en kullanışlı olduğu alan sesli kitaplar. 1975 yılında Bogotá’da, Kolombiyalı yazar David Sánchez Juliao’nun “¿Por qué me llevas al hospital en canoa, papá?” (Neden beni kanoyla hastaneye götürüyorsun baba?) adlı kitabına yaptığı kayıt ilk sesli kitap oldu. Sesli kitaplarda ses kalitesi beklentisinin ön planda olmaması ve maliyetinin de düşüklüğü, yarı-hızlı kullanıma da izin veren bu formatın bugün halen bu piyasaya hâkim konumda olmasını sağlıyor. “Da Vinci’nin fiifresi” gibi bir kitap İngiltere’de 60-70 binlik satış rakamına ulaşabiliyor.

Kasetler ve magnetik bantlar bugün halen bazı prodüktörlerin kayıtta birinci tercihi. Bu alana yatırımların sürmesinin en önemli örneği, Imation firmasının 2002 yılında magnetic bantların kayıt kapasitesini yükseltme üstüne araştırmaları için Amerikan Standartları ve Teknolojisi Enstitüsü’nden aldığı 11,9 milyon dolarlık bağış.

Bazı müzisyenler sanatsal kaygılarla, hi-fi konusunda hassas olan dinleyiciler de analog ses zenginliği sebebiyle kasetleri tercih ediyor. Nitekim, özellikle Type IV kasetler ses kalitesinde ve dayanıklılık konusunda yenilikler sunmaya devam ediyor. Type II kasetler CD kalitesinde kabul edilirken, Type IV’lerin ses kalitesi CD’lerden daha üst seviyede. Hatta Sony’nin bir dönem çıkarttı.ı “CD-IT” tipi kasetlerden Type I olanları da bu tür kasetlerin CD kalitesine ulaşan ender versiyonlarından.

İlk magnetik bantlar gamma ferrik (demirli) oksitti (Fe2O3). BASF’ın 1970’lerin başında sunduğu krom dioksit (CrO2) kasetlerden sonraki en önemli gelişme TDK’nın vinil plaklardaki ses kalitesine yaklaşma iddiasıyla sunduğu sentetik magnetit (Fe4O3) kasetlerdi. 1974’de piyasaya sürülen kobalt alaşımlı demir oksit (Avilyn) kasetler bu alanda başarı sağladı. Saf metalden oluşan “Metafine” alameti farikalı 3M firması mahsulü kasetler piyasaya 1979’da çıktı. Bugün kullanılan “Normal” ve “Chrome” kasetler, değişik oranlarda demir oksit ve kobaltın karışımından üretiliyor.

Bugün en yaygın kullanılan kasetler Type-I standardıyla tanımlanan demir oksit bantlardır. Krom ve kobalt alaşımlı bantlar Type II, oksit formüllerle üretilmemiş metal kasetler ise Type IV olarak anılırlar. Sony’nin bir dönem ürettiği, demir oksit ve krom oksiti bir arada kullanan çift katmanlı (ferrichrome) Type III olarak anılan kasetler ise 1970’lerde kısa bir süre piyasada kalmış, sonra ortadan yok olmuştur.

İlk kaset çalarlarda, kaset yuvası ve hoparlör teybin üstü kısmında yer alıyordu. Kaset yuvasının ön kısımda yer aldı.ı teypler ise önemli bir gelişme olarak kabul edilmişti. Bunlardan “boom box” olarak anılan, yüksek ses veren, hoparlörlerin teybin üzerinde yer aldığı modeler 1980’ler boyunca şehir ve getto kültürünün simgesi oldu.

Kaset çalarlar aynı zamanda “play”, “stop”, “fastforward”, “rewind”, “record” gibi sembolleri de beraberlerinde getirdiler. Kaset çalarlardaki ilerlemenin üst seviyeye çıktığı yıllar tabii ki 1980’lerdi. “Auto-reverse” sistemler, kasetten kasete kaydı kolaylaştıran çift çalarlı teypler hep bu dönemde çıktı.

“Auto-reverse”, dinleyicinin kaseti çevirmesine gerek bırakmadan, motoru ters döndürerek kasetin diğer yüzünün dinlenmesini sağlıyordu. Bu sistem araba teyplerinde de hemen uygulanmaya başlandı. Ancak motorun farklı yönlerde dönerken eşit hızları kullanmaması (kafa ayarı), silme ve kayıt gibi eklemlerin çifter yapılması, dolayısıyla da küçülmesi gibi sorunlar çıkardı. Bu sorunları Nakamichi firması, kaseti tamamen gövdenin dışına çıkararak ters çeviren sistemi piyasaya sürerek halletti.

Araba teyplerinin gelişmesi fazla sürmedi. Popüler araba markalarında 1930’lardan beri radyo bulunmaktaydı. (İlk modellerinden biri “motor” ile ses için kullanılan “ola” ismini birleştiren Motorola’ydı.) Sonra Blaupunkt ve Crossley markaları geldi. Motorola, 1950’lerde Crysler marka arbaların içine 45’lik çalarları yerleştirdi. Philips kasetler ortaya çıkar çıkmaz, kaset çalarlar araba radyolarının parçası haline geldi.

Floppy disklerin (disket) 1980’lerde yaygınlaşmasına kadar kasetler bilgisayar verilerinin saklanması için kullanıldı. Commodore, Sinclair gibi ev modellerinde veriler bilgisayara kaset çalarlardan aktarılırdı. 1984 yılında, Sinclair’in de üreticisi olan Amstrad firması kaset yuvasının klavyenin üstünde yer aldığı modelleri piyasaya sürdü.

1980’lerde kaset satışlarının plakların çok üzerine çıkmasıyla “single”lar da kaset olarak üretilmeye başlandı. İlk “cassingle” Bryan Adams’ın 1987’de piyasaya çıkan “Heat of the Night” şarkısıydı. Tek şarkılık kasetler önceleri karton kapaklar içinde sunuldu. Sonradan çıkan, daha çok şarkının yer aldığı “maxi-single” formatıyla beraber bunlar da kaset kutularının içine konulmaya başlandı.

Yaşanan düşüşe karşılık boş kasetlerin halen piyasada yeri var. On yıl önce yılda 350 milyon boş kaset satan Maxell firmasının geçen yılki satışı 130-140 milyondu.

Mikrofonun kaset çaların üstünde yer aldığı basit modeller, ev kayıtlarının ilk örneğiydi. Daha kaliteli kayıtlar 1980’lerde Tascam firmasının piyasaya sürdüğü dört ve sekiz kanallı Portastudio modelleriyle mümkün oldu. Her kanalın ayrı kullanılabilmesiyle amatör çok-kanallı kayıtlar ortaya çıktı ve “dubbing” yaygınlaştı.

Kasetlerle yaygınlaşan evde kayıt yapılabilme ve başkalarının kayıtlarını kolayca çoğaltabilme imkânları elbette ki müzik endüstrisinde paniğe yol açtı. “Home Taping Is Killing Music” (Evde kayıt müziği öldürür) gibi sloganlar ve çeşitli davalarla ortaya çıktılar.

Bunun müziği nasıl “öldürebileceği” tam anlaşılamamakla beraber davaların çoğu da teyp üreticilerinin lehine sonuçlandı. Bu akımın tersine hareket eden bazı firmalar da oldu. Island Records, bir yüzünde albüm kayıtlı olan, di.er yüzünyse kullanıcının başka kayıtlar yapabilmesi için boş bırakılan “One Plus One” kasetleri piyasaya sürdü.

“Home taping is killing music” slogan bolca karşıtını üretti tabii ki. The Ex, cümle sonuna “zaten zamanı da gelmişti” ekledi, slogan “Home Taping Is Killing Music, and It’s About Time Too!” oldu. The Dead Kennedys, 1981 yılındaki albümleri “In God We Trust”ı, “Evde kayıt büyük şirket kârlarını öldürüyor. Bu yüzü boş bıraktık ki yardım edin” ibaresiyle tek yüzü boş yayınladı. Kasetin, çoğu kayıt cihazıyla uyumsuz olması ise işin ironisiydi. “Home Taping Is Making Music” sloganı (Evde kayıt, müzik yapmaktır) Peter Principle’ın 1988 yılı albümü “Tone Poems”in arka yüzüne yapıştırılmıştı. San Diego’lu punk grubu Rocket from the Crypt ise üzerinde “Home Taping Is Killing The Music Industry: Killing Ain’t Wrong” (Evde kayıt müzik endüstrisini öldürür: Öldürmek yanlış değildir” yazılı tişörtler bastırdılar.

“DRM Is Killing Music; And It’s a Rip Off” (DRM müziği öldürür; ve insan kazıklamaktır) sloganı ise, Digital Rights Management (Dijital Hak Yönetimi) adı verilen, bazılarınca da Digital Restrictions Management (Dijital Sınırlama Yönetimi) denen, yayıncı ve telif hakları sahiplerinin dijital verileri kullananları kontrol edebilmesini savunan yasaya karşı üretilmiş bir kampanya.

Aynı şekilde, kaset kayıtlarının ünlü gruplarının konserlerinin izinsiz kaydedilip çoğaltılmasına izin vermesi bazı grupları harekete geçirirken, Grateful Dead gibi karşıt-kültür akımına dahil gruplar bu kayıtları teşvik ettiler. Plak firmalarına dahil olmayan grupların kolayca kayıt yapabilmeleri ve da.ıtabilmeleri de punk akımındaki DIY (Do It Yourself – Kendin Yap) eti.ininin bir devamı olan “Kaset Kültürü” dönemini başlattı. Plak dükkânları da kanunların etrafından dolaşmak için yeni yollar buldu. Örneğin İngiltere’de bir müzik dükkânının kaset çoğaltması yasaktı ama kaset kiralayıp boş kaset satması yasak değildi. Zamanla bunlara karşı da önlemler getirildi.

Müziği Evde Kayıt mı Öldürüyor?

45 ve 90 devirli plakların kendilerinden önceki taş plaklar ve 78 devirli plaklara göre kolay taşınabilir olmasının da avantajıyla 1955-1960 yılları arasında müzik satışları ikiye katlandı. Popüler müzikte 1960’lı yıllarda yaşanan patlama ve 1970’lerde kasetlerin satış ve dinlemeyi daha da kolaylaştırması düşünülürse, satışların kat be kat artması normaldi ve öyle de oldu. Ancak müzik şirketleri zarar etmeye başladılar. Daha 1963 yılında bile ABD’de albümlerin % 61’inin zarar ettiği açıklandı ki, o dönemde bir albümün masraşarını çıkarması için 7.800 satması yetiyordu. Bu rakam 1975’de 61.000’e çıktı ve albümlerin %77’si zarar etmeye başladı. O zaman ev kaydı diye bir şey henüz yaygınlaşmamıştı. Zararın en büyük sebebi, şirketlerin yıldızlara harcadığı milyonlarca dolar yüzünden albüm maliyetlerinin yükselmesiydi.

Bir sokak gerillası olarak kaset

Yazı: Ulus Atayurt

Bilirsiniz, İngilizce “tape” (yani, bildiğimiz teyp) aslında bant demek. Fiil olarak kullandığımızda ise anlamı “kayıt etmek”. Bu sözcük, kayıt teknolojisinin miladı olmasa da, aslında bu alanda o kadar çok kullanılmış ki -gazeteciler, ev müzisyenleri ve tabii ki ucuzculuğa iteklenmiş tüm alt kültürler- genel geçer bir fiil olmuş. Şimdilerde bile “CD’yi yakmak”tan ziyade “kaydetmekten” bahsediyoruz.

Murat Meriç’in Türkiye müziğinin efsanevi prodüktörlerinden Nino Varon ile yaptığı söyleşiden öğrendiğimiz üzere, üstad Odeon’un başındayken Türkiye’ye getirilecek plakların seçiminden mesuldü ve o zamanın genel müzik istikametinin aksine hamlelerle Türkiye’nin dört bir köşesinde Def Lepppard, Nazareth gibi grupların dinlenmesine vesile olmuştu. (Burada, yazının konusu olmasa da Türkiye popüler müziğine bu kadar katkı yapmış bir şahsiyet bu kadar kıyıda kalırken, ABD’de medarı iftaharımız olmak dışında müziğimize bir katkısından haberdar olmadığımız Ahmet Ertegün’ün niye yere göğe sığdırılamadığını da sormakta fayda var.) Plak öyle çok ucuz bir şey değildi. Gerçi 45’lik denilen mefhum, popüler şarkılara ulaşılmasını görece kolaylaştıran bir unsurdu, ancak sıkı bir müzik arşivine sahip olmak için örneğin orta sınıf bir aileye mensup bir öğrenci olmaktan daha fazlası gerekiyordu.

İşte İstanbul’da, aşağı yukarı 80’lerin ortasında ufak çaplı bir “çekim kaset” kültürünün yeşermesi, bu orta ve alt sınıf ailelere mensup orta ve lise öğrencileri arasında hızla gelişen bir alternatif müzik dolaşımına ön ayak oldu. Aslında işi İstanbul ile sınırlayıp haksızlık etmeyelim, zira Türkiye’nin neredeyse her yerinde bu tarz bir eğilim vardı. Hatta Roll’un editörlerinden Merve Erol ya da popüler müzik araştırmacısı Murat Meriç’ten öğrendiğimiz kadarıyla kaset kayıt kültürü İzmit’te de bu yaşlardaki birçok genci besliyordu. Ne gariptir ki, böyle bir geleneğin yeşermesinde Batılı plak şirketlerinin kaset fiyatlarını yüksek tutmasına biat eden, ülkenin ortalama gelir düzeyine göre yeterince ayarlama yapmayan yerel büyük şirketlerin de oldukça katkısı oldu. Ne diyelim, fikirlerine sağlık. Biz işin İstanbul kısmını bildiğimiz için sokak kasetçiliğinin buradaki seyrine bir göz atalım.

İstanbul kayıt kasetçiliğinin Avrupa yakası ayağında iki önemli şahsiyet temayüz eder. Şimdilerde Anadolu yakasındaki dükkânında müzik ile iştigal etmeye devam eden Zihni ve şehrimizin duayen DJ’lerinden, an itibariyle Beyoğlu’nda bir dükkânı bulunan “detone” lakaplı Deniz. Bu iki müzik erbabından birinin müşterisi olan genelde diğerinden fazla alış veriş yapmazdı. Bunun nedeni ise sıradan bir “takım tutmak” mantığıyla açıklanamaz. Zira, iki kasetçi de sattıkları ürünlerle ve müşterileriyle samimi bir bağ kurardı. Şimdi artık “mega müzik store”larda çalışanların isteseler de altından kalkamayacakları bir durumdur bu. Piyasaya emanet edilmiş müzik dükkânlarında en çok satacağı düşünülen müzikler kulakları ince bir müzik zevkine sağar edecek kadar tekrar tekrar çalınmakta. Biz, orada çalışanlar ve müziğin arasında, dedektörler ve orada bir yerde saklandığından emin olduğumuz takım elbiseler mevcut. Oysa Zihni ya da Deniz’in müşterisi olmak, onlar tarafından müzik zevkinizin takip edilmesi anlamına gelirdi. Sıklıkla gittiğiniz bir balıkçıda sevdikleriniz arasından en tazesinin usulca kulağınıza fısıldanması gibi, onlar da sizin meşrebinize en uygun müziğin seçiminde işlerinin ehliydi.

Biz “Zihniciler”dendik. Teşvikiye Camii’nin bahçe parmaklıklarının önünde, Rumeli Caddesi’nin üzerindeki tezgâhına yaklaşırken keşfedeceğimiz yeni müziğin heyecanı yürekleri pır pır ettirirdi. Zihni ticarete Beyazıt’da kamyon ile kitap satarak başlamış, sonra da müzik severliğini tezgâhtarlığıyla birleştirip Teşvikiye’yi mekân edinmişti. İlk önce sadece hafta sonu öğle civarında bulurdunuz onu. Sahte samsonite bond çantasıyla gelir, çantayı açınca sırları yukarı dönük, üzerlerinde kendi eliyle

yazdığı albüm isimleri gözüken kasetler zahir olurdu. Olmasıyla beraber de orada öbeklenmiş bir düzine müşteri kasetleri kapışır, o da çantasını kapatıp evine, yeni kasetler kaydetmeye dönerdi. Zamanla, sabit bir tezgâha sahip olacak sermayeyi denkleştirdi. Böylece ona olan ziyeretlerimizin de arası sıklaştı, okul çıkışlarının bıkkınlığını umut dolu bekleyişlere evriltti.

Henüz Pixies, Skinny Puppy, Curve, Minor Thread ya da Nick Cave ülke semalarını ziyaret etmemişti. 80’lerin ortasındaki makbul malzeme Croner, Mekong Delta, Kreator, Judas Priest ve daha yumuşak muadillerinden müteşekkil bir “ağır” alemdi. Ancak Zihni bunları çekerken, araya örneğin The Smiths, New Order, C.A.R.T.E.R koymaya meylettiğinde müşterilerinin bir kısmı bunu mutlulukla karşılamakta geç kalmadı. Zihni’den biraz yukarıda Işık Lisesi’nin önünde tezgâh açan fieref ise eski usül ağır muhteviyata sahip çıkarak giderek marjinelleşti.

Zihni’nin tezgahı büyüdükçe Teşvikiye mahallesine yayılış tarzımız da farklılaştı. Artık Zihni kadar ‘billboard’ ötesi müziklere hakim Ferruh da tezgahta mürşitlik yapıyor, hatta be hatta yağmurlu, karlı günlerde Zihni’nin yakında tuttuğu bir bodrum katındaki deposunda faaliyete devam ediliyordu. Bu depo sadece kaset değil, envai çeşit plak ve dergi de barındırdığından gözümüzde Platon’nun mağarasından doğallıkla daha değerliydi. Zihni ile dostluğu ilerletenler okulu kırdıkları günlerde yine civardaki evine de uğrarlardı. CD’den önceki devirde buradaki küçük bir odada takriben yedi-sekiz double deck (çiftli kaset çalar) mütemadi olarak kayıt yapardı. Bu kayıtlara göz kulak olurken, Zihni’nin artık binlerle ifade edilen arşivinde ufuksuz bir yolculuğa çıkabilirdiniz.

Kaset devri bittiğinde Zihni CD’ye geçti; biz de brit pop ve shoegazing alemlerine bu aynalı cihazlarla girdik. Ancak şimdilerde 30’larında olan tüm bir nesil, bu kasetler tarafından birbirine “bantlandı”. Aynı dönemde İngiltere’de, punk camiasında, dinleyicileri yaptıkları müziklere daha kolay ulaşsın diye müzisyenlerin plak yerine kaseti tercih ettiklerini ise biraz İngilizce okumayı becerdiğimizde Melody Maker’dan öğrenmiştik. Muhalefet kendine en uygun medyumu doğallıkla buluyormuş. Şimdi de sanatın her dalında benzer bir başkaldırıya ihtiyaç duyuyoruz. Örneğin, Yapı Kredi telifini elinde bulundurduğu şairlerin şiirlerini internette yayınlayanlara ağır davalar açmaya hazırlanıyormuş. Daha kaydedilecek çok şey olduğuna dair pek şairane olmayan, ancak mühim bir işaret. Medyum değişir, iletişim isteyenler baki kalır.

Kasetleri unuturken

Yazı: Doruk Yurdesin – İllüstrasyon: Cem Dinlenmiş

Siidi de ne yahu? dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Oysa kaset hiç “ortaya çıkmadı” benim için. Yürümeye başladığımda üzerine bastığım ilk şeyler arasında evdeki kasetlerden biri olması muhtemeldir. Müzik dinlemenin, TRT FM ile beraber, en doğal yoluydular uzun yıllar boyunca… İşte sonra CD’ler geldi, evde giderek daha az ihtiyaç duyulur oldular; mp3’ler de geldikten sonra işlevsiz görüntüleriyle odada yer işgal eden bir takım kutulara indirgendiler. Yakın bir zamanda da, başka bir şehirdeki başka bir evin tavanarasına doğru kutular içinde yola çıkıp gittiler. Kendi adıma, birkaç yıl önce son araba kullandığım gün, aynı zamanda benim kendi başıma teybe kaset koyup dinlediğim de son gündü.

Yer darlığının getirdiği bıkkınlığın acelesinde altı yüzden fazla kaseti üçer beşer yerleştirirken, Rob Fleming (hani şu “High Fidelity” kitabında kafasını meşgul etmek için binlerce plağını otobiyografik, yani koleksiyonuna kattığı tarihlere göre dizen takıntılı kahraman) misali her birini ne zaman aldığımı ya da ne zaman doldurduğumu hatırladığımı farkettim. Küçükken kasetleri bulmak zor işti çünkü. Haberi, hatta klibi gelir, kendisi gelmezdi. Aynı kaseti defalarca sorduğun kasetçiler sana deliymişsincesine bakarlardı. Aynı şekilde, bir başkasından kaset doldurtmak da plan program işiydi: Ismarlayacaktın, birkaç gün sonrasına sözleşilecekti falan filan. Kopyalamak zaman isteyen bir işti. Altmış dört hızla yazılmazdı; doksan dakika beklemek gerekiyordu. Bir ara hızlı kopyalayabilen teypler de çıktıydı ama pek de güven telkin etmediler.

Romantik klişeler

Madem hem “High Fidelity”den hem de kopyalamaktan laf açıldı, kasetlerin romantik klişesi “karışık kasetler”i hatırlamadan geçmeyelim. Bu çabanın yazın dünyasında yer almasını sağlayan Nick Hornby, gönül çelmek için yapılan karışık kasetler için ne diyordu?

“…Benim için kaset doldurmak mektup yazmak gibidir – habire silinir, üstünde düşünülür, baştan başlanır. (…) İyi bir toplama kaset, ayrılık gibidir, zordur. Fırtına gibi girmelisiniz ki dinleyenin dikkati dağılmasın… Sonrasında biraz hareketlendirmeli ya da sakinleştirmelisiniz; siyahi müzikle beyaz müziği arka arkaya koyamazsınız, ya da beyaz müzik siyahi müzik sedasında olmalı; ve aynı müzisyenden iki şarkıyı da arka arkaya koyamazsınız, ya da diğerleri ikişerli konulmalı… Of, bir sürü kuralı vardır.”

Bunlara birkaç kural daha ekleyelim: Kaset sonunda boşluk bırakmak istemiyorsanız, hassas hesaplar yapmanız gerekir. Bütün kaynak kasetlerin üzerinde şarkı süreleri yazmadığı için onlar tek tek dinlenip, elde kâğıt kalem, süreleri not alınır. Bu süreçte tuvalete bile gidilmez,  çünkü sonunu bir kaçırdın mı şarkıyı yeniden dinlemek zorunda kalırsınız. Sonra bir de toplama çıkarma yapmak gerekir; dakika saniye toplama çıkarması da zordur hani. Hesaplardaki ufak bir şaşma kasetin sonundaki üç dakikalık bir boşluğa sebep olur. İnce ton-ritmuzunluk hesaplarıyla şarkıların yerleri değiştirildikten sonradır ki, kaseti kaydetme işine girişilir. Tam mesai gerektiren bir iş…

İşin en sonu, en dikkat toplanması gereken yerdir. Etiketin özenle kasetin üzerine yapıştırılması, yazıların hatasız yazılması… Biraz eğrilik anlayışla karşılanabilir, çünkü zaten ilk piyasa kasetlerin etiketleri de öyleydi. Bazıları kısa zamanda kasetten ayrılırdı. Bir de kasetin üst kısmından, kasete kayıt yapabilmek için kopartılan kulakçıkların yerine bir bant filan yapıştırmak lazımdı ki, emekler silinip gitmesin bir dalgınlık anında.

Bilgisayarda kaset devri

Evde kendince yapılan toplama kasetlerdeki kadar hassasiyetle olmasa da, yerli kaset albümleri piyasaya süren şirketler de kasetlerin sonunda boşluk kalmasın diye bir takım değişik işler yaparlardı. İlk zamanlar albüm süresine uygun kaset üretim yapılmadığı için, onlar da 46’lık, 60’lık kasetlere doldururlardı çünkü kasetleri. Bunun için bazı kasetlerde albüm sıralaması değiştirilir, bazılarının sonuna aynı müzisyenin başka albümünden şarkılar konulurdu. Bu sonradan eklenen şarkılar kapakta yer almazdı, şaşırırdınız. “The Dark Side of the Moon” gibi bir “concept” albümün ilk yüzünün son şarkısını yıllar boyu başka bir şey zannetme tehlikesi ise her zaman vardı.

Uzun yıllar (aslında beş yıl bile değil; o zamanlar yıllar daha yavaş geçerdi) bilgisayar oyunlarını kasetlerden yükledik: Sinclair’i olanlar ayrı bir kaset çalardan Commodore’u olanlar bilgisayarın kendi teybinden… Başkasının bilgisayarında çalışan oyun sizinkine yüklenemezdi bazen, “erör” verirdi. Bir an önce oynamaya başlama heyecanını kursakta bırakan bu durumda, “kafa ayarı” diye bir şey yapmak gerekirdi; ince uçlu tornavida, çivi, ya da benzeri bir şeyle. Bozulan yayını düzeltmek için dama çıkıp anteni döndürmekle aynı mantık… Daha kapsamlı bir kafa ayarı, müzik kasetlerinin doğru kaydedilebilmesi için de gerekliydi. Hız farkı olan iki kaset çalarla kopyalanan kaset, gitarınızın akorduna uymayabilirdi çünkü. Bir de kafa ayarıyla mı yoksa kaset kalitesiyle mi alakalı olduğunu bir türlü çözemediğim bir başka sorun vardı: Şarkı boşluklarında, hatta bazen şarkı içinde, derinden derinden, kasetin arka yüzündeki şarkıyı tersten duymak. Gece karanlığında ve sessizliğinde müzik dinleme keyfini kaçıran bir sorundu.

İnce detaylar

İstediğin şarkıya almak değil belki ama şarkı içinde ileri-geri almak, istenilen noktayı bulmak daha kolaydı kaset çalarlarda. Bu, özellikle şarkıyı çalıp söylemek üzere şarkının akorlarını “çıkarmaya” çalışanların işine yarıyordu; yanlış bir dokunuşta hop diye şarkının başına dönmezdiniz. Bir de, iki hafta ellemesek kaseti, “nerde kalmıştık” misali kaldığımız yerden devam edebiliyorduk. Ama kasetlerini korumak konusunda takıntılı olanlar ve ödünç vermekte zorlananların da en büyük kâbuslarından biri buydu. Çünkü kasetler o şekilde bırakıldığında, şeridin açıkta kalan noktası hayli yıpranır, bu da sevgili kasetlerimizin boğuklaşmasına sebep olurdu. Ödünç kitabın köşesi kıvrılmış sayfalarla geri gelmesi kadar sinir bozucu bir durum…

İç kapakların yırtılması da bir o kadar ifrit edici bir şeydi titizler için. Çok açı kapayınca tırtıklı yerlerinden kopardı zayıf olanları. İlk piyasa kasetlerdeki tek sayfa iç kapağın böyle bir sorunu yoktu. Sonra giderek çoğaldı sayfalar. Hele Dire Straits’in seksenlerin sonunda çıkan “Money For Nothing” toplamasının kitap misali bir iç kapağı vardı ki, katla katla bitmezdi; ilk zaiyatım da olmuştu yanılmıyorsam. Oysa ilk çıkan piyasa kasetlerde şarkı isimleri kapağın arkasındaki dar kısımdan okurduk. İç sayfaya sonradan yazmaya başladılar da, şarkıların bestecilerini filan gördük. İnternet de yoktu o zaman; böyle bilgilere ulaşmak meşakkatli işti. O yüzden, sevdiğiniz bir ilk dönem piyasa kasetin plağına ezkaza rastlarsanız, gömülürdünüz içindeki bilgilere.

Kaset denince, kaset klişelerinden söz açılınca hemen herkesin aklına gelen şey walkman pillerinin daha uzun dayanması için kasetlerin kalemle çevrilerek döndürülmesidir. Bunun için en uygun kalemler altıgen sarı üstüne beyaz şerit köşeli “Stabilo”lardı. Her şey gibi Walkman dinlemenin de yasak olduğu yatılı okulda, etüt saatlerinde ve yatakhanede ufak kulaklıklar sayesind bir şekilde müzik dinlemeyi başaranları etüt abisine ya da kapı üzerindeki camdan içeriyi gözetleyen sinsi müdür muavinine yakalatan, istenen şarkıya ulaşmak ya da kaseti başa sarmak adına yapılan bu döndürme hareketi olurdu. Kasetin bu şekilde havalarda döndürülmesinin bir başka tehlikesi ise kasetlerin gevşemesiydi. He ilerde kasetin muhtemelen “sarmasına” sebep olurdu, hem de bantın darmadağın görünmesine yol açardı; estetik değildi. Kaset hastaları için göz yumulası bir hareket değildi yani; yapmadan önce iki kere düşünülürdü. Ha bir de… Videoların hızlı sarması bozuldu.unda aynı hareketi video kasette yapabileceğini zannedip de hüsran yaşamak, müzik kasetlerine artı puan kazandırırdı.

Çaresizlik ve zevk

CD’lerden veya plaklardan daha hassas değillerdi kasetler ama sağlam kabuklarını verdiği güven ve ufak tefek görünüşlerinin verdiği umarsızlık arası gelgitlerde çeşitli lakayıtlıklara, kırılgan şartlara maruz kalıp çabuk yittiler. Darbeye karşı diğer formatlara nazaran daha dirençliydiler, orası kesin. Isı içinse aynı şeyi söylemek zor. Cam önünde unutulup eğri büğrü olan kasetler bir yana, yaz sıcağında araba içinde bırakılan kasetler için gölge güneş farketmezdi. Formunu böyle talihsizce kaybeden kasetler için bir elektronik teknisyeni edasıyla kurtarma operasyonları düzenlenirdi. İnce tornavidalar ya da o anda el altında bulunan ince uçlu bir şeyle ufacık vidalar yerinden sökülür, kasetin içindeki bant hassasiyetle yerinden çıkarılıp, bir köşede duran bantı kopmuş ama kabuğu sağlam bir başka kasetin içine yerleştirilirdi. Kaset sıcakta fazla kaldıysa o da fayda etmezdi, artık içindeki müzik eskisinden de boğuk olurdu.

Onarımın yanı sıra teyplerin kafasını temizlemek gibi rutin bakım işler de vardı kaset dinlemek söz konusu olunca. Çünkü kirlilik de sesi boğuklaştırırdı. Temizleme işini kolonyalı bir kulak pamuğu da görürdü, satın alınmış bir kafa temizleyici kaset de… Kısacası, kolay bir iş değildi kasetle haşır neşir olmak. Ama hem başka çaremiz yoktu, hem de bir uğraş haline geldiğinden, zevkli şeydi.