Bant Mag. No:33'ten // Türkiye ve en çetin ceviz “izm”: Militarizm
Bu sene İletişim Yayınları’ndan Türkiye’de Militarizm: Zihniyet, Pratik ve Propaganda adlı kitabını yayımlayan Güven Gürkan Öztan’la militarizmin tanımı ve tezahürlerinden güncel siyasete…
Röp: 13Melek – İllüstrasyon: Sılacan Köseler
2009 yılında “Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası” isimli doktora tezini sunan ve o zamandan beri İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yardımcı doçent olarak görev alan Güven Gürkan Öztan’ı resmî ideoloji, milliyetçi akımlar, milliyetçilik-toplumsal cinsiyet ilişkisi ve militarizm gibi konulardaki dergi ve gazete yazılarından da takip etmekteyiz. Bu sene İletişim Yayınları’ndan yayımladığı Türkiye’de Militarizm: Zihniyet, Pratik ve Propaganda kitabını bahane edip kendisiyle militarizmin tanımı ve tezahürlerinden güncel siyasete uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kitabınızın hemen ilk cümlesinde, “Militarizm, ‘tanımlama problemi’ açısından belki de ‘izm’ler arasında en çetin cevizdir” diyorsunuz. Militarizm farklı ideolojik perspektifler tarafından nasıl tanımlanmakta ve siz militarizmi nasıl kavramlaştırıyorsunuz?
Militarizm, amalgam özelliğiyle tıpkı milliyetçilik gibi birçok başka ideolojiyle ittifak kurabildiğinden tanımlaması ve sınırlandırılması zor bir kavram. Sosyalistlerin, liberallerin ve elbette muhafazakârların militarizmi tanımlama biçimleri birbirinden epey farklı. Sosyalist literatürde militarizme dair çeşitlenen yorumların ortaklaştığı en belirgin nokta, militarizmi kapitalist devletin ayrılmaz bir parçası olarak görmeleri ve “burjuva militarizmi” ile meseleyi sınırlandırmaları. Bu çerçevede militarizm, daha çok devletlerarası emperyal mücadelenin ve kapitalist rekabetin bir enstrümanı olarak tanımlanıyor. Liberallerse ordunun “profesyonel alanını” aşarak başka sahalarda, özellikle de siyaset üzerinde “aşırı” etkide bulunmasını militarizm olarak tarif ediyor. Böylece militarizmi bir kez daha yerleşik ve düzenli silahlı kuvvetler olarak ordunun faaliyet sahasına indirgemiş oluyorlar. Ayrıca “aşırılık” militarizmi tanımlamak için oldukça muğlak bir ifade. Militarizm sadece özgürlüklerin militer yöntemlerle kısıtlanmasına indirgenemez. Muhafazakârlar içinse ulusal ordunun gücü ve büyüklüğü bizatihi gurur duyulabilecek bir şey. Onların militarizmden anladığı ordunun “müesses nizamı” alt üst edecek hareketlere girişmesi; daha doğrusu “devrimci” bir çizgiye kaymaları, yoksa militarizmin hiyerarşik yapısı muhafazakârların toplum ve siyaset tahayyülü ile oldukça uyumlu.
Ben militarizme daha sosyolojik bir perspektiften bakmanın ufuk açıcı olduğuna inananlardanım. Ordunun, ve tabiî sadece ordunun değil, müesses hâle gelmiş tüm silahlı güçlerin (ki bu gerilla faaliyeti yürüten bir örgüt de olabilir) yapısal özelliklerini ve buradaki değişimi asla göz ardı etmeden, merceği toplumsal ve kültürel yeniden üretim mekanizmalarına yönlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Militer değer, ritüel ve dünyaya hiyerarşik bakışın, toplumsal ve evrensel değerler üzerine konmasını hedefleyen her türlü mekanik, performatif ve kavramsal teşebbüs, benim bakış açımdan militarizmin kanlı denizinde yüzüyordur. Özetle şunu söyleyebilirim, militarizm sadece modern ordulara ve orduların siyasi öznelerle ilişkisine ait bir kavram değil; aksine, silahlı kuvvetleri egemenliğin esas taşıyıcısı ve sürdürücüsü olarak yeniden ve yeniden üreten sistemin ve onunla bütünleşik mekanizmaların belirgin bir özelliği.
“Küçük asker” şarkısından çok, klibinde asker selamı veren ya da kamuflaj pantolonla dans eden pop şarkıcısından etkilenen çocukların dünyasındayız artık.
Ortaya attığınız kilit kavramlardan biri “banal militarizm” terimi. Söylediğiniz gibi militarizmi daha ziyade askerî bir terim olarak algılıyoruz ancak militarist zihniyet ve tutumların gündelik sivil hayatın içine nasıl sızdığı da bir o kadar önemli. Banal militarizm terimini biraz açabilir misiniz?
Aslında bu kavramı Michael Billig’in “banal milliyetçilik” tanımına sırtımı dayayarak kullanıyorum. Billig, Türkiye’de düşünce çevrelerinde çok tartışılmayan ama bence oldukça kıymetli çıkarsamaların olduğu kitabında, banal milliyetçilik kavramını milliyetçiliğin gündelik hayat içinde fark edilmeden nasıl üretildiğini anlatmak için kullanıyordu. İlk bu konuyu çalışmaya başladığım andan itibaren Türk milliyetçiliğiyle birlikte militarizm için de benzer noktaları araştırmaya başladım. Militarizmin çağrışımsal dünyası oldukça geniş; bu nedenle de rutinin içine biz hiç fark etmeden sızabiliyor. Militarizmin performatif bir şekilde kamusal alanda tezahür etme biçimleri, örneğin resmî geçitler vb. değil benim kastettiğim. Çünkü bahsi geçen performanslar, genellikle takvimde işaretli zamanlar, ritüele dönüşmüş tekrarlar. Bugün de büyük ölçüde işlevselliğini kaybetmiş durumdalar. “Küçük asker” şarkısından çok, klibinde asker selamı veren ya da kamuflaj pantolonla dans eden pop şarkıcısından etkilenen çocukların dünyasındayız artık. Bunların ötesinde, militarist imgelemin bizim gündelik hayatımızın akışını değiştirmeyen ve fakat militarizmi yeniden üretmeye yarayan sosyo-psikolojik zemini diri tutan yönüne odaklanmaya çalışıyorum. Örneğin önünde durup bakmaya özel bir zaman ayırmadığımız, sadece yakınından geçtiğimiz bir asker anıtı, şehrin orta yerindeki bir askerî bölge, meydanda arz-ı endam eden askerî uçak ya da tank. Artık o meydanın ya da sokağın bir parçası olduğunu düşündüğümüz ve bunun için burada ne işi var sorusunu sormadığımız militer semboller… Yalnızca bu da değil tabiî, örneğin ana haber bülteni içinde yeni askerî teknolojileri tanıtan görüntüler, medyadaki savaş ya da silahlı çatışma temsilleri ve kullandığımız dile gömülü militarist izdüşümleri olan sözcük ve kalıplar. Bir iş için “seferber” olduğumuzu ya da “başüstüne” selam aldığımızı söylediğimizde bize gayet normal ve alelade gelen şeyler. Hattâ, “Emir erin mi var karşında” diye çıkıştığımız, yani sözcüğe pejoratif anlam yüklediğimiz zamanlarda da durum farklı değil.
Banal militarizmin gündelik hayattaki izdüşümlerini tespit etmek oldukça zor; zira bünyemizde “sakil” durmuyor, acayiplik hissi uyandırmıyor. Biz militer imgelerle karşılaşırken ya da onları kullanırken de aslen böyle bir amaca hizmet etmek gibi bir derdimiz olmadığından, kendi pratiklerimizi ve deneyimlerimizi eleştiri dışı bırakıyoruz. Banal militarizmle yüzleşmek için önce militarizmin sadece askerî vesayet demek olmadığını kabul etmek şart. Bir başka ifadeyle militarist patternlerin kılcallaşmış biçimleri üzerine daha fazla düşünmemiz, sonra da hem medyada hem de benzer popüler alanlarda bu konu özelinde izleme çalışmaları yapmamız gerekiyor.
Askerî vesayet kavramını nasıl tanımlamalı ve Cumhuriyet tarihinde nereye oturtmalıyız?
Askerî vesayet olarak tanımlanan şey aslında militarizm değil pretoryenizm; askerlerin kurumsal gücü ile sivil siyaset ve bürokrasi üzerinde yönlendirici olması. Bu durumun aslında çok temel iki görünümü var. İlki askerlerin belirleyici ve yönlendirici etkisinin yazılı olmayan biçimleri. İkincisiyse anayasa ya da yasalarla askerlerin sivil siyaset ve kurumlar içindeki rolünün güvenceye alınması. Birinci başlığın Türkiye’nin modernleşme tarihi boyunca farklı yoğunluklarda ama neredeyse süreklilik arz edecek şekilde sürdüğü açık. Askerler sahip oldukları psikolojik üstünlükle uzun süre sivil kişiler ve kurumlar üzerinde etkili oldular. İkincisiyse çok temelde 27 Mayıs 1960 askerî darbesi ile gerçekleşti ve sonrasında her askerî müdahale döneminde artan bir biçimde genişledi. Tek başına MGK’nın görev ve yetkilerinin 1960’tan başlayarak nasıl genişlediğini analiz etmek dahi bu süreci görmek için yeterli. Soğuk Savaş döneminin dinamikleri Türkiye’de “askerî vesayet” denilen şeyin kurumsallaşmasında epey etkili oldu. 1991 sonrasında bu kalıbın kırılamamasında ise birden çok etken var. PKK ile savaşın devam etmesi, OHAL’in sağladığı imkânlar, siyasal İslam’ın müesses siyasete meydan okuması karşısında TSK’ya bel bağlama bahsettiğim etkenlerden yalnızca birkaçı. Devlet aklı, bildiğimiz hâli ile askerî vesayetin sürdürülebilir olmadığını 2000’lerde kabul etmek zorunda kaldı. Uluslararası konjonktür kadar içeride yaşanan gelişmeler de bu değişimi mecbur kıldı. Zira eski hâliyle askerî vesayet müesses siyasetin korunmasında çoktan işlevsizleşmişti.
“Türkiye’de AKP ile hız kazanan güvenlik aktörleri ve tanımına dair son on yıldaki değişim, aslında Batı dünyasında Soğuk Savaş sonrasında kurulmaya çalışılan ‘güvenlik’ yönetiminden izler taşımakta…”
Askerî vesayet 12 yıllık AKP döneminde nasıl bir istikamet izledi? Ordunun politik gücünün kırılması askerî vesayetin yıkıldığı anlamına mı gelmekte? Yoksa AKP yürüttüğü tasfiye operasyonları ve yeni MİT yasası gibi hukuksal hamlelerle farklı bir güvenlik devleti mi inşa etmekte?
TSK ile sivil siyaset arasındaki ilişkiyi daha demokratik bir çerçeveye oturtmak talebinin 1990’ların sonlarında yükselişe geçmesi, Öcalan’ın yakalanması ve Avrupa Birliği (AB) süreci ile çakışınca, 1999’dan itibaren bir dizi yapısal değişiklik gerçekleştirilmeye başlandı. 2002’de AKP’nin iktidara gelmesi ve kendi siyasi rüştünü kanıtlamak için ilk elden AB reformlarına hız vermesiyle süreç devam etti. AKP, 28 Şubat’ı gerçekleştiren, Batı Çalışma Grubu’nu kuran bir ordu ile iktidarını devam ettiremeyeceğinin farkındaydı. Üstüne üstlük, ordunun yapısal bir değişim geçirmesi gerektiğine dair içeriden ve dışarıdan sesler yükseliyordu. AKP’nin TSK’nın siyasetteki alanını ve etkinliğini büyük ölçüde daraltan reformlara girişmesi, birçok liberal ve demokrat isim tarafından Türkiye’deki militarist ideolojik perspektifin nihayete erdirilmesi olarak yorumlandı. Bu “saptama” militarizmi pretoryenizme ve “askerî vesayet” kavramına indirgeyerek ve Soğuk Savaş kalıplarına uygun, salt kurum bazlı değerlendirmelere referans vererek yapılmış bir yorumdu ve aceleciydi. Hâlbuki AKP, 2007’den itibaren aşama aşama merkeziyetçi ve otoriter özellikleri belirgin yeni bir güvenlik rejimi tesis etme hazırlığındaydı. Böylesine iktidara bağlı bir güvenlik rejimi tesis etmek için bir yandan psikolojik bir altyapının hazırlanması diğer yandan da yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ordu içinde darbe hazırlığında olan ancak bunu yine ordu içi dengeler ve uluslararası konjonktür nedeniyle gerçekleştiremeyen grubun ifşa edilmesi, AKP’ye aradığı fırsatı altın tepsiyle sundu.
Türkiye’de AKP ile hız kazanan güvenlik aktörleri ve tanımına dair son on yıldaki değişim, aslında Batı dünyasında Soğuk Savaş sonrasında kurulmaya çalışılan “güvenlik” yönetiminden izler taşımakta. Bu yönetim mantığının birden çok katmanı var. İlk önce modern devlet, egemenlik erozyonunu gidermek ve “içerideki” tahakkümünü güçlendirmek için polis kuvvetlerini “ordulaştırma” stratejisi geliştirdi; istihbarat örgütlerinin rolleri ve yetkileri de bu süreçte yeniden tanımlandı. Türkiye’de benzer gelişmelerin bir kısmı doğrudan Emniyet ve MİT’in yeniden yapılandırılmasıyla, diğer kısmı ise TSK ile ilgili. Örneğin 2007 yılında Emniyet Genel Müdürlüğünün aldığı kararla Çevik Kuvvet’in 81 ilde faaliyete geçmesi sağlandı, yine Polis Vazife ve Salahiyetler Kanunu’nda değişiklikler yapılarak polislerin yetkileri arttırıldı. Bu yetki artırımı sonrasında ise polisin neden olduğu hak ihlalleri de niceliksel olarak arttı. Gezi direnişi boyunca karşımızdaki polis bu anlayışın operasyonel gücü. Son dönemde MİT yasasındaki değişiklikler; MİT’in, uyum paketi süreçlerinde kaldırılan MGK’nın bazı yetkilerine benzeyen yetkilerle donatılması projesi; TSK’nın lojistik imkânlarındaki artış; askerlik süresindeki değişiklikler; Genelkurmay Başkanının, Kuvvet Komutanlarının ve MİT Müsteşarının soruşturulmasını Başbakanın iznine bağlayan düzenlemeler güvenlik rejimindeki değişim sürecinin birer parçası. Bu değişim neoliberal güvenlik konseptine birebir uygun ve aynı zamanda tamamıyla anti-demokratik. İktidarın, dışarından denetleme mekanizmalarını devre dışı bırakarak kurmak istediği rejim büyük bir siyasi kriz anında 1990’lar Türkiye’sini mumla aratabilir.
Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:33’e ulaşabilirsiniz.