Béjart Ballet: Presbytère Yolu’ndan İstanbul’a 

Röportaj: Duru Uslu

Baleyi daha geniş kitlelere yaymak amacıyla yola çıkan Maurice Béjart, Brüksel’de kurduğu Le Ballet du XXe Siècle’i (20. Yüzyıl’ın Bale Topluluğu) 1987’de Lozan’a taşımış ve Béjart Ballet Lausanne’ı kurmuş. Béjart, koreografileri aracılığıyla seyircisine dünyayı gezdirirken temsilleri ile de dünyayı gezen bir turne topluluğu. Nitekim M. Béjart’ın Queen ve Mozart müziklerini bir araya getiren eseri Le Presbytère: Ballet for Life, 7-8 Mart’ta Volkswagen Arena’da sahnede. Béjart’ın Lozan’daki stüdyosu, İstanbul’da sahneleyecekleri eserin adını taşıyan Presbytère Yolu’nda bulunuyor. 

Turnede olmadıkları zamanlarda dansçıların haftanın altı gününü geçirdiği Presbytère Yolu’ndaki stüdyo, dikkatli bakmazsanız göremeyeceğiniz mütevazilikte bir “Béjart Ballet Lausanne” yazısının sizi karşıladığı mavi bir barakada bulunuyor. 

Fotoğraf: Duru Uslu
Fotoğraf: Duru Uslu

Kapıdan girince stüdyolara giden uzun koridor boyunca Béjart’ın eserlerinin afişleriyle karşılaşıyorsunuz: Le Sacre du Printemps (1958), Bolero (1961), 7 Dances Grecques (1983), Le tour du monde en 80 minutes (2007) ve daha birçokları.

Uluslararası konuk bale eğitmeni olan annem Siner Gönenç Boquin, 2015 yılından beri Béjart’da ders veriyor. Bu sayede ben de o uzun koridordan geçerek stüdyonun seyir balkonunda dersleri ve provaları izliyorum. Bale dersleri, bilgisi ya da ilgisi olmayanlara yabancı bir dil gibi: Tombé pas de bourrée, jeté, assemblé diye hareketler sıralanıyor. Dansçılar, her sabah bir buçuk saat süren bu bale dersleri sayesinde tekniklerini çalışıyor ve provalara hazır hâle gelmek için ısınıyor. 

Fotoğraf: Duru Uslu

Dersin ardından koridorda asılı prova programına bakıyorum. Aynı gün, birbirinden farklı eserlerden kesitleri çalışacaklar: Dionysos, Hamlet, Radio Gaga … Bu eserleri alt alta görmek bile Béjart hakkında çok fazla ipucu veriyor. 

Radio Gaga, Le Presbytère: Ballet for Life’tan bir kesit. M. Béjart’ın 1996’da, Freddie Mercury, Jorge Donn ve AIDS’ten hayatını kaybedenlere adadığı bu eser, aşk neden bize savaş açtı diye bağıran bir çığlık, bir ağıt, ama aynı zamanda bir umut ve kutlama. Ballet for Life’ın orijinal başlığı: “Le Presbytère n’a rien perdu de son charme ni le jardin de son éclat” (Ne papaz evi cazibesinden ne de bahçe ihtişamından bir şey kaybetti). Sadece Türkçesi değil, Fransızcası da birçokları için bir anlam ifade etmiyor. Bu cümle, Gaston Leroux’nun Le Mystère de la Chambre Jaune adlı kitabından bir alıntı. M. Béjart’ın neden bu ismi seçtiğini, Maurice Béjart ile çalışmış ve Béjart’ın artistik direktörlüğünü Eylül 2024 itibarıyla Gil Roman’dan devralan Julien Favreau, yaptığımız röportajda anlatıyor. 

Julien, provasından sonra bizi ofisinde ağırlıyor. Provalardan görüntüler alan belgesel ekibi kameralarını topluyor. Masanın yanındaki kitaplık, M.  Béjart’ın ruhunu taşırmışcasına Hindistan, Rusya, Liban, İran, masallar, geziler üzerine ansiklopedi ve kitaplarla dolu. Kayıt tuşuna basmadan önce Julien bana Türkiye’den birçok insanın ona ulaştığını, bu ilgi ve heyecandan ne kadar mutlu olduğunu anlatıyor. 


Julien Favreau: “Béjart Balesi’nin kendine has bir kimliği, Béjart’dan miras kalan bir DNA’sı var.” 
Ballet for Life
Fotoğraf: Hidemi Seto

Bugün Béjart Balesi’nde Maurice Béjart ile birebir çalışmış sayılı dansçılardan birisiniz. Sahne üzerinde ya da bir prova sırasında onunla yaşadığınız, asla unutamayacağınız bir anınızı bizimle paylaşabilir misiniz? 

Maurice ile stüdyoda geçirdiğimiz anları her zaman hatırlayacağım. Çünkü onunla çalışmak son derece yoğun ve derinlikliydi. Tekniğe inanılmaz derecede önem verirdi. Ancak hep şunu da söylerdi: “Tekniği derslerde çalışırsınız. Provalarıma geldiğinizde ise o tekniğin artık içinize işlemiş olması gerekir.” Onun için teknik, dansçının bedenine tamamen yerleşmiş olmalıydı ki asıl çalışma karakter, duygu ve yorum üzerine yoğunlaşabilsin. 

Stüdyoya her zaman ne yaratmak ya da neyi sahnede görmek istediğine dair çok net fikirlerle gelirdi. Bazen bir karakteri anlatırken, “Biraz XIV. Louis, biraz Freddie Mercury. İkisini harmanla ve karakteri oluştur.” derdi. Bunu duyunca biz afallardık tabii. XIV. Louis ve Freddie Mercury’nin birleşimi! Ancak bu bir günde tamamlanabilecek bir çalışma değildi. Eve gidip düşünür, sindirir, ertesi gün ona bir şeyler sunardık. O da, “Hayır, bu yönü sevmedim. Daha yumuşak bir yaklaşım denemelisin,” diyerek süreci yönlendirirdi. Adım adım, birlikte inşa ettiğimiz bir şeydi.

Zorlayıcı bir süreçti de elbette. Çünkü bazen tamamen yeni bir şey öğrenmek gerekiyordu. Ama Maurice ile çalışmanın en güzel yanı, prova bittiğinde stüdyonun dışında da bize ilham vermeye devam etmesiydi. “Hadi şimdi iş bitti, bir şeyler yemeye içmeye gidelim,” derdi. Seyahatlerinden, tanıştığı insanlardan bahseder, saatlerce sohbet ederdik. Bize kitaplar önerir, sergilere gitmemizi, belirli müzikleri dinlememizi söylerdi. Gerçek bir “maestro”ydu. Dansçılarının sadece sahnede değil; kültürel olarak da gelişmesini isterdi. Onun için dansçılarının insan olarak kim oldukları da çok önemliydi. 

7-8 Mart’ta İstanbul Volkswagen Arena’da Le Presbytère’i sahneleyeceksiniz. Bana göre bu eser yas tutmanın yanı sıra umudu da içinde barındırıyor. Sizce zaman içinde bu eserin anlamı değişti mi? Günümüzden bakınca seyirciyle ve sizinle nasıl bir bağ kuruyor?

Başlangıçta eser, Jorge Donn ve Freddie Mercury’ye bir saygı duruşuydu. İkisi de AIDS nedeniyle hayatını kaybetmişti. Ancak Béjart bunu açıkça söylemedi ya da doğrudan göstermedi. Onun için bu, genç yaşta hayatını kaybeden herkese adanan bir eserdi, Mozart gibi.

Eserde Mozart’ın müziğinin yer alması da bu yüzden. Mozart genç yaşta öldü, Freddie Mercury ve Jorge Donn da öyle. Hatta Gianni Versace bile. Öldürüldü çünkü… (Not: Eserin kostümleri Versace tarafından tasarlandı.) Ama Béjart hiçbir zaman eseri yalnızca AIDS üzerinden okumamızı istemedi. Tabii ki herkes konuyu biliyordu. Ama onun amacı umudu, gençliği ve yaşam enerjisini sahneye taşımaktı. İnsanlar izlerken ağlayabiliyor ama aynı zamanda sahnede bu koreografinin 30 yıl sonra bile genç dansçılar tarafından büyük bir enerjiyle sergilendiğini görüyorlar.

O dönemde AIDS, toplumda çok büyük bir etkiye sahipti. Bugün belki aynı yankıyı uyandırmıyor ama Béjart’ın yaptığı en dahiyane şeylerden biri, Mozart ve Queen’in müziklerini birleştirmekti. Bale etkileyici evet, ama müzik kalıcı. Bolero’da olduğu gibi… Doğru müziği seçerseniz, yarattığınız eser zamanın ötesine geçer.

Bu yüzden Le Presbytère, ister onun derin anlamını bilen biri için, ister sadece iyi dansçılar, harika kostümler ve güçlü bir enerji görmek isteyen biri için hâlâ çok etkileyici bir eser.

Ballet for Life
Fotoğraf: Hidemi Seto

Eserin tam adı Le Presbytère n’a rien perdu de son charme, ni le jardin de son éclat”, Gaston Leroux’nun Le Mystère de la chambre jaune adlı kitabına da bir gönderme taşıyor. Bu başlık nasıl ortaya çıktı? 

Aslında bu başlık, Gaston Leroux’nun Le Mystère de la Chambre Jaune adlı kitabında şifreli bir cümle olarak geçiyor. Béjart, bu cümlenin müzikalitesini çok sevmişti. Fransızca söylemesi kulağa hoş gelen bir cümleydi. Aynı zamanda stüdyomuzun bulunduğu Le Presbytere Chemin’e de bir göz kırpma gibi. O yüzden bu eseri Frankofon olmayan ülkelere götürdüğümüzde, ismi Ballet for Life oluyor. Yoksa hiçbir şey ifade etmiyor. Ama bence Maurice, Ballet for Life başlığını çok sevmedi, daha çok Le Presbytere’i tercih ediyordu. 

Büyük bir kültürel birikime sahipti ve sanırım bu kitabı okurken hoşuna gitmiş olmalı. Sonra bir gün eserine isim vermesi gerektiğinde, “Neden olmasın?” diye düşündü. Bu da onun dehasının bir yansımasıydı. Queen ve Mozart’ı birleştirdiği gibi, alakasız görünen bir başlığı seçerek eserin genel atmosferine bambaşka bir katman ekledi.

Béjart’ın eserleri Doğu ve Batı’yı sentezledi ve baleyi daha geniş bir kitleye açtı. Günümüz dünyasının en çok ihtiyacı olan şeylerden biri de sanatın birleştirici gücü. Sizce Béjart Balesi, bir dayanışma alanı yaratma konusunda gelecekte nasıl bir rol oynayabilir?

Günümüzde bu biraz daha zorlaştı. Béjart gibi yaratıcılar bir dönem daha özgürdü. Ancak artık politik nedenlerden, savaşlardan, dünyanın gidişatından dolayı her şeyi sahneleyemiyoruz. Repertuvara baktığımda, “Bu eseri sahneleyelim” diyorum ama bir bakıyorum, “Bu olmaz çünkü Ukrayna’daki savaşın etkileri sürüyor” diyorum örneğin. Sanatçılar olarak tamamen özgür olduğumuzu söylemek zor. Küresel siyaset, neyi sahneleyebileceğimizi doğrudan etkiliyor. Gittiğimiz yerlerde de aynı şekilde. Örneğin bazı yerlerde Bolero’yu sahnelememiz sorunlu oldu. Bir erkek masanın üstündeyken etrafında diğer erkeklerin dans edemeyeceğini söylediler. O nedenle erkekler tişört giydi ve masanın üstüne kadın bir dansçı ayarlamak durumunda kaldık. 

Ama umuyorum ki Béjart Balesi ve diğer topluluklar, sanatın birleştirici gücünü göstermek için çalışmaya devam edecek. Béjart Balesi’nin kendine has bir kimliği, Béjart’dan miras kalan bir DNA’sı var. Şu an her eserini sahneleyemesek de zamanla onun bıraktığı mirası en iyi şekilde sunabilmeyi umuyorum. 

Dünya çapında turneler yapan bir topluluksunuz. İstanbul’da sahne almak topluluk için ne ifade ediyor?

Ballet for Life ile İstanbul’a dönmek kesinlikle büyük bir anlam taşıyor. Özellikle de 30 yılın ardından bu eseri hiç izleme şansı bulamamış insanlarla buluşabilmek çok değerli. Ve umarım iki yıl içinde başka bir repertuvarla yeniden İstanbul’a dönebiliriz. Ama bunun çok iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Fransızcada “accrochage” diye bir kelime vardır, tam karşılığını İngilizcede bulmak zor ama bir tür bağlantı, izleyiciyle güçlü bir ilk temas anlamına gelir. Mesela baleyi hiç bilmeyen arkadaşlarım var ve onlara her zaman şunu söylerim: “Bale hakkında hiçbir şey bilmiyorsun ve sevmediğini düşünüyorsun ama lütfen, lütfen Ballet for Life’ı izlemeye gel. Eminim ki bir kez izlediğinde tekrar geri döneceksin.” 


“Statü mantığı” olmayan Béjart’ı bale eğitmeni Siner Boquin anlatıyor
Fotoğraf: Duru Uslu

Siner Boquin, 2007 yılından beri uluslararası bale eğitmeni olarak dünya’nın dört bir yanındaki devlet ve özel bale kurumlarında ders veriyor. Béjart’ın İstanbul turnesi öncesi de Lozan’daki konuk eğitmenleri, Siner Gönenç Boquin idi. 

Béjart ile ne zamandan beri çalışıyorsun ve senin için bu topluluk ile çalışmak ne ifade ediyor? 

2007 yılından beri uluslararası bale eğitmeni olarak dünyayı gezip, ders veriyorum. Béjart Ballet ile de tanışmam 2010’lu yıllara denk geliyor. O zamandan beri her yıl en az iki kez olmak üzere ikişer haftalık periyotlarla hatta bazen daha uzun geliyorum. Burası benim favori bale kurumlarından biri. Çünkü onlarla çalışmayı, enerjilerini çok seviyorum. Değişik bir yapısı var. Bildiğimiz diğer devlet baleleriyle aynı yapıda değil çünkü bir kordo bale. Yani o “statü mantığı” yok. Her biri ayrı birer karakter ve onların kalitesinde dansçılarla çalışmak gerçekten çok keyifli.  Ailem gibi oldular yıllardır artık. Çok seviyorum hem onlarla çalışmayı hem de onları izlemeyi. Sanırım her şeyi çok seviyorum onlarla ilgili. 

İstanbul’da onları izleyecek olan izleyicilere ne söylemek istersin?

Çok keyfini çıkarsınlar. Her şeyin. Her köşesine baksınlar sahnenin. Dansçıların her birinde ayrı bir şey görebilirler çünkü.