Cannes 2017 - 3. Gün: "Okja" ve Netflix gerilimi

Bu yılki Cannes Film Festivali’ne damgasını vuran Netflix polemiği, şirketin yarışmadaki ilk prömiyeri Okja’nın olaylı gösterimiyle yeniden harlandı. Üçüncü günde yarışmanın şimdilik en vahim filmi Jupiter’s Moon’un yanı sıra Yarışma Dışı bölümden de üç prömiyer daha yapıldı.

Yazı: Melikşah Altuntaş

Bitmek bilmeyen Netflix tartışmaları nasıl başladı? Şimdiye dek neler oldu…

Festivalden önce başlayan Netflix polemiği harlanarak devam ediyor. Mesele o kadar büyüdü ki, yarışmadaki iki film üzerinden sinemanın geleceği ile ilgili kutuplaşma başlatan kocaman bir tartışma ortamı oluştu. Geçtiğimiz yıl Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yer alan ve festivalin en iyi ilk filmi seçilerek Altın Kamera’yı kazanan Desire da bir Netflix filmiydi ancak böyle bir tartışma yaratmamıştı; mesele ana yarışmaya, yani festivalin vitrinine sıçrayınca, işin rengi değişti.

Resmi programın açıklanmasıyla başlayan olaylar, yarışmaya seçilen iki Netflix filminin (Okja ve The Meyerowitz Stories) ticari gösterime girmeden, doğrudan Netflix üzerinden izlenecek olmasına Fransız dağıtımcıların tepki göstermesiyle büyüdü. Netflix CEO’sundan “Sinema salonu tecrübesi bitti; sinemanın geleceği Netflix” benzeri kışkırtıcı karşı açıklamalar gelince kısa süre sonra çarşı karıştı. Önce bu iki filmin programdan çıkarılacağı söylentileri yayıldı, ardından festival resmi bir açıklama yaparak filmlerin çıkarılmadığını, ancak yönetmelikte değişiklik yapıldığı ve gelecek yıldan itibaren yarışmaya seçilen tüm filmlere Fransa’da kısıtlı da olsa gösterime çıkma zorunluluğu getirileceği açıklandı.

Netflix’in Okja ve The Meyerowitz Stories‘i Netflix prömiyerlerinden önce Fransa’da gösterime sokacağı açıklaması da gelince ortalık sakinledi. Ancak uyuyan devi, ana yarışma jürisinin basın toplantısında jüri başkanı Pedro Almodovar’a sorulan “Netflix filmlerine bakışınız ne olacak?” sorusu uyandırdı. Almodovar’ın bu filmleri ödül için değerlendirmeyeceğine net bir biçimde ifade eden açıklamasıyla, mesele hepten etik bir probleme dönüştü. Festivalin seçip resmi programa aldığı iki film, resmen jüri başkanı tarafından yok sayıldı.

Dünyada sinema sektörünün her kolunu içine alan en büyük film festivali, Bong Joon-ho ve Noah Baumbach gibi iki büyük yönetmenin son filmlerini hangi yapım şirketi tarafından yapılmış olursa olsun, yarışacak nitelikte gördüyse yarışmaya alabiliyor olmalı. Bu konuya kimin nasıl bir itirazı olabilir anlamak güç. Önemli yönetmenlere büyük bütçelerle çekmek istedikleri filmleri çekmelerini sağlayan olanaklar tanıyan Netflix’in, sinemaya gitme sıklığı ve alışkanlığını değiştirmek istemeyen izleyicilere, salonlara gitme yasağı koymadığı sürece sinemanın geleceğini söndürmesi mümkün değil. Yaptıkları anlaşmalar ve yönetmen ya da yapımcılara imzalattıkları sözleşmelerin hiçbiri, silah zoruyla yaptırılmıyor olsa gerek. Dolayısıyla sektördeki varlıklarının küçük şirketleri bitirme ihtimali ya da tartışması, seyirci alışkanlıkları ile alakasız bir konu gibi duruyor. En azından Bong Joon-ho ve Noah Baumbach’ın yarışmadaki diğer filmler kadar, hatta bazılarından daha büyük bir sinemasal evren yaratıyor olmalarına rağmen görmezden gelinmeleri ya da entelektüel değerlendirmelerin dışında bırakılmaları, en kibar tarifle muhafazakar eğilimler taşıyan derin bir korkunun eseri olabilir ancak.

Sinemanın geleceğinden, dönüştüğü şeylerden, açtığı yeni yollardan ve bunların tutulup tutulmamasından bağımsız şekilde şu kısım da çok önemli, bir filmin Netflix gibi seyirci dostu bir platform için yapılması, bu filmleri bağımsız şirketlerin filmlerinden daha değersiz kılmıyor. Herhangi bir yapım şirketinde çok büyük yönetmenlerin ne denli korkunç kısıtlamalar yaşadıklarını, bazılarının kurguya sokulmadıklarını (bkz. Martin Scorsese, Kenneth Lonergen…) bilmiyor olsak Netflix’in karanlık güçlere hizmet eden sinema düşmanı bir şirket olmasıyla ilgili niyet okumalara başlayıp gönlümüzce lanet edelim. Ama sektörün her noktasında yönetmenler üzerindeki baskı, para bulma kısmında, hayallerini gerçekleştirme noktasında zaten benzer sıkıntılara tekabül ediyor. Mesele Netflix’e lanet okumak ya da yeni izleyici alışkanlıklarını küçümsemekten çok, sinemanın gittiği yeni yolları keşfetmek ve yönetmenlerin üzerindeki baskılarla, sinema salonlarından para kazanan müstakil salon sahipleri ve dağıtıcımların yaşadıkları sıkıntılarla mücadele etmenin alternatif yollarını aramatan geçiyor gibi sanki.

Netflix, Amazon, Hulu ya da benzer online streaming mecralarını savunmak ya da aklamak gibi bir derdim asla yok ve sinemayı yok etmek için bir mücadele başlattılarsa da cidden (ne komik olurdu) umarım tez zamanda hepsi yokolur. Ancak kağıt üzerindeki problemimize bakarsak, tamamlanmış her filmin her tür değerlendirmeye açık olması ve ticari niyet okumalarla özgün sanatçıların filmlerinin üzerine çizgi çekilmemeli diye düşünüyorum.

Polemikler ve yuhalamaların gölgesinde kalmış bir inci: OKJA

Gelelim bunca tartışmanın başlamasına neden olan, yarışmaya seçilmiş iki Netflix filminden biri Okja‘nın gösterimine… Sabah 08.30’da basınla aynı anda diğer akredite festival katılımcılarının da yer aldığı Theatre Lumiere’deki gösterim, Netflix logosunun belirlemesiyle salonun yuhalamalarla çınlamasıyla açıldı, filmin ölçek sorunu nedeniyle, üst kısmı kesik şekilde yaklaşık 10 dakika gösterilmesiyle devam etti.

Salondaki bağırış çağırış ve alkışlarla nihayet durdurulan film, özgün formatta yeniden başlatıldı ve Netflix logosu ikinci kez yuhalandı. Salonun bir kısmı ise aynı anda aynı logoyu alkışlıyordu. Basın toplantısında Almodovar’ın Netflix hakkındaki görüşlerinin aksine sahip olduğunu belirten jüri üyesi Will Smith’le Almodovar arasındaki (iki kutbun örtük liderlerine dönüştüler) zıtlık gösterimlere kadar taşmış oldu. Islık, yuhalama ve alkış geleneğinden vazgeçemeyen Cannes seyircisi bir kez daha sahip oldukları duyarlılığı sesli bir biçimde belirttikten sonra nihayet film başladı. Bu arada festival resmi bir açıklama yayınlayarak gösterimdeki aksaklık nedeniyle yönetmen, yapımcı ve gösterimdeki seyircilerden teknik aksaklık nedeniyle özür diledi.

Bong Joon-ho’nun bunca tantana yaratan Okja‘sı ise tüm bu polemiklerin uzağında kocaman, parlak ve ışıl ışıl bir seyirlik. Filmografisindeki Memories of Murder, The Host ve Madeo gibi zirvelerden sonra Bong Joon-ho’nun ne kadar marifetli bir sinemacı olduğunu bir kez daha kanıtladığı Okja, milyar dolarlık bir Amerikan şirketinin geliştirdiği dev domuz türünün dünyanın çeşitli yerlerindeki yetiştiricilerinden biri olan Güney Koreli bir kız çocuğunun, domuzu (en yakın dostu) Okja‘yı kötü kalpli şirket yöneticilerinden kurtarmaya çalışmasını konu alıyor.

WhatsApp Image 2017-05-21 at 16.17.03

Tilda Swinton’ın canlandırdığı şirket yöneticisinin sunumuyla, muazzam bir hızda açılan Okja, çocuk ve domuz kahramanlarımızın özelinde, masalsı bir atmosferde devam ederken, Okja’nın şirket tarafından alınmaya gelmesi ve meselenin içine bir de hayvan hakları örgütünün dahil olmasıyla film, nefes nefese bir aksiyon dramaya dönüşüyor ve her saniyesi zekice kurulmuş senaryo hamleleri ve Bong Joon-ho’nun esprili ve tempolu anlatımıyla, parlak bir kumaşa sahip olduğunu kanıtlıyor.

Yarışmadaki varlığı ile sinemanın her türü ve hedef kitlesini kucaklayabilecek, tek tip arthouse yapımların gölgesinde kalamayacak kadar büyük bir teknik sanat da olduğunu gözler önüne seren Okja, senaryo kurgusundaki kimi klişeler ve basit çözümler görmezden geldiğinde iyice güçleniyor. Filmin verdiği mesaj her ne kadar beylik ve doğrudan da olsa, hesapçı bir mantıkla yaklaşılırsa, festivaldeki pek çok yarışma filminden de daha politik ve dürüst olduğunu söylemek mümkün Okja’nın. Tilda Swinton ve Jake Gyllenhaal’un özel bir aşırılıkla bezediği eğlenceli performansları ve Paul Dano ile muhteşem çocuk oyuncu An Seo Hyun’un duygu yüklü oyunları ise pek nefis.

Yarışmada bir hadsizlik şöleni: JUPITER’S MOON

Üç yıl önce Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Film’i seçilen ve Hallmark filmi tadında bir köpek istismarı hikayesi anlatan White God’ın yönetmeni Kornel Mundruczo’nun bu kez Ana Yarışma’da karşımıza çıkan son gariplik abidesi Jupiter’s Moon, her şeyden önce hadsiz bir film. Kulağa bir filmle ilgili yapılabilecek bir tanım gibi gelmediğinin farkındayım ama maksadını aşmanın ve anlattığı hikayenin ne anlama geldiğini hesaplayamamanın karşılığını, ben bu filmde gördüm.

Macaristan sınırından kaçarken polis tarafından vurulan Suriyeli bir mültecinin insanüstü yetenekler (kendisi alenen melek oluyor) kazanarak, onu bulan doktorun ihtirası ile örtük bir baba oğul ilişkisi kurması ve güvenlik güçlerinden kaçma macerasına dönüşen film, kelimenin tam anlamıyla “ayarsız” bir ana hikaye izliyor. Tüm dünyanın gündeminde olan, son derece hassas bir konuyu, gelişigüzel dizilmiş gülünç metaforlar ve şuursuz diyaloglarla alelade bir ajite aksiyon malzemesine dönüştüren Jupiter’s Moon, yazıldıktan sonra kimse tarafından okunmamış ve çekilip tamamlanana kadar ne demek istediği tam anlaşılmamış bir senaryoya sahip gibi. Aklı selim bir danışman en azından biraz hassasiyet ve özenle eldeki malzemeyi insani bir çizgiye çekmeyi başarırdı sanıyorum. Ne yazık ki Jupiter’s Moon‘la aklı selim arasında dağlar var.

WhatsApp Image 2017-05-21 at 16.17.13

İlk sahnesinden itibaren ne idüğü belirsiz bir senkron sorunu ile ana karakterlerinden birinin ağzı ile sesinin Yeşilçamvari bir uyumsuzluk gösterdiği filmde eğer bu senkron sorununa da takılırsanız sizi epey zorlu bir seyir tecrübesi bekliyor… Kimilerinin şimdiden yeni Alfonso Cuaron (filmin uzun ve karmaşık plan sekans aksiyon sahneleri Children of Men’i akla getiriyor) ve Steven Spielberg ilan ettiği Mundruczo, en iyi ihtimalle The Fast and the Furious 9‘un yönetmen künyesinde varlık gösterebilecek bir sağduyuya sahip ne yazık ki. Ve bu malum seriyi küçümsemekten çok, Mundruczo’ya düzgün diyaloglarla dolu iyi bir hikaye anlatma konusunda güvensizlikten kaynaklı bir örnek. Macar yönetmenin Hollywood’a sıçrayıp sığ aksiyonlar çekmek için Cannes ana yarışmasını meşgul etmesine gerek yok cidden. Zira teknik rejisi son derece parlak ancak film bütünselliği kurma noktasında deterjan reklamı kadar sürede hüner sergileyebilecek bir yönetmen kendisi.

Agnes Varda ve JR güçleri birleştirirse: VISAGES VILLAGES 

Fransız Yeni Dalgası’nın “girl power”ı Agnes Varda, dünyanın en yetenekli sokak sanatçılarından biri olmasının yanı sıra, bir süredir sinemaya da merak sarmış olan JR ile bir araya geliyor ve ikili birlikte bir film çekmeye karar veriyor. Böylece aynı zamanda dev bir fotoğraf baskı makinesi de olan minibüsleriyle Fransız kırsalında bir yolculuk başlıyor. Baştan sona zevkle izlenen ve bolca kahkaha attırıp duygulandıran Visages Villages, ikilinin tanık olduğu insan hikayelerini, o kişilerin yaşadıkları mekanlar üzerinde ölümsüzleştirmeleri ile ilerliyor.

Aynı zamanda hem bir bağımsız sanat projesi belgeseli, hem de iki sanatçının birbirinin hayatlarının geçmiş izlerini sürdüğü bu eğlenceli yolculuk, maden işçilerinin olduğu kasaba, Varda’nın Jean-Luc Godard randevusu ve JR’ın Varda’ya tren sürprizi gibi birkaç durakta tüyleri de diken diken ediyor. Theatre Lumiere’deki prömiyerinde 15 dakika civarı alkışlanarak Varda’nın gözlerinden yaşı süzen film, belgesel sinema alanında çığır açıcı olmasa da, duyguları şahlandıran bir dökümanter tecrübesi yaşatıyor.

Yarışma Dışı bölümden iki etkili dram: THEY ve A PRAYER BEFORE DAWN

İran asıllı Amerikalı kadın yönetmen Anahita Ghazvinizadeh’in sade bir anlatıma sahip büyüme hikayesi They, Yarışma Dışı bölümün prömiyerlerinden biri. Adını, ergenlik dönemindeki transgender kahramanı J’in film boyunca kendisi için kullanılan isminden alan They, psikolojik açıdan bir hayli hassas ve karmaşık bir dönemi, sakin bir hikaye üzerinden anlatmayı seçerek büyük cümleler kurmaktan kaçınıyor. Karakterinin duygu dünyasını aydınlatan beylik sahneler yerine kahramanını gündelik ve alelade olaylar içine yerleştiren Ghazvinizadeh, süreci J’in etrafındakilerin davranış biçimleri üzerinden de tanımlıyor. Başarıya ulaşma konusunda yer yer tökezlese de önemli ölçüde baş koyduğu yaklaşımın faydasını gören Ghazvinizadeh’in, sonraki işleri merak konusu.

WhatsApp Image 2017-05-21 at 16.17.18

Geceyarısı prömiyeri olan ve başlaması saat 01.00’i bulan A Prayer Before Dawn için Theatre Lumiere’i dolduran seyircisinin o saate kadar uykusuz kalmasına değdi denebilir. Karşımızda dört başı mamur bir hapishane / boks filmi var. A Prophet ile Rocky buluşması gibi bir hikayeye sahip olan film, kahramanı Billy Moore’un gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor. Gala gecesinde de ekiple birlikte yerini alan ve film sonrası kendisini canlandıran Joe Cole’a sarılıp göz yaşlarını tutamayan Moore, gençlik yıllarında Tayland’da girdiği belalı ve açıkçası çok korkunç bir hapishanede, birbiri ardına katıldığı boks müsabakaları ile hayatta kalabilmiş. Film de bu zorlu süreci nefis bir görüntü yönetimi ve kurgu ile filmin ruhunu bütünleyen müziklerle, başarıyla anlatıyor. Yönetmen Jean-Stephane Sauvaire’in üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı A Prayer Before Dawn, kalburüstü bir dram.

WhatsApp Image 2017-05-21 at 16.17.31