Christopher Nolan'ın ''Interstellar''ı üzerine

Christopher Nolan’ın aylardır heyecanla beklenen yeni filmi Interstellar vizyona girdi. Film estetik açıdan yine nefesleri kesse de Nolan’ın en büyük projesi, boşa harcandığını hissettiren bir potansiyel olmaktan ileri gitmiyor. Bolca spoiler’la bezeli yazımızı okumdan önce sizi uyarmak da boynumuzun borcu. Filmdeki her şeyi öğrenmek istemiyorsanız, bu yazıyı filmi izledikten sonra okuyun!

Christopher Nolan’ın şimdiye kadarki en büyük projesi ve son filmi Interstellar, geçtiğimiz cuma günü vizyona girdi. Filmin 169 dakikalık süresi, 165 milyon dolarlık bütçesi, Nolan’ın ünlü astrofizikçi Kip Thorne’la işbirliğinde bulunup karadeliklerin aslında nasıl göründüğüne dair bilimsel bir buluşa yardım etmesi derken, haftalardır film hakkında büyük beklentiler yaratan haberler geliyordu.

Interstellar’ın tanıtım kampanyasının bu kadar aşırı olmasının sebebini filmi izledikten sonra anlayabildim. Çünkü Nolan’ın en büyük projesi, boşa harcandığını hissettiren bir potansiyel ve dev bir hayal kırıklığından ibaret. Bu yüzden de magazinel sayılabilecek bilgilerle büyütülmeye ihtiyacı var.

Interstellar, IMAX’te hem görüntü olarak hem de duygusal olarak devleşmeye çalışıyor. Yine de Nolan’ın yaratmaya çalıştığı dünya, görsel açıdan mükemmel olsa da birçok açıdan yetersiz kalıyor. Film, kıtlığın baş gösterdiği ve herkesin tarıma yönlendirildiği bir Amerika’da açılıyor. Tasvir edilen post-apokaliptik düzende yeni keşiflere ve uzay yolculuğuna ayıracak kaynak ve zaman yok. Her şey eldekini korumak ve sabit düzeni sürdürmek üzerine kurulu.

INTERSTELLAR

Ana karakterimiz eski NASA pilotu, şimdiyse çiftçilik yapan, dul ve iki çocuk babası Cooper (McConaughey). Sürekli yukarı bakmasından, oğlunun da çiftçi olacağını öğrendiği anki hayal kırıklığından ve havada uçan bir uçak görüp yaşadığı heyecandan karakterimizin aklının eski pilot günlerinde kaldığını ve bu düzene ait olmadığını anlıyoruz. Kızıyla yaptıkları bir keşif sayesinde Cooper’ın yolu NASA’yla tekrar kesişiyor.

Yeni ortaya çıkan bir “solucan deliği” sayesinde yaşam potansiyeli olan gezegenlere daha kolay ulaşılabildiğini öğreniyoruz. Daha önce 12 gezegene astronotlar gönderilmiş ve hepsinden pozitif geri bildirimler gelmiş. NASA, Cooper’ın yeni görevin başına geçmesini istiyor. Birkaç bilim adamıyla yıllar sürecek bir yolculuğa çıkacak ve insanların taşınabileceği en uygun gezegeni tespit edecek. Bir terslik çıkarsa da B planını uygulayıp binlerce döllenmiş yumurtayı potansiyel gezegene götürerek insan ırkının devamını sağlayacak.

Bütün bu bilgi kalabalığını bize kısacık bir sürede vermeyi tercih eden Nolan, dünyanın o hale neden ve nasıl geldiğini göstermemeyi tercih etmiş. Belki de bu bilgiye hakim olmadığımızdan, durumun ya da görevin önemini yeterince hissedemiyor ve kavrayamıyoruz. Aynı kendini bir gün içinde uzayda bulan Cooper gibi, biz de olayların içine bir anda dalmış oluyoruz.

Aynı zamanda da filmin başından itibaren Nolan, kızı Murphy ve Cooper arasında mükemmel bir baba-kız ilişkisi tasvir ediyor. Aynı tutkulara sahipler, çok iyi anlaşıyorlar, hatta NASA’nın sığınağını beraber keşfediyorlar. Bunların üstüne babasının yıllar sürecek bir göreve gitmesini istemeyen ve ağlamaya başlayan Murphy’e hak vermememiz imkansızlaşıyor.

Filmin en keyifli kısımları astronotlar yola çıktığında başlıyor. Hans Zimmer’in müzikleri eşliğinde, müthiş görsellerle uzayda dolanıyoruz. Nolan’ın görsellerine söylenecek söz yok. Her zaman olduğu gibi yarattığı evren estetik açıdan kusursuz.

interstellar

Astronotlarımız gittikleri ilk gezegende birkaç saat geçirip hüsrana uğrayıp uzay gemisine geri döndüklerinde Dünya’da 20 yıla yakın zaman geçtiğini fark ediyorlar. Nolan seyircisine bir türlü güvenemiyor ve izafiyet teorisini birçok kez farklı şekillerde tekrar tekrar açıklıyor. Aklımızda izafiyet teorisi, yarım bırakılmış bir baba-kız ilişkisi, Dünya’dakilere ne olduğu gibi dertlerle aslında görevin bir an önce bitmesini istiyoruz.

Filmin ikinci yarısında, Matt Damon tarafından canlandırılan Dr. Mann karakteriyle tanışıyoruz. Yıllar önce NASA tarafında gönderildiği gezegende hiçbir şey bulamamış, ama kurtarılmak için sahte veriler göndermiş bu karakterin hiçbir derinliği yok. Dr. Mann’a maruz kaldığımız sahnelerde sadece onun kendini kurtarma çabasını izliyoruz.

Yeterince yan hikaye yokmuşçasına Anne Hathaway tarafından canlandırılan Amelia karakterinin de gezegenlerden birindeki bir bilim adamına aşık olduğunu ve yola biraz da bu yüzden çıktığını anlıyoruz. Ufak ufak geliştirilen bu yan hikayeler hiçbir şekilde bir yere bağlanmıyor ve seyirciyi yoruyor.

Gittikleri iki gezegenin yaşattığı hayal kırıklığının ardından Cooper, son gezegene Amelia’nın yalnız gitmesine karar veriyor ve kendini feda ediyor. Kendisi de zamanı geri döndürmek umuduyla kara deliğin içine giriyor. Nolan burada da seyircisine uzun uzun kara delikte kilitli kalmak, beş boyut, zaman ve sevgi hakkında açıklamalar yapıyor. Ve maalesef bu açıklamaları görsel bir şekilde değil bir dış ses yardımıyla yapmayı tercih ediyor.

Film her açıdan mutlu sona bağlansa da film bittiğinde seyircinin kafasındaki birçok soruyu cevapsız bırakıyor. Rahatsız edici olan filmin uzunluğu değil, zamanı kullanım şekli.

Belki de insanların Nolan’ın kafa karışıklığını zeka pırıltısı saymaktan artık vazgeçmesi gerekiyor. Çünkü estetik görüntülerin, dev bir bütçenin, bilimsel açıklamaların arkasına sığınan bu filmin söylediği yeni hiçbir şey yok. Evet, Nolan’ın anlatım tarzını sevenler keyifle izleyecektir belki. Ama bu film, yönetmenin Inception ve The Dark Knight Rises filmlerinden beri bir hikaye anlatıcısı olarak çok da fazla yol almadığını gösteriyor.

Yazı: Zeynep Naz İnansal