Dave Okumu’ya göre en devrimci kelime: Sevgi
Röportaj: İlayda Güler - Fotoğraf: Nicolas Premier
Siyah mirasını bugünde yaşatmayı, kendinden önceki nesiller ve torunlarını kapsayan kocaman bir sevgiyi paylaşmayı, zamanın bambaşka yerlerinden topladığı hikâyelerle içimizi sıkan ortak hisleri açığa çıkarıp özgürleştirmeyi, anlatarak, yüzleşerek, birbirimize sarılarak iyileşmeyi hayal eden Londra’da yerleşik gitarist, şarkıcı ve prodüktör Dave Okumu, 34. Akbank Caz Festivali kapsamında 4 Ekim’de Babylon’da çalacak. Geçtiğimiz sene yayımladığı I Came From Love albümü odağında geçen sohbetimizde, kişisel tarihinden pek çok anısını ve müziğe, yaşama, duygularımıza dair düşüncelerini içtenlikle paylaşmasının yanı sıra iyi bir insan olmakla ilgili de sırt sıvazlayan sözler söyledi.
Kenya kökenli bir çiftin sekizinci ve son çocuğu olarak Viyana’da doğan Dave Okumu; kimliğine neşeyle sahip çıkan, birbirini daima destekleyen, mutlu bir ailede büyümüş. Okul çağında karşılaştığı ırkçılığın kafasını karıştırmaya başladığı esnada ablalarından öğrendiği Grace Jones, onun ilk kahramanı olmuş. Zira yedi yaşındayken evde Slave to the Rhythm (1985) albümünün kapağını gördüğü an, sanki doğrudan ona fakat öfkeyle değil, coşkuyla bağıran bu yüzün canlılığıyla büyülenmiş. Onun ten renginde birinin böylesine açık ve müdanasızca kendisi olabildiğini görmek, Dave’in kendilik arayışına da erkenden güç vermiş. Yıllar geçip Grace Jones, I Came From Love albümünün açılışını yaptığında, bir döngü tamamlanmış.
Koleksiyon, 1698’de İngiltere’nin Devonshire bölgesinden Güney Carolina, Charleston’a ulaşıp nesiller boyu binlerce Siyahı köleleştiren Elias Ball’un “Toprak ve genç köleler satın alın.” öğüdüyle karşılıyor dinleyiciyi. 18 Ocak 1981’de, bir doğum günü partisinde çıkan yangında 14 ila 22 yaşlarındaki 13 Siyah gencin hayatını kaybettiği New Cross house fire vakasındaki gibi Siyah tarihinden damıtılmış türlü hisleri derleyen I Came From Love’ın bel kemiğini ise Dave’in bugün yedi yaşındaki oğlu Django’nun buluşundan şarkılaşan “Black Firework” oluşturuyor. Kayıt altına alınmış olması büyük şans; buradaki videoda pembe, yeşil, gri ve sonunda siyah havai fişekler gördüğünden bahseden Django, karanlıkta bırakılmaya rağmen ışığını parlatabilme fikri üzerinden albümü taşıyan metaforu hediye ediyor babasına.
I Came From Love’ın Dave Okumu & The 7 Generations ekiyle yayımlanmış olmasının altındaki vurgu da tam bununla ilgili. Dinlediğimiz, ondan önceki ve sonraki jenerasyonları kapsayan; travmaları seslendirirken umudu da besleyebilen bir müzik. Bu nesiller arası aktarımın sanatsal ifadede içerdiği anlam, karmaşa, ışık ve gölgeyi; dolayısıyla insan deneyimine dair açtığı keşif alanını işinin en değerli parçası olarak görüyor Dave. Bugün hem kendimizi hem de soyumuzu tanıtmaya yarayan isimlerimiz de onun ilgi alanına girmiş tabii. Öyle ki “Abaka” şarkısı bizzat buna dair bir hikâye anlatıyor. Acaba ilhamını kimden alıyor?
Don Abaka’dan. Kendisi Dave’in arkadaşı, dreadlock alanında uzmanlaşmış bir kuaför ve harika bir hikâye anlatıcısı. Onun dükkânına gitmenin hep özel bir deneyim olduğuna, aynı öyküleri tekrar etse de her defasında size yeni bir şeyler duyurabildiğine dikkat çekiyor Dave. Bu ziyaretlerin birinde Abaka’dan, isminin kökenlerini araştırdıktan sonra gerçek adını geri kazanmak için neler yaptığını öğrenmiş. Albümü hazırlarken, bu hikâyeye yer vermesi gerektiğini düşünerek tekrar dükkânın yolunu tutmuş ve Abaka’nın izniyle anlatımını telefonuna kaydetmiş. Şarkıda işte o sesleri dinliyoruz; bu yüzden arada saç kurutma makinesi de duyabildiğimizi hatırlatarak gülümsüyor Dave. Parça tamamlandıktan sonra bir kez daha kapısını çalıp, bu kez yayımlamak için Abaka’dan tekrar izin almış; o anların oldukça dokunaklı olduğunu söylüyor. Ve şöyle devam ediyor:
“İsimlerimiz nereden geliyor? Ne anlama geliyorlar? Kendimizi nasıl algıladığımızı ne etkiliyor? Buradaki insanlar kölelik geçmişinden geliyor veya sömürgeleştirilmişler. Kültürünüzün ve kimliğinizin köle efendinizle ilişkilendirilmiş isimler aracılığıyla alındığını düşünün. Bunların nesiller arası yankıları vardır ve buna dair içgüdülere sahip olup, bir şeyler yapmayı seçen birileri de. Onların hislerini bir albüm içinde tarif etmenin önemli olduğunu düşünüyorum.”
Dave ise adını ailesinden almış. David “sevilen” anlamına geliyormuş. Tabii bu hem ismiyle hem de onu kendisine yakıştıran ailesiyle derin bağlantılar kurmasını sağlamış. “Sevildiğimi düşündüren bir isme sahip olmak harika.” diyor. Öte yandan, zamanında yerinden edilmiş olsalar da Dave Viyana’da doğup Londra’da yaşamış, memleketinde hiç uzun süre kalmamış olsa da soyadı aracılığıyla o kültüre bağlı hissettiğini söylüyor.
Bir sorumluluk olarak duygularımızı ifade etmek ve bir uyanma biçimi olarak soru sormak
Albümdeki kimi anlarda bizdeki ağıtları çağrıştıran bir yas var, öfke var ancak Dave Okumu bunları dönüştürdüğü, hafiflettiği bir yerden sesleniyor. Birkaç canlı performans kaydını dinlerken, Nina Simone’un piyano başında yaptığı vokal doğaçlamaları da düşüverdi aklıma. Sanki onun öfkesi daha yakıcıydı. Müzisyenin, Siyah öfkesinin zamanla, jenerasyonlar ve politik atmosferler değiştikçe nasıl evrimleştiğini düşündüğünü merak ediyorum.
“Öfkeyle karmaşık ilişkiler kurabiliriz. Korkuyla içine sıkışıp kaldığımız, kendimizi kaptırdığımız bir şeye dönüşebilir. Benim ilgilendiğimse onu ifade etmek, işlemek ve düzenlemek için güvenli bağlamlar yaratmak. Bence bir şeyleri hissetme şeklimizi işlemek, insan olarak evrimleşmemiz ve sağlıklı kalmamız için elzem. Öfkelenmenin uygun olduğu durumlar var. Onların içimizden geçip gittiğini düşünmüyorum ama öfkemizden ders çıkararak iyileşiyoruz. Onu ifade etmenin bir yolunu buluyoruz. Bunun yapıcı ve yıkıcı yolları var. Bence yaratıcı alanda veya başka bir şekilde hayatındaki öfkeyi ifade etmenin yapıcı yollarını bulmak kişinin kendisine düşüyor. Bu sadece öfkeye özgü değil; diğer duygular için de geçerli. Bunun bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Duygularımı ifade eden biri olmak istiyorum.”
Bu yanıttan da gördüğünüz gibi düşünmeye yönlendiren, dertleşen, şefkatli bir dürüstlüğü var Dave’in. Kaçışa pek yer bırakmıyor; yüzleşip, sevgiyle kucaklaşmaya çağırıyor hep. Tam da bu cesareti hak eden, çok güçlü, tesirli bir duygu olarak sevgiden ne bekliyor peki? Ona göre sevgi bir insana, bir topluma ne yapmalı / neler yapabilir? Hemen albümün adıyla kastetmek istediklerine çeviriyor odağımızı. Zira köleliği, sömürgeciliği, yerinden edilmeyi inceleyen bir albümü yalnızca öfke ve acıyla doldurmanın kolay bir yol olduğunu düşünüyor. O ise annesinden, ailesinden, etkileşim içinde olduğu Siyah topluluklardan aldığı, sevgiyle pek çok şeyin üstesinden gelmenin mümkün olduğu öğüdüne tutunmayı seçmiş. Gezegendeki tek bir insanın bile kaybı, hayal kırıklığını, acıyı yaşamamış olmadığını hatırlatarak; bu deneyimlerin, kişilerin iç dünyasını ve toplumları iyiye dönüştürebilme potansiyelinin altını çiziyor. Şu sözlerle:
“Sevginin kendine özgü çağrışımları olduğunun gerçekten farkındayım. Bana göre en devrimci kelime o. Çünkü öfkemle, sevgiyle yüzleşebilirsem ilerleyebilirim. Adaletimle, sevgiyle yüzleşebilirsem ilerleyebilirim. Sevincimle, sevgiyle yüzleşebilirsem; merakımla, sevgiyle yüzleşebilirsem; biriyle sevgiyle tanışabilirsem ilerleyebilirim. Sevginin karmaşıklığı üzerine düşünmeyi de seviyorum. Çünkü sevgiyi hissetmek, tam olarak olduğumuz gibi olduğumuzu kabul etmektir. Ancak aynı zamanda bize en iyi hâlimizi gösterir. Benim hayatımı yönlendiren şey gerçekten bu. Zayıflıklarıma bakabilmek, bunları duygulara dökebilmek ve olduğum kişiyi kabul edebilmek istiyorum. Olabileceğim en iyi kişi olmak için ilham vermeye devam etmek istiyorum. Bence sevgi budur.”
Türkiye’de son aylarda gündemimizi hayvan cinayetlerine yol açan bir yasa ve çocuk ölümleri kaplıyor. En savunmasız olanların hedef hâline getirildiği, psikolojik olarak epey yıpratıcı, sevgisiz bir dönemden geçiyoruz. Çarçabuk unutan, baskılana baskılana duyarsızlaşan bir toplumuz. I Came From Love’a buradan bakınca, içinde bu anlamda evrensel bir mesaj veren bir şarkı buluyorum: “Amnesia”. Toplumsal hafızayı besleme konusunda müziğin ne kadar etkili bir araç olduğunu Dave’den dinlemek istiyorum. Müzisyenlerin, anlatılarını doğru sorular üzerine kurmasının çok güçlü etkileri olduğuna inanıyor Dave Okumu:
“Didaktik olmak istemiyorum. Size ne olduğunu veya ne olması gerektiğini söylemiyorum. Sanatın rolünün bir parçası da soru sormak. Bazı sorular açık uçlu, bazıları acı verici, bazılarının bariz yanıtları var. Ama bence başımıza gelen en tehlikeli şey, soru sormayı unutmak, uykuya dalmak. Kolektif çabaların işlevi, insanların düşünüp ‘Ah, bir saniye!’ diyebilecekleri alanlar yaratmak olmalı. Abaka’nın öyküsü beni kendi adımla ilgili düşünmeye itti örneğin. Hikâyelerimizi müzik, görsel sanatlar, edebiyat aracılığıyla paylaşmanın, bir tür şeffaflık yaratmak için güçlü ortamlar hazırladığını düşünüyorum. Nerede olduğumuzu görmek için kendimize bir bakalım. Belki iyiyiz, belki de değiliz.”
Albüm akarken, bir önceki şarkıdan bir sonrakine taşan çeşitli söz tekrarları ve bazen hayaletleri andıran uğultular, koro sesleri; kolektif bilinç altında taşıdığımız kimi bilgileri, hisleri kaşıyor. Dave’in az önce bahsettiği şeffaflığı dinleyici nezdinde katmanlaştırmak için iyi bir yol bu. Öyleyse kurguladığı anlatının müzikal tasarımı ne tür detaylarla biçimlenmiş, öğrenelim:
“Müziğin yankılar içermesi kasıtlıydı çünkü bana göre hikâyelerin yeni bağlamlarda tekrar tekrar yüzeye çıktığı nesiller arası yankılar, insan deneyiminin önemli bir parçası. Bunun kuşaklar boyunca sürekli olarak sorulan sorularla karakterize edildiğini hissediyorum; ta ki daha fazla dikkat gösterilene, alınması gereken dersler alınana kadar. Ancak böyle ilerleyebiliriz. Yani yapı bunun üzerine kuruldu; hızlıca anladım ki işi bu şekilde kimliklendirmek istedim. Belirli duygulara, atmosferlere geri dönüşler yaratmak istedim.”
I Came From Love, müzikal bellekten, Dave’in müzikle ilişkisini güçlendiren tınıların izlerinden de epey beslenen bir kayıt. Yıllar önce The Quietus’la D’Angelo’nun Vodoo’sundan Can’in Tago Mago’suna uzanan nefis bir albüm listesi paylaştığına rastladım. Dinlediği kadar ürettiği müziğin de yelpazesinin geniş oluşu şu soruyu doğurdu: I Came From Love’a ulaşan bir müzikal soyağacı çizsen dallarında hangi albümler olurdu? Önce bu kazının, solo albümün hazırlık sürecinin önemli bir parçası olduğunu vurguluyor. Ve şöyle devam ediyor:
“Soy ve miras konularını keşfetmek istediğimi biliyordum ama sadece kişisel tarihimden değil; bambaşka ilham kaynaklarımdan da yararlanmaktı amacım. Yani belirli hareketlerle, belirli tatlarla, yıllarca bana ilham veren türlü şeylerle kasıtlı bir bağlantı kurdum. Bunun albümde maddeleşmiş olduğunu hissettirmek istedim. Bence modern müzik prodüksiyonlarında, özellikle ticari alanda, insanlar sadece daha önce olanı yeniden yaratmak istiyor. Ben daha çok, geçmişte aldığımız ilhama nasıl yeni bir yüz kazandıracağımızla ilgileniyorum. Bu albümü kaydetmenin en keyifli yanlarından biri ilham kaynaklarımı ortaya çıkarmaktı.” Onlar da öncelikle sevgili Grace Jones, çocukluğunda onu çokça etkileyen Prince, elbette D’Angelo ve Can, birtakım kutsal müzikler, Sly & Robbie, Miles Davis, Fela Kuti, bir de Tom Skinner, Shabaka gibi çağdaşları.
Koşulları iyi şeyler için şekillendirme dürtüsü
I Came From Love, müzikal niteliği kadar görsel ifadesine de özenilmiş bir albüm. “Not an easy thing to do; Go deep, go deep into the color blue.” notuyla paylaştığı video serisi ve röportajda eşlik eden fotoğraflar için Nicolas Premier ile yolları nasıl kesişti? Birlikte neler hayal ettiler; çekimler nasıl geçti? Bağlantı, Dave’in menajeri aracılığıyla kurulmuş. Kendisi Nicolas ile görüştükten sonra Dave’i arayıp, “Senin Fransız versiyonun gibi.” demiş hatta. Dave ise şöyle anlatıyor Nicolas’yı:
“Gerçekten eşsiz bir vizyona sahip, olağanüstü bir sanatçı. Sesin görüntüden önce geldiği ilginç bir çalışma biçimi var. Daha önce böyle biriyle çalışmamıştım; bu yüzden çok heyecanlıydı. Ayrıca temalarla hâlihazırda bir ilişkisi, bu konularda uzun zamandır düşündüğü şeyler de vardı; dolayısıyla bunu, zihninde benimle aynı fikirleri döndüren biriyle yapmak gerçekten harikaydı. Onunla çalışmanın her ânını sevdim. Film, fotoğrafçılık, görsel sanatlarla her zaman ilgilendim; film yapımcılığını müzik yoluyla keşfetme isteğim hep vardı. Seri, geleneksel müzik videosunun ötesinde bir şey sunuyor; bu yüzden ona dair fikirleri parçalamak çok güzeldi. Nicolas’ya, albümün hikâyesini kişisel bir yoldan anlatma konusundaki müthiş işinden dolayı teşekkür ediyorum.”
Anlayacağınız, Dave Okumu birlikteliğe, takım çalışmasına çok değer veren, bunun ihtiyacını devamlı hisseden biri. “İnsanlarla nasıl bağlar kurabileceğimi, nasıl iletişime geçebileceğimi öğrenmek istiyorum çünkü hayat bundan ibaret.” diyecek kadar net bu konuda. COVID sonrası iyice artarak, neredeyse bir sosyal pandemiye dönüşen bireyselleşme eğilimi karşısında önemli bir duruş gösterdiği. İngiltere müzik sahnesi bu anlamda açık mı? Orada ortak üretime zemin hazırlayan alanları nereler peki?
“Bence bu COVID’den önce oldu. Bence bu tür bir bireyselcilik çağı uzun zamandır demleniyordu ve bunun, göreceli izolasyonda nasıl var olabileceğimiz konusundaki miti yaratan teknolojik gelişmeler tarafından daha da karmaşık hâle getirildiğini düşünüyorum. Müzisyen olmak istiyorsanız deneyimlerinizi paylaşmalısınız; bir grupta bulunarak veya diğer insanlarla çalarak. Dijitalleşmenin olumlu tarafı; coğrafi konumlar, zaman, bütçe kısıtlamaları gibi sebeplerle aksi takdirde mümkün olmayacak etkileşimlere izin vermesi ve yaratıcı süreçleri demokratikleştirmesi.” diyor Dave. Öte yandan müziğe başladığı zamanlarda her işini görecek bir teknoloji hazır olsaydı, bugün, çaldığı projeler için kurduğu ortaklıklar ya da prodüktörlük vesilesiyle kazandığı topluluğa sahip olamayacağının altını şöyle çiziyor:
“Kişisel olarak, farklı türde deneyimler için alan yaratma konusunda derin bir istek hissediyorum; iş birliği derin ve uzun vadeli kültürel değişimleri kapsıyor; bence bu en iyisi. En anlamlı şeyler hep buradan gelir.” Onun deneyimi erken yaşlarında, benzer fikirlere sahip olduğu insanlarla tekrar tekrar buluşup fikir alışverişleri yaparak, birbirlerini destekleyerek gelişti. Bunu sürdürebilmek için kurduğu The 7 Rooms adlı bir stüdyosu var. “Burası bir aile, harika müzisyenlerden oluşan bir köy. Herkes inanılmaz işler çıkarıyor ve hepimiz birbirimizi destekliyoruz. Artık eski moda olsa da topluluk kelimesine, ilişki kurmaya, somut deneyime ve uzun süreli alışverişe gerçekten inanıyorum. Bence bireyselleşme eğiliminin sonuçlarından biri de anlamlı bir süreci yansıtma kapasitesini azaltması.” sözleriyle anlatıyor oranın dinamiğini.
Kendisinin en yeni ortaklıklarından biri de Türkiye’den. Martin Terefe’nin daveti üzerine Melike Şahin’in yeni albümü Akkor‘da çaldığını biliyor muydunuz? Acaba nasıl buluştular, stüdyo seansları nasıl geçti? Alışık olmadığı bu müzikle vakit geçirmeyi nasıldı?
Şöyle: Bir gün Martin Terefe, Dave’i arıyor ve “Harika bir müzisyen için bir albüm yapıyorum, gelip çalar mısın?” diyor. Yanıt hemen “Evet!” oluyor. Çünkü ona göre yaratıcı yolculuğun en büyük ayrıcalıklarından biri, ilişkileri geliştirmeye öncelik vermek. Ancak bunu yaptığınız zaman değişik ve iyi şeyler olduğunu söylüyor. Martin ve Dave daha önce Miles Davis’in ikonik kaydı Bitches Brew’un 50. yaşı onuruna kaydedilen London Brew albümünde birlikte çalışmıştı. Onlara Nubya Garcia, Shabaka Hutchings, Tom Skinner gibi günümüz İngiltere caz sahnesinin kahramanları eşlik etmişti. Bu tanışıklığın ardından Melike Şahin’in müziği için yeniden bir araya gelen ikili, bir defa daha çok keyifli ve akıcı bir kayıt süreci yaşamış. “Dilini konuşamadığınız, başka kültürlerden gelen müzikler her zaman ilginçtir. Bu kez çok doğal bir biçimde bağ kurdum. Benim için harikaydı. Melike’yi tekrar görmek için heyecanlıyım ve gelecekte yeniden birlikte müzik yapma fırsatımız olacağını umuyorum.” sözleriyle anlatıyor hislerini.
4 Ekim’de Babylon’da buluşuyoruz. “The struggle to articulate what we’re going through.” (Yaşadıklarımızı ifade etme mücadelesi). Bu cümleyi ve bu şarkıyı hep birlikte söyleyeceğimiz ânı sabırsızlıkla bekliyorum. Bence İstanbul’un bu meditasyona çok ihtiyacı var. Ya Dave Okumu nasıl duygularla karşılayacak İstanbul’u? Neredeyse 20 yıldır İstanbul’a gelmek istediğini ancak ilk defa fırsat bulduğunu söylüyor. Arkadaşları ve meslektaşlarından şehir hakkında çok güzel şeyler duyduğunu da ekleyerek, şöyle bitiriyor sözlerini:
“Dünyayı dolaşmanın ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunun ve müziğin beni diğer kültürlere nasıl bağladığının farkındayım. İstanbul’u görmek ve orada performans sergileyerek sevgimizi paylaşmak için gerçekten çok heyecanlıyım. İnsanların bir araya gelip, açık kalpler ve zihinlerle bir deneyimi paylaşmasında çok güçlü bir şey olduğunu düşünüyorum. Burası iyi şeylerin olduğu bir alan ve bu çok ilgimi çekiyor. İyi bir şey için koşulları şekillendirmenin bir parçası olabilirsem, bu benim için harika.”
Bu röportajı mümkün kılan Deniz Ünligil’e teşekkürler.