Sinema salonları arasında mekik dokumakla, seanslara son dakika yetişme telaşıyla ve gösterimler sonrası sinema sohbetleriyle geçen bir Filmekimi’ni daha, İstanbul ayağıyla geride bıraktık. Cannes’dan Venedik’e, Locarno’dan Toronto’ya çeşitli festivallerde dünya prömiyerini yapan filmlerin yanı sıra, yaklaşan ödül sezonunda iddialı olması muhtemel yapımlara da yer veriliyor olması nedeniyle Filmekimi’nin cazibesi her daim ayrı.

Program kapsamında izlediklerimize dair hislerimizi ve düşüncelerimizi kayıt altına almak amacıyla hazırlanan bu dosya bizce kimi dört başı mamur yapımları, heyecan verici keşifleri, potansiyelini gerçekleştiremeyenleri ve hayal kırıklıklarını barındırıyor. Bu sene 23. kez düzenlenen Filmekimi’nin Türkiye turuna sırasıyla Diyarbakır, Ankara ve İzmir’le devam edip, 27 Ekim’de son bulacağını ekleyelim.


All We Imagine as Light / Aydınlık Hayallerimiz
Yönetmen: Payal Kapadia

“İllüzyon şehri” Mumbai’ye hoş geldiniz. 30 seneden bu yana Cannes Ana Yarışma’da yer almış ilk Hindistan filmi olan All We Imagine as Light; hayaller ve arzuların gerçekleştirilmesi kadar kişiyi ezip yok etme ihtimalini melankoli, zerafet ve şefkatle resmeden bir sinemasal başarı. Milyonlarca hikâyenin belirip kaybolduğu Mumbai’nin simülatif yapısında, herkes kendine yer bulmak ve illüzyona kapılmak zorunda; yoksa “Hayatta kalamazsın.” diyor dış ses. Bu karmaşanın içinde varoluş mücadelesi veren üç kadını takip etmeye başlıyor kamera. Yönetmen Payal Kapadia, onların hikâyelerini, patriyarkal yapının gölgede bıraktığı bireysel özgürleşme mücadeleleri olarak ele alırken; dayanışma biçimlerini ise didaktik herhangi bir söylemden uzak durarak, incelikle ortaya seriyor. Atmosfer ve his sinemasına hâkim, mekânları algılayış ve portreleyiş biçimindeki tavır da pek özgün bir sinemacının ayak seslerine dikkat! – Merdan Çaba Geçer


Anora
Yönetmen: Sean Baker

Altın Palmiye’nin bu yılki sahibi, nefis Amerikan bağımsızı Anora; Sean Baker’ın kariyerinin en iyilerinden olmasının yanı sıra hareketli, güçlü ve umut dolu sinema diliyle de öne çıkıyor. Özbekistan kökenli Anora adlı bir gece kulübü dansçısı / seks işçisinin bir Rus milyarderin oğluyla geçirdiği fırtınalı bir haftaya odaklanan film; Baker’ın Tangerine, The Florida Project ve Red Rocket gibi nefis işlerinde olduğu gibi bizleri Amerika’nın alt sınıf kimliklerinin varoluş dertlerine usta işi bir mizah ve temposunun bir saniye bile düşmediği bir hikâyeyle ortak ediyor. Anora’nın bulunduğu kulüpten kurtulup hayalini bile kuramayacağı bir hayata adım atma olasılığı etrafında şekillendirdiği hikâyesinde, “yırtma” kaygısını kendine özgü bir adalet duygusuyla dengeleyen Baker’ın hümanizmi ve hayatın bizlere hazırladığı duygu yüklü açmazlara karşı metanetli tavrı, her filminde olduğu gibi seyir zevkini doruğa çıkarıyor. – Melikşah Altuntaş


The Apprentice
Yönetmen: Ali Abbasi

Donald Trump’ın gençlik yıllarını ve bugünkü gücüne kavuşmak için geçtiği yolları anlatan The Apprentice, Cannes’daki prömiyerinden bu yana tartışılmaya devam ediyor. Yönetmenliğini Border / Sınır ve Holy Spider gibi işleriyle tanınan Ali Abbasi’nin üstlendiği filmde Trump, zengin bir ailenin gölgede kalmış ikinci oğlu olarak adını duyurmak ve zengin olmak için hırslı ve hevesliyken; tanıdığımız Trump’ı şekillendirecek olan acımasız avukat Roy Cohn’un etkisi altına giriyor. The Apprentice, bir izle ve unut filmi. Hızlı temposu ile başından sonuna bir canavarın yükselişini seyirciye aktarıyor, kötülüğün kendini Trump üzerinden var etmesine seyirciye tanıklık ettiriyor. Fakat film bittikten sonra bu derinliksiz portre hakkında düşünme ya da tartışma dürtüsü uyanmıyor. Daha ziyade geriye kalan, filmdeki kötünün hâlâ hayatta ve tüm hırsı, kötülüğü ile var olmaya devam ettiğini düşünmek. – Olcay Özer


Armand
Yönetmen: Halfdan Ullmann Tøndel

Karanlık ve kasvet dolu bir okul gününde yaşanan, Norveç usulü bir skandal. Film, iki çocuk arasındaki muğlak bir olayı alıp tam bir sinir harbine dönüştürüyor. Tabii, ortada çocuk falan yok çünkü biz onları değil, büyüklere has trajik komediyi izliyoruz. Renate Reinsve’nin sinir krizine girmesi mi, yoksa okulda kendiliğinden patlayan burun kanamaları mı daha absürt karar vermek güç. Bir noktada, “Bu kadar kasvetle ne yapacağız?” diye sormak isterken, yönetmen bize istemeden Norveç minimalizmiyle “Cevap aramayın, hissetmeye bakın” diyor. Özetle, film bize çocuklardan çok, yetişkinlerin dramlarının daha korkutucu olduğunu; bir de yağmur altında ağlamanın insana iyi geldiğini hatırlatıyor. – Meltem Demiraran


Bird / Kuş
Yönetmen: Andrea Arnold

Andrea Arnold’un son filmi Bird, izleyiciyi insan doğası ve kırılganlık üzerine düşündüren bir hikâyeye davet ediyor. Karmaşık ve kirli bir mahallede yaşayan genç bir kadının özgürlüğe olan özlemi; babası, hayatına dâhil olan yeni biri, annesi ve acıtarak hayatından çıkan diğerleri arasında bölünüyor. Arnold’un kendine özgü sinematografik diliyle, benliğin gücü ve insanın içsel çatışmalarına dair zarif bir dokunuş. Yalnızlığın ve umudun sınırlarını keşfeden, derin ve sarsıcı bir duygu yumağı. – Esin Çalışkan


The Brutalist
Yönetmen: Brady Corbet

Venedik’ten En İyi Yönetmen ödülüne uzanıp eleştirmenlerin de yoğun ilgisine mazhar olan The Brutalist; tersten bir Amerikan destanı, bir odyssey. Bauhaus çıkışlı ünlü Macar mimar László Toth’un “hiç kimse” olarak ayak bastığı bu kıtada kendini yeniden inşa edip, güce iyiden iyiye teslim oluşunu izlettiren yapım; çürüyen ve içindekileri çürüten bir organizma olarak tasvir ediyor ülkeyi. Brady Corbet bir yönetmen olarak varlığını ve ağırlığını her saniyede hissetirmeye niyetli; bu nedenle görkemli olmayı çok isteyen, sahiden çoğu zaman oldukça görkemli hissettiren ama sanki bu görkeminin altını fikirsel anlamda yeterince dolduramayan bir yapım The Brutalist. Anlamı, tepetaklak bir Özgürlük Heykeli gösterecek kadar dolaysızca yarattığı anlar daha tesirli olabiliyor bazen. Öte yandan mimarinin ideolojik izlekleri aracılığıyla, bireysel travmanın sanatsal üretime yansımaları hakkındaki final için bile ayırdığınız 215 dakikaya değiyor. – Merdan Çaba Geçer


Daneh Anjeer Moghadas / The Seed of the Sacred Fig / Kutsal İncirin Tohumu
Yönetmen: Mohammad Rasoulof

Baskı ne kadar korkutabilir? Korku ne kadar zalimleştirebilir? İnanç ne kadar kör edebilir? Bir insan sevdiklerini ne uğruna feda edebilir? Dayanışma kaç hayatı kurtarabilir? İran’ı saran politik gerilimin yıkıcılığını ülke ve aile arasında ölçek değiştirerek izleyen Daneh Anjeer Moghadas / The Seed of the Sacred Fig; Devrim Mahkemesi’nde soruşturmacılığa terfi eden baba Iman’ın günün birinde sırra kadem basan, bulunamazsa ağır yaptırımları olacak silahının izini sürerken, şüphesinin hedefi hâline gelen eşi ve kızlarının, kendisiyle baş etme formüllerini koyuyor gözümüzün önüne. 168 dakikalık süresi boyunca dikkatin dağılmasına izin vermeyen, son derece sürükleyici, özellikle karakter yazımı oldukça güçlü bir yapım The Seed of the Sacred Fig. Diken üstündeliği buram buram hissettirirken, seyirciyi belli bir mesafede tutmayı da başarıyor üstelik. Boğazını sıkmıyor, en öne hep merak duygusunu koyuyor. – İlayda Güler


Le Deuxième acte / The Second Act / İkinci Perde
Yönetmen: Quentin Dupieux

Florence, erkek arkadaşı David’i babası Guillaume ile tanıştırmak istiyor. David ise hiçbir şey hissetmediğine emin olduğu Florence’den kurtulmak için onu yakın arkadaşı Willy ile tanıştırmak istiyor. Klişe bir aşk filmi hikâyesi gibi duyuluyor, değil mi? Tabii ki değil. Bu filmde hiçbir şey klişe değil, hiçbir şey gerçek değil ve hiçbir şey kurmaca değil. En azından son sahneye kadar neyin gerçek, neyin kurmaca olduğu hiç ama hiç belli değil. Quentin Dupiex, Le Deuxième acte /The Second Act ile izleyiciyi her an şaşırtmayı ve merakı diri tutmayı başarıyor. Bazen filmlerin, masalların, şarkıların gerçek hayattan daha sahici gelişi ve gerçek hayatın daha kurmaca ilerleyişi üzerine düşündürüyor. Filmin yarattığı kafa karışıklığının sıyrılmak ve tartışmayı sonlandırmak için aslında Florence’in uygun bir repliği var: “Gerçeklik gerçekliktir. Nokta.” Bu replik belki biraz yardımcı olabilir ama bir saniye… Florence gerçek biri mi ki? – Zelal Buldan


A Different Man
Yönetmen: Aaron Schimberg

Yazar ve yönetmen Aaron Schimberg’un üçüncü ve gerek sanatsal gerek tanıtımsal olarak şimdiye kadarki en başarılı filmi A Different Man’in absürt komedi mi, psikolojik gerilim mi olduğuna karar vermesi ne mümkün, ne de gerekli. Hevesli oyuncu adayı ve nörofibromatozis hastası Edward’ın karşısına çıkan deneysel bir tedavi imkânını değerlendirmeye karar vermesiyle yaşadığı değişim, hayatını bütünüyle düzeltecekken tümüyle altüst eder. Bu noktadan sonra gelişen olaylarla idealler, kimlik ve yansıtarak oluşturduğumuz insanlar hakkında saçma olduğu kadar derin vurgular yapan uzun metrajda Sebastian Stan, Renate Reinsve ve Under The Skin’deki varlığından anımsanabilecek oyuncu ve televizyon kişiliği Adam Pearson başrolleri paylaşır hâlde. – Zeynep Naz Günsal


Emilia Pérez
Yönetmen: Jacques Audiard

Cinsiyet değiştirme ameliyatı olan bir kartel liderinin hikâyesi, türler ve temalar üzerinde dolanarak aktarılıyor; müzikal – suç filmi Emilia Pérez’de. Yönetmen Jacques Audiard, birçok duygunun ve meselenin peşinden gitse de hiçbirini tam olarak merkeze koymuyor. Meksika’yı baz alarak; körelmiş hukuk sistemi, toplumun zenginlik ve güçle yozlaşan sınıfları, hükümetin ilgilenmediği cinayet kurbanı kayıplar gibi politik meseleleri araştırıyor. Bunu yaparken ayrı ayrı içsel çatışma yaşayan kadın karakterlerinin duygu dünyalarının içine girmeye çalışıyor ancak filmin biraz kafası karışık; âdeta söylediği her cümlenin sonunu getirmeden apar topar diğerine geçiyor ve sonunda hepsini yarım bırakıyor. Filmin özü olan cümle, Rita ve ameliyat için görüştüğü doktorun diyaloguyla başlayan müzikal sahnede saklı. Şöyle söylüyor Rita: “Beden değişirse ruh değişir, ruh değişirse toplum değişir.” – Ezgi Oğraş


Les Femmes au balcon / The Balconettes / Balkondaki Kadınlar
Yönetmen: Noémie Merlant

Yönetmen Noémie Merlant’ın, senaryosunu Céline Sciamma’yla birlikte kaleme aldığı Les Femmes au balcon / The Balconettes’te Sciamma’nın özgün kalemi derinlikli karakterlerle birleşerek toplumsal cinsiyet, kimlik ve cinsel şiddet temalarıyla bir başkaldırı hikâyesi anlatıyor. Fransa’nın banliyölerinde farklı hayatlar süren ama kaderleri kesişen üç kadının, apartmanlarındaki balkonlarında kurdukları dostluk ve yoldaşlık üzerine kurulu anlatının mizahı tavizsiz; dayanışma daveti ise kaçınılmaz! – Esin Çalışkan


Ljósbrot / When the Light Breaks / Gün Doğarken
Yönetmen: Rúnar Rúnarsson

İzlanda’nın soğuk ama bir o kadar da büyüleyici atmosferinde geçen Ljósbrot / When the Light Breaks, yönetmen Rúnar Rúnarsson’un duygusal derinlik ve görsel zarafetle ördüğü bir başyapıt. Hikâye, aşkını kaybeden ve gizli ilişkisi yüzünden yaşadığı yas bile bir sır olarak kalmak zorunda kalan Una’nın sessiz acısına odaklanıyor. Tüm bu duygusal belirsizlik içinde Klara ortaya çıkıyor, Diddi’nin gerçekte neler yaşadığından habersiz. İki kadın, aynı adamın yasını tutarken garip bir bağ kuruyor; ancak düpedüz farklı dünyalarda. Ani bir kaybın getirdiği karmaşık duyguları evrensel bir hikâye üzerinden izleten film; kaybın yaşandığı o tek ânı alıp, genişleterek bize çelişkili duyguların bir gün içinde nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Gülmekle ağlamak arasındaki o ince sınır neredeyse siliniyor; küçük mutluluklar ve büyük acılar yan yana, birbirine karışarak ilerliyor. Sanki birini hissederken diğerinin gölgesi sürekli üzerinizde. – Meltem Demiraran


Memoir of a Snail / Bir Salyangozun Anıları
Yönetmen: Adam Elliot

Bir başka stop-motion harikasıyla dönen Adam Elliot, bu kez yaşamları bir talihsizlikler silsilesi etrafında örülse, küçücük yaşlarında birbirlerinden uzak düşseler de kurdukları sımsıkı bağdan asla vazgeçmeyen iki kardeşin, Grace ve Gilbert’ın hikâyesine sanki herhangi bir seyir perdesinden değil de olabilecek en yakın mesafeden tanık ediyor. Sarah Snook ve Nick Cave gibi seslerle içine düşeceğiniz kilden dünyanın kasvetli dokuları, karanlık renk paleti sizi yanıltmasın; mümkünse avucunuza bir mendil, üstünüze bir battaniye alın, bir salyangoz gibi kabuğunuza çekilin ve gerisini ona bırakın. Zira göz yaşları, kahkahalar, gerilimler arasında âni virajlar dönerken; kayıplar ve ayrılıklarla büyümüş, biri depresif diğeri kaygılı iki çocuğun günbegün çoğalan yalnızlıklarını, kimse görmese de içlerinde taşıdıkları hazineleri, dostluk ve aşkla yaptıkları iyi kötü keşifleri, hayatta kalmak için buldukları yaratıcı yolları nefis yazılmış yan karakterlerin katkılarıyla, bir şefkat örtüsünün sıcaklığında izleyeceksiniz. Bir bakmışsınız; kabuk görevini çoktan tamamlamış, dışarıdan korkacak bir şey kalmamış. – İlayda Güler


On Becoming a Guinea Fowl / Beç Tavuğu Olmak Üzerine
Yönetmen: Rungano Nyoni

On Becoming a Guinea Fowl; toplumsal cinsiyet rollerinin, ataerkil yapıların kadınlara uyguladığı ekonomik, psikolojik, cinsel şiddetlerle onları nasıl zalimce sömürdüğünü Afrika kökenli kalabalık bir ailenin dinamiklerinde, bir kaybın gölgesinde arıyor. Günlerden bir gün, çocuk yaşlarında cinsel istismara maruz bıraktığı yeğenlerinden biri, dayısını bir yol ortasında ölmüş olarak buluyor; sırlar açığa çıkmak için kapıları zorlarken, sistem faili korumak için elinden geleni ardına koymuyor. Rungano Nyoni, meselesinin ağırlığını taşımaktan kaçmadan etrafında olanların tuhaf komedisini de gören, gerçeküstü bir dille hikâyeye bağlıyor seyircisini. Bastırılmışlığın içselleştirilmesi, gücün altında daha da ezilme korkusu, itibar kaygısı, ekonomik çıkar ilişkileri gibi türlü sebeplerden sorgusuzca uygulanan aile içi inkâr mekanizmasını oldukça çarpıcı anlar ve dudak uçuklatan diyaloglarla gösteriyor film. Bu kâbustan uyanmanın yolu, yırtıcı hayvan tehlikesine karşı alarm verebilen beç tavuklarının birbirini bulup dayanışmasından geçiyor. – İlayda Güler


Pigen med nålen / The Girl with the Needle / Şişli Kız
Yönetmen: Magnus von Horn

Magnus von Horn’un filmografisinde zirve nokta olan bu kasvetli uzun metraj, true-crime türünün en koyu tonlarını kullanmaktan çekinmezken; peri masalı, macabre ve gotik korkudan oluşan bir spektrumda geziniyor. Savaşta gönüllü asker olarak cepheye katılan partnerini kaybettiğini düşünen, evlilik dışı ilişkiden hamile kalan genç bir kadının, Karoline’in, toplumun “harcanabilir” olarak gördüğü yaşamına tutunma çabasının hikâyesi Pigen med nålen / The Girl with the Needle. Karoline özelinde cesaret ve hüzün dolu bir varoluş mücadelesi olarak özetlenebilir ancak anlatı, bir kişi özelinde değil, aynı zamanda topluma yönelik de bir bakış sunuyor ve kriz dönemlerinde artan şiddeti konu ediyor. Toplumsal ayrışmanın şiddet ortamını nasıl derinleştirdiği ve kadınlar ile çocukları “harcanabilir” hâle getirip değersizleştirdiğine dair, bir başka coğrafya ve dönemden kesit sunan film, son derece etkili görsel ve işitsel bir dile sahip. – Biçem Kaya


The Room Next Door / Yandaki Oda
Yönetmen: Pedro Almodóvar

Pedro Almodóvar‘ın İngilizce çektiği ilk uzun metrajlı film olan, Altın Aslan ödüllü The Room Next Door; İspanyol sinemasının usta yönetmeninin hayat ve ölüm üzerine düşüncelerini, karakterlerini bolca konuşturarak sıraladığı olgun bir melodram. Son kitabının tanıtım turundaki Ingrid’in eski dostu Martha’nın kanser olduğu haberini almasıyla başlıyor film. Hastaneye birbiri ardına ziyaretlerde bulunan Ingrid’in Martha’nın geçmişi üzerine yaptıkları sohbetler, Martha’nın bir talebiyle başka bir yöne evriliyor ve Ingrid hayattaki korkulu rüyasıyla yüzleşmek zorunda kalacağı bir yolculuğa çıkıyor. The Room Next Door’un ilk yarısında izleyicinin yolunu bulup ne hissedeceğini kestirebilmesi güçleşiyor ancak neyse ki Almodóvar ikinci yarıyla birlikte hayatın sonluluğu ve insana eşlik eden nesnelerin değişmezliği üzerine, edebiyat ve sinema tarihinden referanslarla örülü bir anlatıya kırıyor dümenini ve o noktadan sonra filmin derinlikli dünyasına dâhil olabilen izleyicilerini muhteşem bir seyir tecrübesi bekliyor. – Melikşah Altuntaş


Saturday Night
Yönetmen: Jason Reitman

Tarih 11 Ekim 1975. Saat 22.00 ile 23.30 arası. Mekân Manhattan, New York’taki Rockefeller Center’ın 8. ve 9. katları. Tüm zamanların en uzun soluklu TV şovlarından biri olan Saturday Night Live’ın (SNL) ilk yayını öncesinde yaşanan kaosu konu edinen Jason Reitman filmi Saturday Night; programın yaratıcısı Lorne Michaels’ın tüm aksiliklere rağmen her şeyi kontrol altında tutmaya çalışma çabalarını izletiyor. Çok fazla olayı ve karakteri bu kadar kısa süreye sığdırmak kolay değil ve bazen ritim baş döndürücü hıza çıkıyor. Oyuncular, canlandırdıkları gerçek karakterlere bir taklitten öte, saygıyla eğilseler de film; yaklaşımının gerçekçi mi yoksa karikatürize olması gerektiğine karar verememiş gibi. Öte yandan Saturday Night Live’a ve bünyesinden çıkan isimlere ilginiz varsa, her halükârda eğlendiren bir seyirlik bu. – Utkan Çınar


The Shrouds / Kefenler
Yönetmen: David Cronenberg

Mezar başına hüzünlü çiçekler bırakmanın modası geçti artık. Karşınızda Karsh ve GraveTech adını verdiği dehşet verici icadı: Sevdiklerinizin mezarında çürüyüşünü izleyebileceğiniz kamera donanımlı kefenler. Artık yasınızı da “premium” yaşamaya hazırsınız! Body horror ve teknolojinin insan deneyimi üzerindeki etkilerini keşfetmeye The Shrouds ile devam eden David Cronenberg; bu kez sadece ölüm ve yas temalarına yeni bir bakış sunmakla kalmıyor, aynı zamanda gelecekte bu kavramların nasıl ticari bir deneyime dönüşebileceğini ürkütücü bir şekilde ele alıyor. Kimilerine göre beden korkusunun karanlığına pek de dalınmamış, hatta film yer yer “Çürüyen bir bedeni neden izlemek isteyelim ki?” sorusuna yeterince güçlü bir yanıt verememiş olabilir. Aslında burada neden ya da sonuç aramamak gerekiyor belki de. Maksat, gizemi çözmektense bu belirsizlikle yaşamak gibi. – Meltem Demiraran


The Substance / Cevher
Yönetmen: Coralie Fargeat 

Kadınları, kokuşmuş gençlik ve güzellik normlarına göre kategorize eden eril düzene kaldırılmış kocaman, çürümüş bir orta parmak. Bir zamanlar ödüllü bir oyuncu, şimdilerde ise bir aerobik programının “modası geçmiş” yıldızı olan Elisabeth; bedenini metalaştıran çarkların arasında varlığını sürdürebilme mücadelesinde. Kendisinin daha genç, daha güzel, daha mükemmel bir versiyonuna erişeceği vaadiyle gizemli bir maddenin, The Substance’in cazibesine kapıldığı vakit ise -tam anlamıyla “içinden çıkan”- Sue ile kimlik ve özdeğer kavramlarını sorgulatan, hassas mideler için sindirmesi zor savaşı başlıyor. Body horror ile splatter türlerini oldukça grotesk biçimde dans ettiren Coralie Fargeat, takdir edilesi bir sonuç ortaya çıkarmaya yakınken, çatışmayı son dönemeçte iki kadın arasına indirgiyor ve bu nedenle ters yüz ettiği erkek bakışından tam anlamıyla azade olamıyor. – Merdan Çaba Geçer


Trei kilometri până la capătul lumii / Three Kilometres to the End of the World / Dünyanın Sonuna Üç Kilometre 
Yönetmen: Emanuel Parvu

Romanya’nın Tuna kıyısında küçük bir köye, ailesinin yanına tatile gelen Adi; homofobik bir saldırıya uğruyor ve film bu daracık alanda oldukça sıkışan Adi’nin dünyasında nefes aldırmaya çalışıyor. Adi’nin kendisine saldıranlardan şikayetçi olmaması için bir araya gelenler; aile baskısının, hiyerarşinin, dini yasakların birer temsilcisi oluyor. Şeytan çıkarma ayini için ailesi tarafından eli bağlanıp, ağzı kapatılarak sessizliğe ve kimsesizliğe bürünüyor Adi. Yavaş yavaş ailesinin gözündeki değerini kaybederek köyün en istenmeyeni, dışlananı, baskılanı oluyor. Film boyunca ilk sahnedeki neşeli halinden eser kalmıyor, sesi de ilerleyen sahnelerde daha az duyulur oluyor. Adi’nin konuşmaya izni yok; toplumun bütün ötekileştirenleri gibi. Prömiyerini yaptığı 77. Cannes Film Festivali’nden Queer Palm ile ayrılan Trei kilometri până la capătul lumii / Three Kilometres to the End of the World, sessiz bir çığlığın yankısını duyurmayı fazlasıyla başarıyor. Adi’nin o köyden çıkıp özgürlüğüne ve kendine ulaşması için kısacık bir deniz yolunu geçmeyi başarmasını umut ettirerek geçiyor film. Kısacık ama upuzun bir yol. – Zelal Buldan

  1. 70'lerden bugüne, SPOT IŞIKLARININ ARDINDA müzikli hikâyeler

    Spot Işıklarının Ardında sergisindeki fotoğraflar ister istemez bazı sesleri çağrıştırıyor; ardındaki hikâye ya da fikirleri öğrenme isteği uyandırıyor.

  2. 28. İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ programından öneriler topladık

    Bahar Çuhadar, Gülin Dede Tekin, Hande Sönmez, Mark Levitas, Yağmur Ruken Kahraman ve Zelal Buldan, 28. İstanbul Tiyatro Festivali programından dikkat çekenleri anlatıyor.

  3. Renklerin ve ihtimallerin sonsuzluğu: SANJA MARUŠIĆ

    "Rüzgârın tüm bedenine esmesi ve güneşin bedeninin tamamını yakmasını hissetmeye benzer bir şey daha yok."

  4. Keriz Boyacısı: 19. yüzyıl sonları, İstanbul, sahnede JOKER

    Kamerun’dan İspanya’ya uzanan Joker: Dünya’nın Türkiye ayağını Metin Akdülger yazdı, Ethem Onur Bilgiç resimledi.

  5. DAVE OKUMU’ya göre en devrimci kelime: Sevgi

    "Bazı sorular açık uçlu, bazılarının bariz yanıtları var. Ama bence başımıza gelen en tehlikeli şey, soru sormayı unutmak, uykuya dalmak.”

  6. Aynı oda, başka manzara: SQUID

    Squid üyeleri Ollie Judge ve Anton Pearson’la yaratıcı dinamiklerini konuştuk; bazı parçaları birlikte kurcaladık.

  7. Aylardan FİLMEKİMİ: Programdan 20 filme dair

    Filmekimi programından dört başı mamur yapımlar, heyecan verici keşifler, potansiyelini gerçekleştiremeyenler ve hayal kırıklıkları.

  8. “Kaybettiğimiz cesaretimizi bize hatırlatan bir oyun”: AYNA

    DasDas'ın yeni oyunu Ayna'yı metni çeviren İlksen Başarır ve oyuncuları Aytek Şayan, Barış Gönenen, Begüm Akkaya ve Uğur Uzunel ile konuştuk.

  9. Oyuncuları ve yaratıcıları ile AGATHA ALL ALONG üzerine: Ulvi amaçlar, beklenmedik sonuçlar

    Marvel dizisi Agatha All Along için oluşturulan; Kathryn Hahn'lı, Joe Locke'lu, Aubrey Plaza'lı, Patti LuPone’lu cadı meclisine konuk olduk.

  10. YAKOVOS BİLEK’in üç mektubu

    Ait hissettiği toplumdan uzaklaşıp yalnızlaşmış ve zorla bir yabancıya dönüştürülmüş Yakovos Bilek ve hikâyesi.

  11. Zamanla yarışmayı bırakmak: JAKUZİ

    Madalyon’un ilk yüzünü, yeni yaratıcı arayışlarını, tercihlerini ve bu oyun alanını kendisi için canlı tutabilme yöntemlerini Kutay Soyocak ile konuştuk. 

  12. Gerçek bazen engel olabilir: ZIA ANGER ve İLK FİLMİM

    Zia Anger, sanatçı olmanın yalnızca alkışları toplamaktan ibaret olmadığını, bazen sahneden düşmenin de bir tür dans olduğunu kanıtlıyor.

  13. trentemøller: Teenage Kicks 

    trentemøller, büyürken dinlediği müzikleri ve bu müziklerin üzerlerinde bıraktığı tesiri anlatıyor.

  14. Gerçeğin parçaları: CAN MERDAN DOĞAN ile EN UZUN GECE üzerine

    “Dikkatimi verdiğimde, sıradan olanın içinde görebildiklerim beni çok heyecanlandırıyor.”

  15. Böcekleri Seven Kadın, Alışın Her Yerdeyiz! ve bu ay başka ne okusak?

    Eylül 2024’te yayımlanmış, merak uyandıran kitaplar.

  16. 55 Albüm: Eylül 2024 best of

    “Ne dinlesek?” diye soranlara, eylül ayından yerli – yabancı karışık 55 albüm.

  17. Künye

    .