Dijital yas ve zihinsel beden korkusu: The Shrouds
Yazı: Meltem Demiraran
David Cronenberg’in geçtiğimiz mayısta Cannes Film Festivali’nde büyük bir merak uyandıran son filmi The Shrouds, Filmekimi kapsamında İstanbul izleyicisiyle buluştu. Kariyeri boyunca cesur ve yenilikçi tarzıyla hem izleyicileri hem de eleştirmenleri ikiye bölen Cronenberg, body horror ve teknolojinin insan deneyimi üzerindeki etkilerini keşfetmeye The Shrouds ile devam ediyor.
Vincent Cassel, Diane Kruger ve Guy Pearce gibi yıldız isimlerin başrollerini paylaştığı bu yapım, sadece ölüm ve yas temalarına yeni bir bakış sunmakla kalmıyor; aynı zamanda gelecekte bu kavramların nasıl ticari bir deneyime dönüşebileceğini ürkütücü bir şekilde ele alıyor.
*Bu yazı, The Shrouds filmini henüz izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.
Zaman dilimi ve mekân
Modern distopyaların vazgeçilmezi, belirsiz yakın gelecekteyiz. Tam olarak hangi zaman dilimde olduğumuzu bilmiyoruz ancak cep telefonlarımızda hologramları kontrol etmeye bir adım uzak, ölen sevdiklerimizin bedenlerini gözetlemeye ise fazlasıyla yakın bir zaman dilimindeyiz. Teknoloji öyle gelişmiş ki artık yas tutmanın da bir abonelik sistemi var!
Neredeyiz derseniz, muhtemelen her şeyin beyaz, gri ve aşırı steril olduğu, hastane mi laboratuvar mı yoksa ultra modern bir mezarlık mı anlamadığımız soğuk bir tesisteyiz. Ölenlerin çürümesini anbean izleyebileceğimiz bu “lüks hizmet”, bize ölümün ne denli soğuk, mekanik ve elbette kârlı bir iş olabileceğini gösterecek. Bir nevi geleceğin yayın platformlarından biri. Yalnızca içeriği biraz… çürümüş.
Konu nedir?
Mezar başına hüzünlü çiçekler bırakmanın modası geçti artık. Karşınızda Karsh ve GraveTech adını verdiği dehşet verici icadı: Sevdiklerinizin mezarında çürüyüşünü izleyebileceğiniz kamera donanımlı kefenler. Artık yasınızı da “premium” yaşamaya hazırsınız! Üstelik bu sayede yalnızca duygularınız değil, cüzdanınız da sıkı bir yas sürecinden geçme fırsatı bulacak.
Mucidimiz Karsh, bir yandan ölen eşinin görüntülerini izleyip saplantılı bir yas tutarken, diğer yandan mezarlığındaki birkaç mezarın vandalizm kurbanı olduğunu fark ediyor. Bu noktada işler iyice çetrefilleniyor: Birileri mezarları kazıyor, komplo teorileri havada uçuşuyor, hacker’lar, ikiz kardeşler ve AI avatarları derken ölülerin huzur bulamadığı, yaşayanların da “bazı şeylere” fazla kafa yorduğu bir distopyada buluyoruz kendimizi.
İlk intiba?
İlk bakışta soğuk görünse de derinleştikçe melankoliyi iliklerimizde hissediyoruz; Cronenberg kendi acısıyla bizi baş başa bırakmaya hazır. Vincent Cassel’in Cronenberg’ün klonu gibi görünmesi tesadüfi bir durum değil elbette. Toronto aksanı meselesine ise hiç girmiyorum bile. Ancak bu bir aşk hikâyesi mi yoksa dijital bir nekrofili mi? Tartışmaya açık.
Kesin olan tek bir şey var. Cronenberg tacını sağlamlaştırırken bir yandan da insanın ölüme duyduğu bitmek bilmez ilgiyi ve teknoloji ile birlikte ölümün bir gözlem nesnesi ve estetik fetişe dönüşümünü üzerine bir tutam dekadanlık serpilmiş Crash benzeri bir tuhaflıkla seyircisinin yüzüne vurmayı ihmal etmiyor.
En çok neyi sevdin?
“Dijital yas” meselesi The Shrouds’u sevmek için başlı başına bir sebep bana kalırsa. Cronenberg’in tasarladığı en absürt fikirlerden biri. Daha ne olsun? Görsel dili de cabası. Minimal ama her karede içimize bir tedirginlik yerleştiriyor; o yabancılaşma hissi ile sıkı sıkı sarmalıyor bizi. Bir yandan ürperip bir yandan “Vay arkadaş!” demekten kendimizi alamıyoruz.
Ve elbette Vincent Cassel, Diane Kruger ve Guy Pearce üçlüsü de bu rahatsız edici atmosferi köpürtüyor.
Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?
Cassel’in Karsh’ı, teknolojiyle ölüm arasında grotesk bir köprü kurarak yas tutmak yerine ölüme tapıyor. Diane Kruger ise hem Karsh’ın ölü eşi Becca’yı hem de ikizi Terry’yi canlandırıyor. Becca, film boyunca flashbacklerde ve Karsh’ın kâbuslarında bir hayalet gibi dolaşırken Terry, onun yasına bir “gerçeklik tokadı” atıveriyor. Karsh’ın Becca’yı unutamaması, Terry ile olan ilişkisini de çözülmesi zor bir düğüme dönüştürüyor tabii. İkiz kardeş dinamiği, Cronenberg’in zihninin hangi karanlık köşesinden çıktıysa, sonuç müthiş bir konforsuzluk yaratıyor.
Guy Pearce’a gelirsek… Maury bu tuhaf düzenin en büyük kaos katalizörü. Paranoyak bir hacker olarak ortalığı şöyle iyi bir karıştırmak ve komplolar ve şüphelerle dolu alt metinleri pekiştirmekle yükümlü. Tam anlamıyla bir “tech-guy” klişesi, ama tabii ki Cronenberg evreninde bir tık daha tuhaf.
En az neyi sevdin?
Yine tufaya düşmüş olmayı.
Cronenberg filmlerinin kana karışmak için birkaç gün beklemesi gerekiyor nedense.
Kimilerine göre beden korkusunun karanlığına pek de dalınmamış, hatta film yer yer “Çürüyen bir bedeni neden izlemek isteyelim ki?” sorusuna yeterince güçlü bir yanıt verememiş olabilir. Dr. Eckler’ın varlığı filmde önemli bir düğüm noktası gibi görünse de aslında burada neden ya da sonuç aramamak gerekiyor belki de. Maksat, gizemi çözmektense bu belirsizlikle yaşamak gibi.
Parazitler, mutasyonlar ve patlayan organlar eskidendi. Bu kez karşımızda zihinsel bir beden korkusu var. Bedenin dehşeti, çürümenin izlenebilir bir deneyime dönüşmesiyle farklı bir boyuta taşınıyor. Dehşetin kökleri ise ölümün kaçınılmazlığını sürekli göz önünde bulundurma zorundalığına dayanıyor.
Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?
Son dönemlerde biraz fazla Baudelaire okumuş olabilir misiniz?
Bunu seven şunları da sever
Ekran başında geçirdiği her dakikayı kâbusa dönüştürecek grotesk bir kült arayanlara Videodrome, The Shrouds’un soğuk atmosferine ve kasvetli melankolisine doyamayanlara Jonathan Glazer’dan Under the Skin ve ölüm ile insanlık arasında varoluşsal bir mekik dokumak isteyenlere ise Kazuo Ishiguro’dan Never Let Me Go reçete ediyoruz.