22 Şubat’ta vizyona çıkan Sibel, güçlü karakteri ve ona hayat veren güçlü performansla dikkat çekiyor. Guillaume Giovanetti ve Çağla Zencirci’nin imzasını taşıyan Sibel’in ulusal ve uluslararası başarılarına neredeyse her hafta bir yenisini eklediği sonbahar aylarında, filmin başrol oyuncusu Damla Sönmez’le Chicago’da buluştuk.


Geçtiğimiz eylül ayında, Twitter’da bir kısa videoya denk gelmiş, ilgiyle izlemiştim. Kısa bir internet aramasıyla fark ettim ki, Giresun’daki Kuşköy ve orada köklü ve benzersiz bir gelenek haline gelmiş olan Kuş Dili üzerine olan bu video, bu konudaki ilk video değildi. Üzerine birçok belgesel yapılmış, The New Yorker’dan BBC’ye birçok uluslararası yayının ilgisini çekmiş olan Kuş Dili, 2017’de UNESCO’nun somut olmayan dünya mirası listesine dahil edilmişti. Birkaç hafta sonra Sibel’i izlemek için salondaki yerimi aldığımda, filmin Kuşköy’de geçtiğinden de, Sibel’in film boyunca Kuş Dili’yle iletişim kuracağından da habersizdim. Bu hoş tesadüfün üzerine Damla Sönmez’in olağanüstü performansı da eklenince, Sibel’in etkisi katbekat arttı.

Türkiye’de 22 Şubat itibariyle vizyona çıkan Sibel, dünya prömiyerini yaz aylarında Locarno’da yaptıktan sonra Ayvalık’tan Toronto’ya, Adana’dan Tokyo’ya, Eskişehir’den Londra’ya Türkiye ve dünyayı turladı, ödüller kazandı. Ben de bu yolculuğun Chicago durağında yakaladım Damla Sönmez’i; sadece ıslıkla iletişim kurduğu bu etkileyici performansı, filmin yapım sürecini ve daha fazlasını konuştuk. Bu röportajdan birkaç gün sonra aldığı En İyi Kadın Oyuncu dalında Asia Pacific Screen Awards adaylığı, bu filmle elde ettiği başarılardan yalnızca biri. Neredeyse on yıldır dikkat çekici performanslarla karşımıza çıkan Damla Sönmez, sinemada kadınların temsili ve güçlü kadın karakterlerin artması için bir oyuncu olarak elinden geleni yapacağını söylüyor. Sohbetimizin ardından, festival programında yer alan, sinema endüstrisindeki cinsiyet eşitsizliğine odaklanan belgesel This Changes Everything’e koşması da sözünde duracağının bir işareti.

Sibel hayatına girmeden önce Kuş Dili ve Kuşköy’ü duymuş muydun?
Bir yerlerden duymuştum, bir şeyler izlemiştim. Zaten yıllardır üzerine birçok belgesel yapılmış oranın. Ama dili tam olarak öğrenmeden önce bir tür komut dili zannediyordum. Her hece için belirli bir ses olduğunu öğrenmek çok enteresan oldu benim için de. Bu bir çeşit esneklik sağlıyor, ıslıkla her cümleyi kurabiliyorsun. Bu kadar kullanışlı bir dil olduğunu bilmiyordum.

Peki bu dili öğrenecek olmak seni korkuttu mu; kolay mıydı öğrenmek?
Aslında biraz korktum ama bu tip meydan okumalar çok güzel bizim mesleğimizde. Şubat dizisi için de ateşli poi çevirmeyi öğrendim mesela. Evet zor oluyor ama bir çeşit ilerleme benim için; hayatta hiç yapmayacağımı düşündüğüm şeyleri yapma fırsatı buluyorum. Islık çalamıyordum ben, hiç çalamıyordum. Bu bir çeşit çocukluk travması hatta benim için. İlkokuldayken babam bana ıslık çalmayı öğretmeye çalışırken, ilk kez okuldaki törende ağzımdan ses çıkarmayı başarmıştım. O sırada birisi şiir okuyordu ve bütün bakışlar bana dönmüştü. O günden beri de hiç ıslık çalmamıştım. O korkular, böyle meydan okumalara, üstesinden gelinecek çok keyifli durumlara dönüşebiliyor.

Dünkü söyleşide, post prodüksiyon aşamasında kendine ıslık dublajı yaptığını söyledin. Islığın dublajı nasıl oluyor ki?
İki gün boyunca Almanya’daki bir stüdyoda sürekli nefes alıp verdim ve sürekli ıslık çaldım, öyle söyleyeyim. Uzaktan yapabiliriz diyorlardı ama ben de orada olmak istedim post-prodüksiyonda. Çünkü başından sonuna asla ses çıkarmayan bir karakteri oynuyorum; elimde sadece nefes ve ıslık var. Onlar da gerçekten kontrolümde olsun istedim. Ses ıslıkla birleşip, gırtlaktan yönlendirdiğin şekilde çıkıyor ama örneğin “kurt” yerine “yurt” demiş olabiliyorsun. Onları gidip stüdyoda tekrar kaydettik. Bazı yerlerde çok daha yüksek olması gerekiyordu sesin kuvvetinin. O kadar yükseğe çıkamadığım için onları da stüdyoda tekrarladık. Enteresan bir deneyimdi ama ve dediğim gibi, bu ara hep böyle denk geldi. Bu ara dilden geliyor bana bir şeyler. Sonrasında da Afgan-Amerikalı yönetmen Sonia Nassery Cole’la, I Am You diye bir Afgan mülteci hikâyesi çektik. Orada da hiç bilmeden Darice konuştum. Bekliyorum şimdi nasıl olacak diye…

Bu ıslık ve dil meselesi dışında, bir de doğanın içinde çok fazla sahne vardı. Doğayla bu kadar iç içe bir film çekmek seni zorladı mı?
Oraya ilk gittiğimizde tüm ekip “şu otlar yabani mi, bu ısırgan mı” diyerek seke seke gezerken, sonrasında hepimiz sanki zaten ormanın içinde yaşıyormuşa dönüştük. Bütünleştik ormanla ve köyle. Fiziksel olarak çok yorucu bir set dönemiydi. Sabah 03:00’te kalkıyorduk, 03:30’da kahvaltı yapıyorduk, 04:30’da araba yola çıkıyordu, 05:00-05:30 gibi mekânda oluyorduk ve sete giriyorduk. 2.500 metre tırmanıp iniyorduk her gün; bunun da insan bünyesine yaptığı birtakım değişiklikler var basınçtan dolayı. Herkes çok gönülden, çok yardımlaşarak çalıştı. Köy halkıyla gerçekten bir aile gibi olduk. Zaten Guillaume (Giovanetti) ve Çağla (Zencirci), ilk kez filmi çekmeden dört yıl önce oraya gitmiş, sonradan böyle bir hikâye oluşturmuşlar. Oraya gittiklerinde muhtarın evinde kalıyorlar, orada bir odaları var. Sibel’in filmdeki odası, aslında onların köye gittiğinde ağırlandıkları oda. Ben de filmden üç buçuk ay önce gitmeye başladım köye. Köy ahalisiyle tanıştık… Soru neydi; çok dağıldım değil mi anlatırken?

Doğadan girdik de, zaten buraya, köy halkına gelecektim. Filmde gördüğümüz köy halkının ne kadarı profesyonel oyuncuydu?
Filmde sadece beş profesyonel oyuncu var benim dışımda: Erken Kolçak Köstendil, Elit İşcan, Emin Gürsoy, Gülçin Kültür, Meral Çetinkaya. Onlar dışında geri kalan, gördüğün karakterlerin hepsi köyde gerçekten yaşayan insanlar. Orada bir sürü belgesel çekildiği için aslında kamera görmeye de çok alışkınlar. Hatta şöyle anlar yaşadık… Biz tabii belgesel çekmediğimiz için, sürekli prova yapıyoruz, mekânlara bakıyoruz. Bir süre sonra “Tamam canım artık! Neden bu kadar prova yapıyorsunuz, kayda girmeyecek misiniz?” demeye başladılar. Biliyorlar çünkü. “Ben şöyle durayım mı?” diyor biri mesela, doğru açıda duruyor. Çok yardımcı oldular hakikaten, hep birlikte yaptık biz bu filmi.

Kuşköy’de gösterdiniz mi filmi peki, ya da gösterecek misiniz?
Gösterdik! Çağla’yla Guillaume gittiler. Daha hiçbir yerde gösterilmeden oraya gittiler; çok heyecanlanmış herkes. Ben sadece videoları izleyebildim, orada değildim. Yan kasabadan projektör bulunmuş, perde kurulmuş. 10-15 kişiye gösterim yapılacak derken bir anda servislerle yan köylerden insanlar gelmiş. Hayatında ilk defa projektör gören, “bu ışık nasıl bu resim oluyor” diyen küçük çocuklar varmış.

Filmde, babasının Sibel’e ve Fatma’ya karşı olan tavırları arasında belirgin bir farklılık var. Sibel’in daha özgür, daha az gözden sakınılan (başını örtüörtmemesine çok da önem verilmeyen mesela) evlat olmasının ardında tam olarak ne var sence? Güven mi, sevgi mi, “zaten onu dışlamışlar” boşvermişliği mi?
Çok güzel soru… Babayla ilgili biz de çok konuşuyoruz, çok düşünüyoruz. Anneyi kaybettikten sonra Sibel evin hem ablası hem de annesi konumuna gelmiş. Bir yandan birtakım iletişim bariyerleri var ama ona rağmen babası sırtına tüfek verip bütün gün ne yaptığını sorgulamıyor kızının. Birlikte ava gidebiliyorlar; biraz erkek çocuk gibi yetiştirilmiş. Kız kardeşi ise tam tersi… Elit (İşcan) çok güzel bir cevap veriyor bu soruya: Aslında Sibel köyde neyse, kız kardeşi de aile içerisinde o. Anlaşılmayan, ötekileştirilen… Babasının Sibel’e verdiği imtiyazların kendisinde olmamasına isyan eden bir kız çocuğu. Ama Sibel babası için bir yol arkadaşı, yoldaş gibi; zaten bir noktada Sibel’in dikkati dışarıya gitmeye başladığında, baba da evin içinde güçten düşüyor. Baba için bir başka durum daha var. Erkeğin ya da kadının kadına olan baskısı ve şiddetini, toplumun kadına olan baskısı ve şiddetini konuşuyoruz ama bir de toplumun belli durumlarda erkeğe ne yaptığı var. Onun da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sen ne kadar eşit durumda olduğunu düşünsen de bir süre sonra toplum baskısıyla onlar gibi davranmaya başlayabiliyorsun çünkü. Filmde biraz da bunu görüyoruz; normun dışına çıkanı, toplum o norma geri getirmeye çalışıyor.

“Senaryoyu ilk okuduğumda, Sibel bir karakterden çok hepimizin içindeki bir parça gibi gelmişti bana.”

Yine dünkü söyleşiye döneceğim. Taşımayı denemek istediğinde, köydeki kadınların rahatça taşıdığı bir fındık çuvalını yerinden bile oynatamadığından bahsettin. Bana çok sembolik geldi. Aynı şeyi daha büyük durumlar için de söylemek mümkün mü; şehirli insanlar olarak bizim bir anlığına bile kaldıramayacağımız yükleri köyde yaşayanların rahatça taşıması gibi…
Tabii ki… Galiba içinde yaşarken o baskıyı baskı olarak görmemeye başlıyorsun. O baskının dışında bir de doğanın getirdiği inanılmaz bir güçlü olma durumu var. Gerçekten o yollar çok dik ve sarp, gerçekten oralarda yürümek, o yaptıkları işleri yapmak hiç kolay değil. Saatlerce tarlada çalışıyorlar ve yaptıkları şey, ufak tefek, çok minyon görünen kadınların kaldırabildikleri yükler çok acayip. Bir de özellikle Karadeniz’de bu tip tarla işlerini genellikle hep kadınlar yapıyor; inanılmaz güçlüler.

Farklı olanı, yabancı olanı, dışarıdan geleni, farklı istekleri olanı dışarıya itme, onu düşmanlaştırma ve fiziksel bir şiddete varıncaya kadar bundan korktuğunu dışarıya yansıtma durumu… Bunu sadece Türkiye’de ya da Türkiye sinemasında değil tüm dünyada görüyoruz ve yalnızca kadına yönelik bir durum da değil. Film olarak Sibel’i ve karakter olarak Sibel’i benzer temadaki filmlerden ve karakterlerden ayıran şey nedir sence?
Senaryoyu ilk okuduğumda, Sibel bir karakterden çok hepimizin içindeki bir parça gibi gelmişti bana. Esas önemlisi, kendi kendimizi sansürlememiz gibi, kendi kendimizi ötekileştirdiğimiz durumlar var. Gerçekten olmak istediğimiz gibi davranamadığımız, o hakkı kendi kendimize ele alamadığımız, küstüğümüz… Sibel o özgürlüğü ele geçirmek için dışarıda aradığı gücün kendisinde olduğunu fark eden, bu yolda cesur adımlar atabilen bir karakter. O yüzden diyorum, hepimizin içinde bir Sibel parçası var sanki; bazılarımız onun peşinden gidecek kadar cesaretli olabiliyor, bazılarımız olamıyor. Bahsettiğin filmler genellikle bu cesareti gösterebilen karakterlerle ilgili. Diğer karakterlerden farkı ne dersen, her karakter kendi içinde, hikâyesinin içinde çok farklı.

Bir de şu açıdan çok özel geldi bana Sibel; aslında bir yandan Kuş Dili diye dünyada hiçbir benzeri olmayan bir dilin konuşulduğu, çok kendine özgü bir köyden bahsediyoruz ama bir yandan da o kadar evrensel ki…
Bu biraz şey gibi… Aslında sevginin karşıtı nefret değildir ya, sevginin karşıtı korkudur. Korku birincil duygudur. Biz bir şeylerden korktuğumuz için dehşete düşeriz ya da ondan nefret ederiz. Ve bu sadece Türkiye’ye ya da o bölgeye, sadece kadına ya da erkeğe özgü bir şey değil. Bilmediğimiz bir şeyden kendimizi uzaklaştırıp ona etiketler yapıştırıyoruz. Onun ötesine geçebildiğimiz zaman, gerçekten karşımızdakini merak edebildiğimiz zaman, merakımız korkuya yenilmediği zaman çok daha bambaşka bir dünya olacak burası bence.

Adana’daki ödül konuşmanda sen de, Ulusal Yarışma açılışındaki konuşmasında Berrak Tüzünataç da kadınlara daha çok rol yazılması, daha iyi, daha güçlü kadın karakterlere yer verilmesi üzerine bir çağrıda bulundunuz. Kadın senaristlerin ya da kadın yönetmenlerin filmleri bu sorunu çözmek için yeterince özen gösteriyor mu?
Böyle bir genelleme yapamam açıkçası. Belli projelerde buna ilgi gösterebilen vardır, belli projelerde olamıyordur. Ama daha fazla kadın hikâyesine ihtiyacımız var ve zaman içerisinde de gelecek bence o hikâyeler. Bambaşka bir yere doğru yönelmeye başladı artık. Farklı yerlerden ama eşitçe ve benzer perspektiflerle baktığımızda kadın ve erkek bakışı birbirini destekliyor aslında. Birinden birini öne çıkarınca oradaki denge bozuluyor. Keşke yazar olsaydım da sana diyebilseydim, şu an şuna yöneliyoruz. Ama ben arttığını görüyorum, artacağına inanıyorum ve artması için elimden geleni yapacağım bir oyuncu olarak.

Seni ilk Bornova Bornova’da izlemiştim, dokuz yıl olmuş. O zamandan bugüne, çok fazla şey değişmiştir eminim. Ama senin için en önemli olduğunu düşündüğün değişik ne oldu kariyerinle ilgili?
Ben hep oyun oynama duygusunu kaybetmemeye çalıştım. O yüzden dikkatim dağıldığında hep “Damla oyuna dön!” derim kendime. Artık sadece daha bilinçli antrenmanlar yapıyorum sette, farklı yönleri keşfetmeye çalışıyorum. Bir rolü iyi oynamaktansa, ona ne kadar fazla yönden, ne kadar farklı bakış açılarından bakabilirim, neyle geliştirebilirim, nasıl katmanlandırabilirim diye düşünüyorum. Çok daha eğlenceli hale gelmeye başladı meslek.

Ödüllere de alışmaya başlamışsındır herhalde…
Alışamıyorum, hâlâ çok heyecanlanıyorum! Hep çok mutluluk verici, hep acayip bir heyecan, hep acayip bir diz titremesi sahneye çıkarken… Ama o da geçmesin tabii. Sette de öyleyim, bazı sahnelerden önce bir mide bulantısı ve titreme halinde oluyorum ama sonrasında keyifli gelen tarafı da bu aslında. Ben filmlerin yarıştırılmak için değil izlenilmek için olduğunu düşünüyorum. Bir filmle festival festival gezerken farklı yerlerden, farklı coğrafyalardan insanların verdiği tepkileri görmek çok enteresan. Hepsi çok özel benim için aldığım ödüllerin ama bir yandan da hiçbiri üzerine fazla düşünmemek lazım. Birilerinin “Senin yaptığın işi sevdik, duygudaş olduk seninle şu an” demesi gibi. Ama bu bir yarış değil ki… Yaptığımız şey farklı hikâyeleri yarıştırmak olur; hangi insanın hikâyesi bir diğerinden kötü olabilir, kim bunu söyleyebilir ki? O yüzden gurur vericiler sadece.

Aslında filmden çıktığımdan beri aklımdaki ilk soru buydu ama sona saklamış olayım. Filmin sonunda muhteşem bir rap şarkısı çalıyor, nedir o?
İzmirli bir rapçi var, Pi. Dünyanın en yetenekli kadınlarından biri. O sözlerini yazdı, Almanya’dan Bassel Hallak da onun altyapısının üzerine başka bir altyapı yaptı. Şarkının ismi için “Beni Anlat” düşünüyorlardı.

Çok teşekkürler!

  1. Yaşadığımız masal: Müzeyyen Senar

    2018, Müzeyyen Senar'ın 100. yaşını kutladığımız yıl. Çeşitli vesilelerle adı gündeme geldi, geliyor, gelecek. Aslında hiç gündemden düşmüyor zira bugüne kadar o kadar çok şey kattı ki bize, görmemek mümkün değil. Peki neden Müzeyyen Senar? Şarkıları anason kokuyor. Çilingirlerde akla gelen, hep onun şarkıları. Bu kadarı yeter mi? Elbette yeter ama tek sebep bu değil.

  2. Güneş vurmuş gece bahçeleri: Win Wallace

    Austin, Texas çıkışlı sanatçı Win Wallace’ın işlerine bakınca sonradan çürük olduğunu fark edeceğiniz olgun bir meyvenin kabartacağı kuşkulu bir iştah hissi yaşıyorsunuz.

  3. Yaşayan bir evin naif ve erotik konukları: Sadi Güran

    23 Şubat’ta Bant Mag Havuz’da açılan yeni sergisi "Hey Jüpiter II - E Kal Bu Gece Burada?"nın yoğun hazırlıkları üzerindeyken, Sadi Güran'dan bir saat koparıp iki sergilik bu serisi hakkında merak ettiklerimizi sorduk.

  4. Bir “Conan” sayısı ile başlayan çizgi roman serüveni: Yıldıray Çınar

    İlk solo sergisini Ocak 2019’da Bant Mag. Havuz’da açan Yıldıray Çınar’la çalışma metotları üzerine.

  5. Aklımdakiler: M. Kutlukhan Perker

    Türkiye’de çizgi roman kültürünün baş aktörlerinden M. Kutlukhan Perker, geçtiğimiz sene Contemporary İstanbul kapsamında ilk kez sergilenen “Miralay” serisindeki çalışmaları eşliğinde, sanat ve edebiyat dünyasının tanınmış isimlerinin sorduğu soruları yanıtlıyor.

  6. Görür görmez unuttuklarımız: “Çabuk Çabuk”

    Göçün çoğunlukla Suriyeli mülteciler üzerinden konuşulduğu, bu “konuşmanın” ise sık sık nefret söylemi ve popüler politika malzemesi edildiği bir ülkede görünmez kılınmış, kendi görünmezliğini de sahiplenmek zorunda bırakılmış bir azınlık ülke topraklarını mesken eden Afrikalılar.

  7. 2018’in en iyi 50 yabancı albümü

    Müzik açısından fazlasıyla bereketli bir yıl olan 2018, sonraki jenerasyonlara taşacak, ikon mertebesine erişecek birçok albümü beraberinde getirdi. Listeyi toparlarken, senenin ağırlıklı olarak mesaj odaklı, konsept kurguların ön plana çıktığı ve dinleyicisine doğrudan, filtresiz bir şekilde seslenen albümlerle bezeli olduğunu fark ettik. Listeyi 50 albümle sınırlarken fazlasıyla zorlandığımızı da buraya not düşelim! Huzurlarınızda, 2018’in nefis albümlerinden Bant Mag.’ın favori 50’lisi.

  8. 2018’in en iyi 30 yerli albümü

    Birçok mecrada ve platformda konuşulan bağımsız sahneye gösterilen ilginin artışının sebeplerini gözler önüne serer nitelikte albümler yayınlandı yıl boyunca. Ana akımdan da ses ve konsept odaklı fikirlerin öncelik olduğu, dümenin farklı yönlere kırıldığı kimi albümler geldi. Geride kalan senenin albüm raporunu çıkarırken, ülkede ne denli geniş skalada üretimler yapıldığının resmini bir kez daha görmüş olduk.

  9. 2018’in en iyi 20 yabancı müzik klibi

    Animasyonlar, büyük prodüksiyonlar, vurucu fikirler ve şarkıyla bütünleşen nefis görsel eşlikçiler... 2018 yılı, birçok müzik yayınına göre video kliplerin altın çağı olarak tanımlanıyor. 20 videoluk 2018 müzik klibi seçkimizde birçok farklı tür ve estetiğe rastlamak mümkün. Albüm listemizde olduğu gibi, “mesajın” yine ön plana çıktığı bir liste daha.

  10. 2018’in en iyi 20 yerli müzik klibi

    Yerli sahnede albümlerde olduğu gibi video kliplerde de farklı disiplinlerde üretimin durmadığı bir yıl oldu 2018. Animasyon üretimlerin sayısının iyice arttığı, performans klibi anlayışına yeni yaklaşımların getirildiği, gerçekçi hikâyelerin cesurca anlatıldığı 20 kliple, 2018’in yerli müzik sahnesinin görsel ifadelerine bakıyoruz.

  11. Şarkı şarkı: The Raws ve “BAT! BAT! BAT!” albümü

    İçinde Lucifer, dilsiz bir yılan, Ruhi Su ve fazlasıyla yüksek tansiyonu barındıran yeni The Raws albümü dinleyicisini ilk dinleyişte teslim alıyor.

  12. “Köy meydanında kaos”: Hedonutopia

    2018’in sonunda yayınladıkları Yakamoz Sandalı’yla üç yıla üç albüm sığdıran Hedonutopia stüdyo deneyimleri ve geleceğe dair planlarını anlatıyor.

  13. Aklımdakiler: The Ringo Jets

    Bu topraklarda dinleyicisi bol ancak üreticisi az, beyinden önce vücudu harekete geçiren o cayır cayır rock müziği sanki doğduğu yerde büyümüşler gibi çalmaya devam eden Ringolar, eş, dost ve ahbaptan gelen soruları üç vokalli bir gruba yakışan bir çeşitlilikle yanıtladı.

  14. 2018’in en iyi 50 filmi

    Her yıl olduğu gibi bu yıl da Bant Mag. ekibi tarafından seçilen yılın en iyi filmleri listesi huzurlarınızda… 2018 yılı içerisinde dünyada vizyona girmiş ya da festival prömiyerini gerçekleştirmiş filmlerden seçilen listemizde, Türkiye vizyonu değil, ilgili filmlerin dünya prömiyeri baz alınıyor.

  15. 2018’in en iyi dizileri

    Dünyada ilk kez 2018 yılı içerisinde yayın hayatına başlamış olan çiçeği burnunda drama ve komedi dizileri ile mini diziler arasından, Bant Mag. ekibi tarafından seçilen en iyilerin yer aldığı ilk 10’lar karşınızda!

  16. Sibel’in Islıkları: Damla Sönmez’le “Sibel” üzerine

    22 Şubat'ta vizyona çıkan "Sibel", güçlü karakteri ve ona hayat veren güçlü performansla dikkat çekiyor. Guillaume Giovanetti ve Çağla Zencirci’nin imzasını taşıyan Sibel’in ulusal ve uluslararası başarılarına neredeyse her hafta bir yenisini eklediği sonbahar aylarında, filmin başrol oyuncusu Damla Sönmez’le Chicago’da buluştuk.

  17. Hepimiz askerdeki gibi birtakım bölüklerde yaşıyoruz: Kader Can

    Kader Can, yerli sahnenin şüphesiz en başarılı ve üretken yazarlarından biri olan Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun altıncı oyunu. 21 yaşında yolu askere düşen rap âşığı bir gencin hikâyesini müthiş keyifli anlara da yer vererek anlatan tek kişilik oyunda Deniz Karaoğlu da kusursuz bir performans sunuyor. Tiyatro sahnesinin iki yetenekli ismiyle Kader Can’ı, oyunun doğuşunu, üç ay “askerlik” gibi geçen prova sürecini konuştuk.

  18. 2018’de prömiyer yapmış 5 çarpıcı tiyatro oyunu

    2008 yılından beri terk edilmiş bir halde başına gelecekleri bekleyen Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkımı, Barış Atay’ın oynadığı Kadıköy Emek Tiyatrosu’nun Sadece Diktatör oyununun yasaklandığı haberi ile başladığımız 2018 yılında tiyatro yine de vazgeçmeden üretmeye ve birlik olmaya devam etti...

  19. 2018’in dikkat çeken solo sergileri

    Gazete Duvar, Sanat Dünyamız, K24 gibi pek çok mecrada karşımıza çıkan sanat eleştirmeni ve yazarı Kültigin Kağan Akbulut Bant Mag. için 2018’in kendisinde iz bırakan solo sergilerini seçti.

  20. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler