Kayıt tutmak hayati: 18. Documentarist Kadın ve LGBTİ+ Hikâyeleri seçkisi

Hazırlayan: Merdan Çaba Geçer

Hikâyeler var; bireyden kitlelere, kuir bir festivalin perde arkasından bir köyün dayanışma ekonomisine, bir kampta birbirine tutunan gençlerden bir büyükannenin mutfağına temas eden…

18 yıldır Türkiye ve dünyadan belgesel sinemanın güçlü örneklerini izleyiciyle buluşturan Documentarist İstanbul Belgesel Günleri, bu sene 14-19 Haziran tarihlerinde bizimleydi. Bu yılın programında yer alan, birbirinin sesini duyma ve duyurma gücünü merkezine alan “Kadın ve LGBTİ+ Hikâyeleri” bölümünü -tam bu dönemde taşıdığı anlamın ağırlığıyla- mercek altına aldık. Kendin olmanın, mücadelenin, dayanışmanın ve kayıt tutmanın politikliğini hatırlatan seçki; birlikte üretmenin, birbirine tanıklık etmenin, sesini duyuramamış olanı görünür kılmanın imkânlarını da sorguluyor.

Sözü seçkideki filmlerin yönetmenlerine verdik; filmlerinin nasıl filizlendiğini, neyi dert ettiklerini, nasıl yaklaştıklarını ve bu yolculukta nelerle karşılaştıklarını her biri kendi cümleleriyle paylaştı.


Bellekvari: KuirFest’in Sözlü Tarihi

2011’den bu yana Ankara’da gerçekleştirilen Türkiye’deki ilk ve tek LGBTİ+ filmleri festivali KuirFest’in kuruluşundan günümüze varan hikâyesine odaklanan belgeselde; KuirFest’in kurucularıyla, festivalde emeği geçen gönüllü ve çalışanlarıyla yapılan röportajlar üzerinden festivalin 14 yıla yayılan serüveni ve Türkiye’nin politik iklimiyle şekillenen kültür-sanat ortamı anlatılıyor. Festivale katkı sunan bireylerin, Türkiye’de her yıl gitgide artan LGBTİ+’lara yönelik baskı ve şiddete karşı politik özneler olarak ürettikleri direniş pratiklerinin KuirFest’le beraber nasıl bir örgütlenme biçimine dönüştüğü, bir aradalığın güçlendiren yönleri ön plana çıkarılarak aktarılıyor.

Yönetmenler Asya Leman ve Sumru Kesik anlatıyor:

KuirFest için sözlü tarih çalışması yapma fikri aslında festivalin kendisine ait. Festival ekibi bizimle iletişime geçti ve beş bölümden oluşan bir röportaj serisi hazırlamamızı istedi. Zaten bir süredir L Blok Görsel İşler olarak Pembe Hayat’la ortak video üretimleri yapıyorduk. Zamanımız oldukça kısıtlıydı; bu yüzden hızla soruları hazırlayıp festivali kuran ve emek veren kişilerle röportajlara başladık. KuirFest’in Türkiye’deki tek LGBTİ+ filmler festivali olarak sürdürdüğü direniş ve bağımsız yapısı, Ankara merkezli bir öz trans derneği olan Pembe Hayat’la kurduğu bağ dolayısıyla çok derin bir anlam taşıyor.

Projenin 11. KuirFest’in açılışında gösterileceği daha sonra kesinleşti ve bu, bizi festivalin geçmişine dair daha kapsamlı bir arşiv taraması yapmaya yöneltti. Zaten ikimiz de belgesel sinema pratiği olan filmcileriz; dolayısıyla proje uzun metraj belgesel film formatına dönüştü, döndü. Bu filmle Pembe Hayat KuirFest’in 13 yıllık geçmişini, Türkiye trans hareketindeki yerini ve Ankara lubunyasının direniş tarihini görünür kılmak; lubunyaların politik kazanımlarını ve kayıplarını hatırlamak istedik. Bellekvari: KuirFest’in Sözlü Tarihi; bir arada yaşayan, üreten ve direnen özneler olarak birlikte yarattığımız bir bellek kaydı oldu.


Biz Radyoyu Çok Sevdik

Biz Radyoyu Çok Sevdik, radyo yayıncılığını bir mücadele alanı olarak tanımlayarak; 1970’lerde radyo yayıncısı olarak çalışmış olan kadınların deneyimleri ve sesleri üzerine bir hikâye inşa ediyor. Belgeselin çıkış noktası, “Türkiye Tarihinde Kadın Radyocular” başlıklı sözlü tarih projesi.

Yönetmenler Nazan Haydari, Özden Cankaya ve Cem Hakverdi anlatıyor:

Biz Radyoyu Çok Sevdik belgesel filminin çıkış noktasını, 2018 yılı sonlarında başlattığımız bir sözlü tarih çalışması oluşturuyor. Nazan’ın feminist tarihe ve medya çalışmalarına olan akademik ilgisiyle, Özden’in 1970’lerde TRT’deki profesyonel geçmişi bir araya gelince, Türkiye’de kadın radyocuların deneyimlerini kayıt altına alma fikri oluştu. TRT’nin özerk olduğu 1964 yılından özel radyoların ortaya çıktığı 1990’lı yıllara kadar uzanan süreci kapsayan “Türkiye Tarihinde Kadın Radyocular” başlıklı sözlü tarih çalışmasına belgesel film yapmak amacıyla başlamadık; belgesel fikri zaman içerisinde gelişti. 

Sözlü tarih görüşmelerine Özden Cankaya ile başladık ve Cem Hakverdi, ilk görüşmelerin kaydını yaptı. İstanbul ve Ankara’da gerçekleştirdiğimiz sonraki görüşmelerin kayıtlarını Gökçe Uysal, Altuğ Öztürk, Anıl Bartu Esen ve İlgi Özdikmenli gerçekleştirdiler. 

Kadın radyocuların paylaştıkları hikâyeler ve anlatımları çok güçlüydü. Neden bir film olmasın diye konuşmaya başladık; böylece anlatılanları çok daha geniş bir kitleye ulaştırabilirdik. Sürecin içerisinde baştan beri yer alan ve projedeki gelişmelerden haberdar olan Cem, kayıtlardan bir kurgu yapmayı kabul edince film üretim sürecini başlatmış olduk. 

En temel motivasyonumuz, radyoyu bir mücadele alanı olarak tanımlayarak kadınların medyadaki tarihsel varlığını görünür kılmak ve radyo aracılığıyla kamusal alanda seslerini nasıl duyurduklarını belgelemekti. Radyoculuk tarihinin önemli ama göz ardı edilen bir yönünü, kadınların katkılarını ve karşılaştıkları zorlukları ortaya çıkarmak istedik. Aynı zamanda sesin ve mikrofonun kadınlar açısından ifade özgürlüğü ve direnişin bir aracı olarak nasıl işlev gördüğünü vurgulamak da bizim için belirleyici oldu. 1970’li yılların hem yayıncılık hem de feminist hareket açısından taşıdığı önem, bu döneme odaklanma kararımızda etkili oldu.

1970’ler; 1980’ler ve 1960’lara göre göreceli olarak daha az çalışılmış bir dönem. 1970’lerin kadın tarihi için de önemli bir yeri de var. Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) 1961 Anayasası’na dayanarak 1964 yılında özerk bir kurum olarak kuruluyor. Yayıncılık faaliyetlerini genişletmek amacıyla 1964-1973 yılları arasında belli aralıklarla prodüktör, spiker, muhabirlik sınavları açılıyor. Film, bu sınavları başarıyla geçerek yayıncılık hayatına başlayan kadın radyocuların anlatılarına odaklanıyor. Belgesel anılarını bizlerle büyük bir içtenlikle paylaşan değerli Aylin Özmenek, Bengül Erdamar, Demet Kayıran, Elçin Temel, Gülsevil Tüzün, Günseli Akol, İnci Gürbüzatik, Melek Dener, Müveddet Anter, Nursel Duruel, Özden Cankaya, Selma Özgökmen Özinanır, Şebnem Savaşçı ve Tuba Ayberkin’in anlatılarına dayanıyor. Çalışmanın özünde, ses ve radyonun kadınlar için süregiden bir mücadele alanı olarak tartışmaya açılması var. Toplumsal cinsiyet ve medya ilişkisine kurumsal yapılardaki mücadeleler çerçevesinden bakmanın kadın tarihine ilişkin yeni pencereler açma konusunda önemli bir adım olduğunu düşündük.

Sözlü tarih projesinin amacımıza ve dinlediğimiz deneyimleri yorumlama biçimimiz üzerine Özden, Cem ve Nazan olarak uzun uzun sohbetler ettik. Cem sözlü tarih görüşmelerini defalarca izleyerek ilk kurguyu gerçekleştirdikten sonra, filmi görsel ve duysal olarak zenginleştirmek için daha önce yaptığımız çalışmalara ek olarak kurgu ve arşiv çalışması yaptık. Görsel arşiv için gazete kupürlerinden, belgelerden ve fotoğraflardan faydalandık. Ayrıca sınırlı sayıda ulaşabildiğimiz radyo programlarından bölümler ve radyoyu hatırlatan gong sesi gibi sesler de kullandık. Görüşmelerin içtenliği ve anlatıların birbirini tamamlayan yapısı, kurgu sürecine yön verdi. Belgeselin bütününe yayılan “birbirleriyle konuşuyorlarmış gibi” bir anlatım kurgusu, bu sürecin doğal bir sonucu olarak ortaya çıktı.


Elibirlik: Yırcalı Kadınlar

Yırca halkı; köylerini, zeytin ağaçlarını korumak için 2014’te aylarca mücadele ettiler. 6000 üzerinde zeytin ağacı, Soma’da ikinci bir termik santral inşası için bir gecede kökünden kesildi. Sonunda santral yapılamadı ama ağaçlar yok edildi. Bu yıkım, sadece doğayı değil, köy halkının hafızasını, geçim kaynağını ve yaşamla kurduğu bağı da hedef aldı. Elibirlik: Yırcalı Kadınlar; bu yıkıma karşı doğan direnişin, direnişten üretime evrilen bir kolektif yaşam hikâyesinin izini sürüyor. Direnişin ön saflarında yer alan kadınlar, kesilen zeytin ağaçlarının ardından bir kooperatif kurarak Yırca Hanımeli Sabunevi’ni hayata geçirdi. Ellerindeki sınırlı imkânlarla dayanışmayı büyüterek bir yaşam alanı kurdular.

Yönetmenler Ezgi Öz, Özge Ertem ve Özge Özgüner anlatıyor:

Film, Yırca’da zeytin direnişinden sonra kadınların kurduğu Hanımeli kooperatifini uzun zamandır nasıl destekleyeceğini düşünen sevgili Ezgi’nin hayaliydi. Birlikte çeşitli topluluk ve kolektiflerde, ekolojik mücadelede yer almış, topluluk odaklı yaratıcı çalışmalar yapmış arkadaşlarız. Fikrini 2024 yazında bize açtı ve bunu beraber yapma davetinde bulundu. Hepimizin içinde aynı anda sızı ve umut kaynağı olan Yırcalı kadınların mücadelesinin on yıl sonrasına bakmak ve kesilen ağaçların ardından dikilen fidanların on yıl sonra “zeytine duruşunun” hikâyesini anlatacak olmak hepimize çok iyi geldi. Türkiye’de hayvanlara yönelik katliam yasasının, ağırlaşan baskıların ve kimi kişisel yas ve doğum süreçlerimizin ortasında biz de bu hikâyeye tüm kalbimizle tutunma ihtiyacı hissettik. Yolculuğumuz böyle başladı.

Motivasyonumuz, kadınların kendi üretimini ortaya koymaktı. Köye ikinci bir termik santral yapılmasını on yıl önce direnişle engelledikten sonra Yırca Hanımeli Kooperatifi’ni kurdular ve orada sabun ve mum üreterek bir dayanışma ekonomisi yarattılar. Hem kendi hayatlarını hem de köyün hayatını dönüştürdüler. “Elibirlik”, yani hep birlikte başta kendi hayatlarına dokundular, sonra da dayanışmanın somut biçimlerini arayan nice yerel mücadele için kıymetli ve somut bir örnek oluşturdular. Ana akım anlatıların dışında kalan, kırsalda kadın emeğiyle şekillenen bu tarz girişimlerin hem kültürel hem de politik değer taşıdığını düşünüyoruz. Çevre mücadelesi sonrası ortaya çıkan bu kolektivitenin sadece direnişle değil; birlikte yaşama, üretme ve iyileşme biçimiyle de umut verici bir model olduğunu göstermek istedik. Bunu belgelemek ve üretimlerinin hikâyesinin daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayarak filmin onlarla maddi manevi bir dayanışmaya vesile olmasının hayalini kurduk. Bir yandan da termik santral ve kömür karşıtı mücadelenin devam etmekte olduğunun altını çizmek isteriz. Zira bugünlerde AKP’li milletvekilleri tarafından meclise sunulan enerji ve maden alanlarına yönelik düzenlemeler içeren kanun teklifi, zeytinlikleri yine madencilik faaliyetlerine açma peşinde.

Kadınların kendi sesine alan açması, hikâyeyi kendilerinin anlatması çok önemliydi. On yıl önceki zeytin direnişindeki görüntülerden yararlansak da asıl meselemiz direniş sonrası birlikte dönüştürdükleri hayatlarıydı. Bunu kutlamak ve filmi bir nevi onlara armağan olarak yapmak istedik. Kendi kendilerini tebrik etmelerine minik bir katkı sunmak, başardıkları şeyi en başta kendilerinin görmesini arzu ettik. Film bunun için bir alan oldu. Köyde birlikte gerçekleştirdiğimiz atölye çalışması (ya da adına buluşma da diyebiliriz) bizi birbirimize iyice yakınlaştırdı ve sahici bağlarla yakından bir hikâye anlatabilmeye ihtimam gösterdik. Yaklaşımımız, bir dış gözle gözlemlemekten ziyade, içeriden bir tanıklıkla anlatmak üzerine kurulu oldu. Kadınlarla kurduğumuz ilişki karşılıklı güvene dayanan bir süreçti ve bu güven, anlatının samimiyetini belirledi. Onların gündelik hayatları, üretim süreçleri, mizahları, yorgunlukları, direniş anıları ve hayalleriyle şekillenen bir anlatı kurmaya özen gösterdik.

Yapım süreci oldukça organik bir şekilde gelişti. Orada olduğumuz tarihlerde Yırca Zeytin Şenliği’nin hazırlıkları tüm hızıyla devam ediyordu. Bu hazırlıkların hem bir parçası ve tanığı olarak hem de belgeleyerek geçti günlerimiz. Kurduğumuz bağ, kurgu sürecinde ortaya çıkan hikâyeyi kendiliğinden şekillendirerek, filmin duygusal ritmi ve biçimini yakalamamızda inanılmaz destek oldu bize. Direnişin içinden filizlenen ve güçlendiren bu dayanışma hikâyesinin, kadınların kendi sesiyle, sözüyle, duygusal-politik anlamıyla dilden dile aktarılmasını arzuladık; böylelikle filmi yolculuğa çıkardık. 

Filmin yapımcılığını İklim İçin 350 Derneği (350 Türkiye) üstlendi. Söz verdiğimiz gibi, belgesel biter bitmez mayıs ayında, Yırca’da kadınların kendi mekânı olan Kadınlar Kahvesi’nde ilk defa onlarla birlikte izledik. Şimdi de Documentarist’te filmimizin herkese açık ilk gösterimi olacak.


Ezda

Ezda, IŞİD’in Ezidi toplumuna karșı soykırımından sağ kurtulan genç bir annenin hikâyesini anlatıyor. IŞİD, Koço kasabasını ele geçirdiğinde aralarında yaşlı kadınların da olduğu yüzlerce insanı korkunç bir şekilde katletti. Eşi ve ailesinden birçok kişi katledilen Besime, çocuklarıyla birlikte esir alınarak köle pazarlarında satıldı.

Yönetmen Halime Aktürk anlatıyor:

Filmin fikri, 2016’da Kanada’ya yerleştikten sonra ortaya çıktı. Öncesinde Suriye sınırında gazeteci olarak çalıştığım süreçte Ezidi katliamına yakından tanıklık etmiş ve süreci takip etmiştim. Kanada’ya taşındıktan sonra hükümetin özellikle Ezidi kadın ve çocuklara sponsor olup onları Kanada’ya getirdiğini duydum ve bunun üzerine katliam sonrası Kanada’da yaşayan Ezidi kadınlar üzerine bir çalışma yapmak istedim. Filmin üzerine aktif olarak çalışmam, Toronto Metropolitan Üniversitesi’nde sinema okumaya başlamam ve Liaison of Independent of Filmmakers Toronto’dan mentorluk almamla başladı. Bu süreçte Kanada’daki birçok Ezidi kadınla iletişime geçtim. Ne yazık ki güvenlik kaygısından dolayı birçok kadın kameraya konuşmak istemedi, bu da biraz prodüksiyon sürecini uzattı.

Kürt göçmen bir kadın olmam ve Ezidi toplumuna dair gazetecilik sürecinde yaptığım çalışmalar, filmin fikrinin ortaya çıkmasındaki temel motivasyonlardı. Sonrasında Kanada’da genç bir kadın olarak her göçmenin yaşadığı zorlukları yaşamak da bu hikâyenin ne kadar gerekli olduğunu ortaya koydu. Özellikle son yıllarda Türkiye’den Kanada’ya yaşanan yoğun göç ve dünyanın bu tarafındaki anlatım eksikliği de bu çalışmayı daha anlamlı kılan nedenler arasındaydı.

Film oldukça hassas bir konuyu anlatıyor. Katliam üzerinden yıllar geçmesine rağmen mağdurlarının yaşadığı güvenlik kaygısı, filme yaklaşımımızda da önemli bir unsurdu. Nihayetinde travmatize olmuş bir kadın ve çocuklarının hikâyesini anlatıyorduk. Bu nedenle izleyicinin bu kaygıyı görmekten ziyade hissetmesini istedik. Ayrıca ana anlatıcı yani Besime’nin güvenlik kaygısını da göz önünde bulundurarak, yüzünü göstermeden hikâyeyi anlatmaya karar verdik. Diğer bir unsur da animasyon kullanımı oldu. Aslında bu kararı vermeden önce birçok medya kuruluşundan katliam dönemine dair arşiv videoları aldık. Ancak bu görüntüler hikâyeyi biraz haberleştirdi ve izleyicinin duygularına hitap etmekten çok haber aktarımı etkisi yarattı. Bu nedenle o versiyondan vazgeçip, daha yaratıcı bir yol aradık ve el çizimi animasyon kullanmaya karar verdik.

Yapım süreci oldukça uzun sürdü. 2019’da aktif olarak çalışmaya başladık ancak pandeminin başlaması ve finansal zorluklar, çekim sürecini biraz erteledi. 2022’de Cûdî Giuliano Production’in teknik desteğiyle Besime ile görüşmeye ve görüntü kayıtları almaya başladık. Ron David Butler filmin görsel yönetmenliğini, Alex Sheriff ise animasyon kısmını üstlendi. Filmin yapım aşamasında bu iki ismin katkısı sadece yetenekleriyle değil, fikirleriyle de büyük destek sağladı ve filmin şekillenmesinde önemli rol oynadılar. Filmin tamamlanması, Toronto Sanat Konseyi’nden aldığım finansal destek ve Toronto Sanat Vakfı’ndan aldığım ödülün bütçeye aktarılması ile mümkün oldu. 2024’te filmi festivallere gönderdik. Şimdiye kadar Toronto, New York, Chicago, Berlin, Hamburg, Düsseldorf, Viyana’da gösterildi ve son olarak da doğup büyüdüğüm şehir olan İstanbul’da gösterilecek. Bu benim için muhteşem bir duygu. Bize bu fırsatı sağladıkları için teşekkür ederim.


İris Yürüyüşü

İris Yürüyüşü, İstanbul’da yaşayan genç bir trans kadın aktivist olan İris’in yaşamına ve mücadelesine yakından bakıyor. Yaklaşık bir buçuk yıl süren çekimler boyunca film, İris’in kamusal alandaki aktivizminden özel hayatındaki kırılganlıklarına kadar uzanan geniş bir yelpazeyi gözler önüne seriyor. Protestolardan basın açıklamalarına, kişisel mücadelelerinden toplumsal dışlanmışlığına kadar birçok anıyı izleyiciyle buluşturuyor.

Yönetmen Burcu Güler anlatıyor:

İris’le tanışmamız, yardımcı yönetmenliğini yaptığım LGBTİ+ temalı sosyal bilinç projesi olan bir reklam filminde gerçekleşti. İris bu o projede önemli bir rolde oyuncuydu. Reklam çekimleri sırasında İris’in karakteri ve hikayesinden çok etkilenmeye başladım, sonrasında ise onun hikayesini film yapma fikri aklıma düştü.

Bir gün sokakta şahit olduğum bir olay, zihnimde filmin temasını ve Walk of İris ismini doğurdu. Evet, yaratıcı süreçlerin nereden başlayacağı gerçekten belli olmuyor. Filmin Türkçe isim annesi ise İris oldu: İris Yürüyüşü.

İris’le iletişime geçmeye karar verdiğimde, öncelikle ona kendimi çok doğru ifade etmem ve güven vermem gerektiğini biliyordum. Yapmak istediğim türde bir film ancak ikimizin iş birliği ve zamanla kuracağımız arkadaşlıkla mümkün olabilirdi. Yapımda tek başıma olacaktım çünkü bu yalnızca bir karakteri takip eden belgesel değil, iki insanın birbirini tanımaya çalıştığı, güven inşa ettiği ve yaratıcı bir dostluğa dönüştürdüğü bir süreç olacaktı. 

Bu yaklaşımı ona da anlattım. Başlattığımız bu dostluğa ve iş birliğine başka kimseyi dâhil etmemenin en doğru karar olduğuna inandım. Yönetmenlik, yapım, kamera, ses, post prodüksiyon… Her aşamada tek başıma çalışacaktım. Kamera karşısında yalnız kalan İris’in gerçekten kendisi olabilmesi için ben de kamera arkasında yalnız olmayı tercih ettim. Bu hikâyenin samimiyeti ancak böyle bir yalınlıkla mümkün olabilirdi. 

İris’in hikâyesini anlatırken “yürüme” kavramı ve bu kavramın anlamları etrafında bir yapı kurdum. İris’in bu yapıyı benimsemesi ve anlatısını güçlendirmek için bu kadar etkili bir şekilde kullanması benim en büyük şanslarımdan birisi oldu. 

Bir buçuk yıl boyunca çekim yaptık. Aynı anda hem İris’in aktivist yaşamının güncel gelişmelerini kayıt ediyor hem de filmimizin anlatısını kurgu üzerinden şekillendiriyorduk. Zaman zaman hikâye ve anlatım üzerinde anlaşmazlıklarımız oluyordu. Bu anlaşmazlıkları bazen zorlansak da her seferinde harika bir iletişimle birbirimizi anlayarak çözüyor ve ortak sonuçlara varmayı başarıyorduk. 

Ancak son anlaşmazlığımız ikimiz için de ciddi bir sınav oldu. Montaj sürecinde, benim hikâyenin anlatıcısı olarak ısrarcı olduğum bir noktada, İris hikâyenin öznesi olarak hem haklı hem de kararlı bir şekilde karşı durdu. Bu mevzu iletişimsiz kaldığımız ve kendi kabuğumuza çekildiğimiz bir altı ay yaşattı bize. Sonunda bir araya geldiğimizde birbirimize olan saygımız ve sevgimiz, düşüncelerimizi ifade etmekteki açıklığımız, ayrı geçirdiğimiz altı ayda yaşadığımız zihinsel dönüşümlerin katkısıyla mutabık olmayı başardık ve filmimizi tamamlayarak festival yolculuğumuzu başlattık. 

Filmimiz ilk olarak Londra’daki Big Syn International Film Festival’de finalist oldu, ardından Türkiye’nin önemli kuir film festivallerinden olan Pembe Hayat KuirFest’te gösterildi. Daha sonra Activists Without Borders Film Festival’de Sosyal Film Yapımında Büyük Çaba ödülü olan Onur Ödülü’ne layık görüldü. 

Bu hafta ise Documentarist seçkisine dâhil olmanın gururunu yaşıyoruz. Hem İris hem ben, seçkideki diğer belgesel filmleri deneyimleyecek olmaktan ve kendi filmimizin gösteriminin ardından yapılacak söyleşide izleyiciyle buluşacak olmaktan büyük bir heyecan duyuyoruz. 

İris Mozalar anlatıyor:

İris Yürüyüşü benim için sadece bir belgesel değil, bir yolculuk oldu. Yaşadığım şiddetleri, hayatta kalma biçimlerimi, sevdiklerimi ve kaybettiklerimi, yürüdüğüm sokakları ve o sokaklarda kurduğum dayanışmayı anlatıyor. Ama sadece benim hikâyem değil: Bu film, kadınların, LGBTİ+’ların, aktivistlerin ve hayatta kalmayı bir direniş biçimi hâline getirmiş herkesin yürüyüşünü anlatıyor. 

Burcu’yla yollarımızın kesişmesi, onun sadece bir yönetmen değil; arkadaş da olması sayesinde filme dönüştü. Burcu’nun yaklaşımı, filmi bir teşhir alanı değil; bir yolculuk alanı hâline getirdi. Bu yüzden kabul ettim. Çünkü biz bu filmi sadece anlatmak için değil, anlatabildiğimizde yaşamak da mümkün olsun diye yaptık. 

“Yürümek”, filmde en çok üzerine düşündüğümüz kavramlardan biriydi. Benim için yürümek; sokakta, karakolda, mahkemede, balkonda, sette, mitingde, morgda, hücrede ve sahnede olmaktı. Yürümek, bazen yalnız kalmaktı, bazen yanımda biri daha olsun diye dua etmekti. Bazen bedenime yer açmak, bazen de yaşadıklarımı taşıyacak kelime bulamadan ilerlemekti. Yürümek, hayatta kalmakla aynı anlama geldi. Bu yüzden film, adını da zaten bu yürüyüşten aldı. 

Film süresince Burcu’yla hem çok yakınlaştık hem çok çatıştık. Anlatı üzerindeki fikir ayrılıklarımız bizi bazen uzaklaştırdı ama sonunda bu mesafeler bile filmimize derinlik kazandırdı. Çünkü bu film, bir yönetmenin öznesini anlatmasından çok, iki kadının birbirine tanıklık etmesinin hikâyesi oldu. 

Şimdi İris Yürüyüşü hem geçmişimin hem de geleceğimin bir parçası olarak seyirciyle buluşuyor. Ve ben bu buluşmada sadece kendi hikâyemi değil, görünmeyen nice yürüyüşü görünür kılmaya çalıştığımız için iyi hissediyorum.


Queer Camp / Kuir Kamp

Faas, Fano, Jeroen ve Finley; zorlayıcı duygularla mücadele eden kuir gençler için düzenlenmiş bir yaz kampına bu yıl ilk defa gidiyorlar. Tüm ülkeden kampa katılan 65 gençle birlikte beş yoğun gün geçirmeye hazırlar. Kamp sırasında kendilerine nasıl daha fazla şefkat gösterebileceklerini öğreten çalışmalara katılacaklar ve hayatlarında ilk defa kendileriyle benzer mücadeleleri, duyguları yaşayan diğerleriyle karşılaşacaklar. Farklılıklarına rağmen hepsinin paylaştığı ortak bir şey var: Başkalarıyla bağ kurmaya duyulan ihtiyaç.

Yönetmenler Lucas van der Rhee ve Chris Westendorp anlatıyor:

Dört yıl önce Lucas, çevresinde kendisi gibi insanlar arayan Amsterdamlı bir çocukla tanıştı. Bu beni özellikle etkiledi çünkü çocuk hem ilerici bir aileden geliyordu hem de özgürlüğüyle övünen bir şehir olan Amsterdam’dan. O an fark ettim ki kendin olabilmek sadece ailen tarafından kabul edilmekle ilgili değil. Bu daha büyük, toplumsal bir mesele. Toplum olarak hepimiz bu konuda sorumluluk taşıyoruz, sadece ailelerin omzunda olan bir şey değil.

Filmi yapma isteğimin temel nedeni buydu. Araştırmaya başladım, kampa bizzat katıldım. Oradaki gençler beni hemen derinden etkiledi. Çoğu kampa ebeveynleri tarafından bırakılmıştı. Çocuklarının yanında duran, onları reddetmek yerine desteklemeyi seçen birçok anne babanın görüntüsü aklıma kazındı; çocuklarını, hayatlarında biraz daha rahat hissedebilecekleri bir yere getiriyorlardı. Ama herkes ebeveynleriyle gelmemişti, pek çoğu yalnız gelen de vardı. Yalnızlıkla geçen dönemlerin ardından burada olanlar vardı. Fark ettik ki gençler buraya kendilerini daha iyi anlamak için değil, bağlantı kurmak için geliyordu. O insanî temas ihtiyacı, hepsinde derin bir şekilde ortaktı. Kendini bulma yolculuğu zaten yeterince zor, ancak etrafında başkaları olduğunda bu süreç katlanılır hâle geliyor. Birbirinize destek olabiliyorsunuz. Biz, önce kendini “düzeltmeden” başkasına yardım edilemeyeceğine inanmıyoruz. Bu gençler herkesin bir şeylerle mücadele ettiğini ve iyileşmenin birlikte de mümkün olduğunu gösteriyor. Bu, bizim de içselleştirdiğimiz ve günümüz dünyasında çok önemli olduğunu düşündüğümüz bir mesaj.

İkimiz de gençken bu kampa gitmeye cesaret edemezdik. İkimiz de kim olduğumuzu göstermeye çok korkuyorduk. Bu kampta bulunan gençlerin hepsinde cesur bir yan var, içlerinde sessiz bir aktivistlik var. Oraya gitmek bile cesaret gerektiren bir eylem. Onlar öncülük edenler, değişimi getirebilecek olanlar. Bu filmi aynı zamanda o kampa hiç gitme şansı bulamayanlar için de yaptık. Onlar için ve onların anne babaları için de. Filmi izleyen herkesin bu gençlere derin bir sevgi besleyeceğine inanıyoruz. Onlara uzanıp sarılmak isteyeceksiniz, izledikten sonra onları sevmemek imkânsız. En dürüst şekilde, hepimizin birbirine ne kadar ihtiyaç duyduğunu ve küçük bir desteğin hayatı ne kadar hafifletebileceğini gösteriyorlar.

Kampta o kadar çok şey oluyordu ki her şeyi tek başıma yakalayamayacağımı biliyordum. İşte o noktada Chris’i aradım. Onu kişisel olarak tanımıyordum ama işlerini seviyordum. Ertesi yıl o da geldi ve benim kadar etkilenmesini umarak bir ranzayı paylaştık. Ondan sonraki yıl tam bir ekip olarak geri döndük; iki kamera ekibi, iki ses ekibi, bir araştırmacı ve bir yapımcı. Gençlerin neyi paylaşmak istediklerine kendilerinin karar vermesi bizim için çok önemliydi. Bu yüzden onlarla röportaj yapmamayı ve yalnızca gözlemlemeyi tercih ettik; çünkü birbirlerine verdikleri tepkiler, kameraya söylediklerinden çok daha fazla şey anlatıyor. Gözlemci bir anlatım tarzı, onların kendilerini rahat hissetmesine de yardımcı oldu. Kamera çekim yapmadığında da yanlarında olduk, birlikte vakit geçirdik. Güven inşa etmek ve eğlenmek için bu anlara gerçekten ihtiyacımız vardı.

Kendi hikâyelerimizi de paylaştık ve ekibin mümkün olduğunca kuir olmasına özen gösterdik. Her şeyi çekmek için altı günümüz vardı, bu yüzden uykuya pek vakit kalmadı. Her gece geç saatlere kadar oturup o gün gördüklerimizi ve grupla birlikte gelişen süreci konuştuk. Sürekli bir tartışma ve karar alma hâli içindeydik. Gençlerden çok şey öğrendik. Belki de film yaparken en önemli şey budur; ne söylemek istediğinizi değil, ne öğrenmek istediğinizi kendinize sormak. Böylelikle birisi hakkında film yapmak yerine, birisiyle birlikte film yaparsınız.


Maghrep’s Hope / Mağrip’in Umudu

Çizim, animasyon teknikleri ve gerçek hayattan alınma görüntülerin sentezlenmesiyle oluşturulan bu portrelerde; Libya, Cezayir, Tunus ve Fas gibi “Büyük Mağrip” bölgesindeki kuir bireylerin hayat deneyimlerine dikkat çekiliyor. Bu bireyler toplumsal cinsiyetleri ve cinsellikleri ile ilgili toplumsal tabuları büyük bir cesaretle yıktılar; yasal, sosyal ve ailevi baskılara karşı çıktılar.

Yönetmen Bassem Ben Brahim anlatıyor:

Fas, Cezayir, Libya ve Tunus’taki kuir bireyler, düşmanca ve çağ dışı bir hukuk sistemiyle karşı karşıya. Sömürge döneminden miras kalan bu yasalar, eşcinselliği ve norm dışı tüm toplumsal cinsiyet ifadelerini açıkça suç sayıyor. Cezalar beş yıla kadar hapisle sınırlı kalmayıp; buna ek olarak zorla ve aşağılayıcı bir şekilde uygulanan anüs muayenesini de içerebiliyor. Kuzey Afrika toplumları, LGBTİ+ topluluğuna karşı hâlâ homofobik ve ayrımcı bir tutum sergiliyor. Topluluk; adalete, sağlık hizmetlerine, istihdama ve eğitime erişimde ciddi engellerle karşılaşıyor.

Maghrep’s Hope’da dört farklı ülkeden dört karakter yer alıyor. Çekim sürecimiz; yönetmen ve asistanının her bir lokasyona seyahat ederek karakterleri kendi yaşam alanlarında takip etmesini kapsıyor. Ancak prodüksiyon bazı bölgelerde önemli zorluklarla karşı karşıya da kaldı. Cezayir ve özellikle Meknes şehrinin bulunduğu Fas’ta, bu konuları belgelemenin çeşitli riskler ve tehlikeler barındığını biliyorduk. Tunus’taki çekim ise Libya’dan Ritej ile gerçekleştirildi; bu da iki ülkenin coğrafi yakınlığı nedeniyle risk düzeyini daha da artırdı. Ritej’in karşı karşıya olduğu tehditler, silahlı grupların varlığı ve içinde bulunduğu sosyokültürel bağlam göz önünde bulundurulduğunda; bu konuya hassasiyet ve saygıyla yaklaşmak hayati önem taşıyordu. 

Filmin yapım süreci; yoğun duygular, sevgi, heyecan verici anlar ve zaman zaman korkuyla yoğrulmuş bir maceraya dönüştü. Gözaltına alınma ya da sorgulanma ihtimalinin sürekli farkında olunması, projeye ayrı bir katman ve zorluk ekledi. Tüm bu koşullara rağmen filmin tamamlanabilmiş olması ise bizim için büyük bir gurur kaynağı. Hem sinema sanatı hem de aktivizm açısından bir başarı sembolü.


Mormor

Yönetmen Lucien Easton büyükannesinin yanına taşınır ve ikisi arasında anılar, suskunluklar ve hayatın geçip gittiğine dair farkındalıkla örülü bir diyalog başlar. Hem uzak hem de bir o kadar yakın gibi duran bir geçmişin izlerini arayan 97 yaşındaki Bibi, sigarası ve kahvesi eşliğinde eski fotoğrafları ve Super 8 mm’lik filmleri tarar. Anılar solmaya başlarken hayaletler görünür, rüya ve gerçeklik arasındaki çizgi giderek kaybolur.

Yönetmen Lucien Easton anlatıyor:

Eskiden büyükannemle mutfakta oturur, saatlerce sohbet ederdim. Benim için her daim çok anlamlı anlardı. Bu anları bir filme dönüştürme fikri zamanla şekillenmeye başladı. Proje; birlikte geçirdiğimiz zamanı, onun hayata bakışını kaydetme ve başkalarını da bu ritmin içine davet etme isteğinden doğdu.

Amacım büyükannemi olabildiğince dürüst bir şekilde yansıtmak ve dünyayı görüş biçimini, aramızdaki ilişkiye dair bir bakışla paylaşmaktı. Bir bakıma film, ona küçük bir saygı duruşu niteliği de taşıyor. Bir diğer motivasyonum ise klasik “konuşan kafa” röportaj formatına alternatif bir yaklaşım denemekti. Arşiv malzemelerini, günümüz görüntüleri ile kontrast ve uyum içinde olan rüya gibi sekanslara dâhil ederek, hafızanın nasıl değiştiğini ve bulanıklaştığını yansıtmayı tercih ettim.

Ona yakın olmak, gerçekten yanında olma hissine sadık kalma isteğini doğurdu bende. Zoraki dramatik anlar yaratmaktansa küçük jestlere, duraksamalara ve sessizce akan zamana odaklanıyor film. Niyetim onun varlığına alan açmak ve izleyiciyi onunla zaman geçirmeye davet etmekti.

Çekimlere 2021’de, büyükannemle bir portre film çekme niyetiyle başladım ancak elimdeki malzemeyle nasıl ilerleyeceğimi bilemeyince projeyi bir süre rafa kaldırdım. 2024’te tekrar başladığımda, o dönemdeki sohbetlerimize dayanarak filmin ne olabileceğine dair daha net bir his oluşmuştu. Bu süreçte teyzem daha önce hiç görmediğim bazı arşiv görüntülerini dijital ortama aktarmama yardımcı oldu; bu da benim için gerçekten özel bir deneyimdi. Ardından 2024 Mayıs’ında Stockholm’e gidip büyükannemle bir hafta geçirdim, çekimler yaptım ve biraz daha malzeme topladım. Sonunda film, sohbetlerimizin yansıtıcı atmosferine ve büyükannemi en çok hissettiren, aramızdaki yakınlığı gösteren küçük anlara sadık kalma isteğiyle şekillenip; gerçek formunu, kurgu aşamasında, bu farklı parçaları içten bir şekilde bir araya getirme çabasıyla buldu.


There’s Not Much We Can Do / Yapabileceğimiz Pek Bir Şey Yok

Kadın bedeni, biyoloji, kendine bakım ve sağlık kontrolü üzerine ekofeminist bir meditasyon olan There’s Not Much We Can Do, ilk etapta “doğal” olarak nitelendirdiğimiz şeyleri incelemeye yönlendiriyor. İstilacı Japon Düğümotu bitkisini gözlemleyen yönetmen Erica Monde, kendisine endometriozis tanısı konma yolculuğunu anlatıyor. 

Yönetmen Erica Monde anlatıyor:

There’s Not Much We Can Do, endometriozisin politikası ve bu hastalığın oldukça yaygın olmasına rağmen son derece yetersiz tedavi edildiği gerçeği hakkında bir film yapmak istememden doğdu. Ancak ben endometriozise dair bedensel deneyimi anlatan bir film yapmak istedim ve işte bu noktada istilacı Japon Düğümotu metaforu devreye girdi. Filmi yaparken süreç boyunca hem hastalığın hem de bu istilacı bitkinin izini sürdüm; yalnızca biyolojik ve duygusal dünyalarına değil, aynı zamanda toplum tarafından nasıl karşılandıklarına ve nasıl muamele gördüklerine de odaklandım. There’s Not Much We Can Do, tedavi edilmeyen ve toplumsal cinsiyetle ilişkili bir hastalığı araştırırken; esas olarak neyi “doğal” saydığımıza dair ideolojilere ve bu bakışın nedenlerine yönelik bir eleştiri getiriyor.