Elif Refiğ ile hangi film?
Yazar, yönetmen ve akademisyen Elif Refiğ; dünya prömiyerini Tampere Film Festivali’nde gerçekleştirip yerli festivallerde ödüle uzanan kısa filmi Siz Bize Uzak Kaldınız (2021) ile çıkmıştı karşımıza son olarak. Üretim yelpazesinde Esperanza Starring (2007), Three Bodies (2008) ve Erkek Adam (2009) gibi kısa filmlerin yanı sıra, uzun metrajı Ferahfeza (2013) da bulunan sinemacı; yazarlık ve yönetmenlik alanında dersler vermeye devam ediyor.
Hangi Film? köşemizin bu haftaki konuğu Elif Refiğ yanıtlıyor: Müziğine tutulduğun bir film? Hakkı verilmemiş / yeterince anlaşılmamış olduğunu düşündüğün bir film? Şu sıralar en çok merak ettiğin film?
İzlerken diyaloglarına eşlik edebildiğin film?
Özellikle moralim bozuk olduğu zamanlarda Viva Zapata!’nın (1952, Elia Kazan) açılış sekansını açıp diyaloglara eşlik etmeyi severim. Meksika’da köylüler, özel şirketlerin gasp ettiği arazilerini geri almak için başkana şikayete gelir. Saraya alınırken aşağılanırlar, moralleri bozulur. Hepsinin başkanın karşısında sırayla hakkını savunduğu kalabalık sahneye eşlik ederken biraz kendime gelirim. Sekans sonunda Marlon Brando’nun emin ellerinde ışıl ışıl parlayan Zapata belirir; filmin sonunda öleceğini bilmek o an bir şeyi değiştirmez, yine de filmi izlemek ve beyaz atı görmek istersin.

Bugüne dek aklında en çok yer işgal eden film?
Werckmeister harmóniák / Werckmeister Harmonies (2000, Béla Tarr ve Ágnes Hranitzky) sıklıkla aklımda dolanır. Filmin biçimsel tercihleri çok spesifik, içerikle bağlamı da net ama anlatım aynı zamanda izleyici deneyimi açısından amorf bir gerçeklik algısına alan da açar. Sanki içinde bulunduğumuz evrenin sınırları güçlü bir zardan yapılmıştır ve zar nefes aldıkça salınırız. Werckmeister Harmonies üstü karanlık, altı aydınlık tasvir edilen Limbus’u hatırlatır. Dante’nin İlahi Komedya’da cehennemin sınırındaki ilk çembere verdiği isim, kıyamadığı Cicero, Homeros, Aristoteles, Sokrates, İbn Rüşd ve İbn-i Sina burada durur; gerçekten cezalandırılmazlar ama Tanrı’dan ayrı ve bağışlanma ümidinden mahrumdurlar.

Müziğine tutulduğun bir film?
Ascenseur pour l’échafaud / Elevator to the Gallows (1958, Louis Malle)
Miles Davis zihinsel alanı tanımlanması zor bir noktadan iterek genişleten bir deha, yetmezmiş gibi soundtrack’i dört müzisyenle birlikte görüntüleri izlerken emprovize kaydediyorlar. Müzik filmle karşılıklı, uyumlu ve kapsayıcı bir ilişki kuruyor ama aynı zamanda filmin sunduğu dünyanın ötesinde bir hayal alanı açıyor.

Dizisi olmalı dediğin bir film?
Bu konuyu olmalı/olmamalı gibi düşünmek bana zorlayıcı geliyor, sanırım gereklilikler ile ilgili değil. Popüler kültür tüketiminde tüm dünyada en etkili format, TV ve dijital mecralar üzerinden sunulan diziler. Bu içeriğin üretimi sayesinde bizim de bir cins sektörel ekonomiden bahsetmemiz mümkün oluyor. Sinema filmi yapımının bu yapılardan bağımsız gerçekleşmesi ve kitlelere ulaşması oldukça zor. Üretim ve tüketim şartları arasında bu derece uçurum olan iki alan arasında bir ilişkilenmeden bahsederken, bunun biçimini nasıl tarif ettiğimiz bana önemli geliyor. Dizi formatı Lost, House of Cards, Breaking Bad, Game of Thrones gibi özgün senaryoları olan örneklerle kendine has yeni bir dil potansiyelini zorladı, Stranger Things vs gibi örneklerle zorlamaya devam ediyor. Bir yazar olarak da işin bu kısmı bana çok heyecan veriyor. Fakat kolaycı bir anlayışın bu araştırmacı ruhun önüne geçtiği de görülebiliyor. Bir filmin tematik ya da dramatik içeriğini sanatsal bağlamından koparıp, kolay tüketilebilir hâle getirmekle sınırlı bir ilişkilenmeden hoşlanmıyorum. Yoksa bence her filmin dizisi olabilir, yani Persona’dan (1966, Ingmar Bergman) da Rashômon’dan (1950, Akira Kurosawa) da Si linghun / Dead Souls’tan (2018, Wang Bing) da bomba gibi diziler yapabilirsiniz.
Önden kendini hazırlamayı gerektiren bir film?
Lars von Trier’in Epidemic (1987) ve Manderlay (2005) arasındaki ilk dönem filmlerini hâlâ çok rahatsız edici bulurum. Antichrist’a (2009) kadar olan dönemde fizikselliği görselleştirmeyen, daha minimal bir anlatım ön plandaydı –Idioterne/The Idiots (1998) burada istisna-. İzleyiciyi korkunç imgeler hayal etmeye mecbur bırakan güçlü bir erk Trier, Dogville (2003) ile birlikte belki de bu anlamda sınırı buldu ve Manderlay’la bir parantez kapattı. Keza Antichrist ve sonrası fiziksellik önem kazanıyor, yeni dönem filmlerinde anlatım çıplaklaştığı için sanırım üzerimdeki etkisi azaldı. Burada Melancholia (2011) istisna tabii, bence en iyi filmi olabilir.

İçmiyorsan bile sigara yaktırma potansiyeli taşıyan bir film?
Leningrad Cowboys Go America (1989, Aki Kaurismäki)
Leningrad Kovboyları’nın saçlarına, ayakkabılarına, kıyafetlerine ve rock star tiplerine baksanız -ki Aki Karusmaki’yle de özdeşleşen bir özellik olarak- fosur fosur sigara içmeleri gerekir. Ama onlar nedense -nadiren sahnede çalarken ağızlarında gözükmesi dışında- sigara içmezler. Filmde bir Leningrad Kovboyu’nun yakın planda sigarasını yakıp içmişliği görülmez. Diğer yandan adamlarımız Kaurismäki kıvraklığında sıkıntı sarmallarına dolandıkça, sigara içmelerine dair beklentimiz artarak devam eder. Kovboylar yerine mi sigara içeceğiz, onlarla birlikte molayı mı bekleyeceğiz bilemeyiz, geriliriz ve en kötü Jim Jarmusch’un dumanlı purosuyla belirdiği tamirhane sahnesinde sigara yakabiliriz.

Hakkı verilmemiş / yeterince anlaşılmamış olduğunu düşündüğün bir film?
Angel Heart (1987, Alan Parker)
Midnight Express (1979) işleri karıştırmasaydı, Alan Parker’ı Pink Floyd: The Wall’un (1982) yönetmeni olarak bilirdik. The Wall’un Emek Sineması’nda oynadığını, uzun süre yazları Beyoğlu Sineması seçkisinde mutlaka olduğunu hatırlıyorum. O dönem çok başka bir kafa açmıştı; deneysel, saykodelik, neredeyse grotesk bir estetiği vardı. Parker sonrasında bu kulvarı zorlamayı tercih etmedi, Birdy (1984) ve Mississippi Burning (1988) gibi güçlü filmlerle ana akım içinde kendine yer açtı. Angel Heart, yönetmenin iki döneminin tam ortasında duran, bana göre en özel filmi. Mickey Rourke, Robert De Niro ve özellikle sonradan ne yazık ki bir daha böyle kafa bir rolde izlemeye fırsatımız olmayan Lisa Bonet’in uyumu eşsiz. Parker’ın The Wall’dan gelen deneysel inisiyatifi bu filmde etkili, diğer yandan ana akım sayılan bir janr filmi yapıyor. Müthiş özgün bir janr yorumu olan Angel Heart, bence sanatsal değeri yüksek ve çok katmanlı konuşulacak bir film. Sanırım ana akım ve sanat sineması başlıkları arasına sıkışmaktan muzdarip oldu.

“Bu bir film değil, bu bir deneyim” dediğin film?
Sud pralad / Tropical Malady (2004, Apichatpong Weerasethakul)
Bu filmi, uykudan yeni kalkılan veya yorgunluktan bayılmak üzere olunan bir zamanda izlemeyi öneririm.

Şu sıralar en çok merak ettiğin film?
Joachim Trier filmi Sentimental Value’yu merak ediyorum. Sinemanın alanının daraldığı bir dönemdeyiz; anlatımın yeni yorumları, bugünün sinemasını kurmaya dair bir çaba heyecanlandırıyor beni. Verdens verste menneske / The Worst Person in the World (2021, Joachim Trier) son dönem izlediğim filmler içinde beni en çok heyecanlandıranlardan olmuştu; Babardeala cu bucluc sau porno balamuc / Bad Luck Banging or Loony Porn (2021, Radu Jude) ve Petite Maman’da (2021, Céline Sciamma) da benzer hissetmiştim. Joachim Trier bu çağa özgün ve çok spesifik bir şeyin peşinde. Adını koyamadığımız ama sıradanlaşmasına alıştığımız bir sızının doğasını deşifre ettiğini düşünüyorum.
Elif Refiğ fotoğrafı: Ali İhsan Elmas